Sayfalar

24 Eylül 2011 Cumartesi

Bireysel ve Toplumsal abartma, duyarsızlık, şikayet yarışı, şiddet eylemi içindeki kişilikler, kitleler ve toplumlar ve bu durumların nedenleri üzerine alıntılarım


Bireysel ve Toplumsal abartma, duyarsızlık, şikayet yarışı, şiddet eylemindeki içindeki kişilikler, kitleler ve toplumlar ve bu durumların nedenleri. Benim bakış açımdan ortaya çıkan bir derleme oldu, düşüncelerim çercevesinde şekillendi alıntılar,
---

Büyük Filozof bizim Lâtin eğitimimizle hayat arasındaki gittikçe artan farklılığı görerek şu sonuca varıyor:
Küçüklük, çocukluk ve gençlik yaşlarına özgü öğretim ve eğitimin üç safhasında, kitaplar aracılığıyla sıralar üzerinde, nazari ve okul hazırlıkları yalnız sınav için, sınıf geçmek için, diploma almak için uzatılmış ve çoğaltılmıştır. En kötü araçlarla doğaya aykırı ve topluma zıt bir rejim, deneye dayalı öğrenim gecikmesiyle, gece yatılı hayatiyle, yapma idmanlar ve gereksiz şişirmelerle, zihin yormalarla devam etmiştir. Zamanı, yetişmiş bir adamın yapacağı görevleri dikkate almadan; biraz sonra gencin içine düşeceği maddi ve toplumsal çevreleri düşünmeden ve kendi nefsini savunmak, ayakta durabilmek için önceden hazırlamayı, silahlanmayı, olgunlaşmayı, gerektiren bir hayat kavgasını hesaba katmadan; bu türlü bir eğitim sistemi devam etmiştir. Bu en gerekli hazırlamayı, aklın, iradenin ve sinirlerin sağlamlığını kazandıran bilgileri bizim okullarımız öğrencilere veremiyor. Tam tersine genci gelecek için gerekli vasıflara sahip kılacağı yerde, bunlardan uzaklaştırıyor. Bu sebeple gencin geçim hayatına girmesi ve ameli faaliyet sahasında işe başlama siyle birlikte onun yaşamında zorlanmasına ve sendelemelerine yol açılmış oluyor. Bu hallerden ezilmiş ve uzun zaman kırgın bir durumda yaşayan genç için hayat sert ve tehlikeli bir sınav olur. Ruhsal ve zihinsel denge böyle bir sınavda bozulur ve bir daha da düzelememek tehlikesine düşer. Bu suretle birden bire tam bir hayal kırıklığı ortaya çıkmıştır, aldanmalar çoktur ve bu yanlış gidişlerin cezası fazla ağır olmuştur”(19)
Yukarıda açıklamalarımız bizi kitle psikolojisinden uzaklaştırmış mıdır? Elbette hayır. Kitlelerin ruhunda filizlenmiş ve yarın çiçek açacak olan düşünceleri, inançları anlamak için zeminin nasıl hazırlanmış olduğunu bilmemiz gerekir. Bir ülkede gençliğe verilen eğitimin şekli, o ülkenin kaderini önceden görmemizi sağlar. Bugünün nesline verilen öğretim ve eğitim en karamsar tahminleri doğrulamaktadır. Kitlelerin ruhu kısmen eğitim ve öğretim ile iyileşir veya bozulur. Ancak, şimdiki sistemin kitle ruhunu nasıl vücuda getirdiğini, ona nasıl şekil verdiğini kayıtsızlar ve tarafsızlar kitlesinin yavaş yavaş, ham hayalciler ve nutuk atıcılar tarafından yapılan bütün telkinlerin ardı sıra gitmeğe hazır büyük bir mutsuzlar ordusu durumuna geldiğini göstermek lâzımdır. Bugünkü okul, mutsuzlar ve anarşistler yetiştiriyor ve Lâtin kavimleri için çöküş saatlerini hazırlıyor. (sayfa 79 - 81)
  1. Tain, Le regime moderne, II. 1892 – Bu satırlar Tain'in yazdığı satırların aşağı yukarı sonuncusudur. Uzun deneyimlerinin sonuçlarını hayrete değer şekilde kısaca özetlemiştir. Bir milletin ruhu üzerine biraz tesir edebilmek için eğitim temel aracımızdır. Şimdiki öğretim ve eğitim tarzımızın ne zaman bir çökme unsuru olduğunu Fransa'da anlamaya başlayacak hemen hiç kimsenin bulunmaması ne kadar derin hayret veren bir haldir. Bu öğretim usulu gençliği yükseltecek yerde alçaltıyor ve bozuyor
Alıntı:
Kitleler Psikolojisi (yazar:Gustave Le Bon – 1841 doğdu 1931 öldü - , çeviren: Hasan İlhan, Alter yayıncılık, 2009)

---

Kitle insanını bize ruhsal sığlığı, zihinsel durgunluğuyla birey olarak betimler. Ardından bakış açısı genele doğru genişler, kitle insanının toplumsal öbek olarak ortak psikolojik özelliklerini belirler: Bir yaşam tasarımından ve kendini aşma yetisinden yoksunluğunu, derin bilgiye olan küçümsemesini, hiçbir üst kurum, hiçbir üstün değer tanımayışını. Kendisine dayatılmış olan kabataslak kavramların ötesine gidemeyen, daha beteri, gitme dileğinde olmayan, irdeleme gereksinimi duymayan, sorunsallığın varlığından habersiz, "tek boyutlu adamdır o. başkalarına hak vermeyeni ya da kendisine hak verilmesini istiyor değildir, düpedüz kendi görüşlerini başkalarına dayatmaya kararlıdır. Eski Yunan ve Roma temelinden gelen iki bir beş yüz yıllık Avrupa Kültürünü göz önünde tutan Ortega'nın gözünde günün kitle insanı "uygarlık tarihinin sahnesine kulislerinden süzülerek çıkmış bir ilkel adamdır":
"Şimdilerde ortalığa hakim olan vasat insanın uygarlaşma sürecini kendi başına taşıyabileceğini düşünmek hayalperestlik olur. Salt bugünkü uygarlığı koruma süreci son derece karmaşık bir iş ve sayılamayacak çok incelik gerektirmekte. Bu vasat insan onunla baş edemez, uygarlığın sunduğu birçok aygıtı kullanmayı öğrenmiş gerçi, ama doğasının özelliği uygarlığın ilkelerinden kökten habersiz oluşudur."
Hiçbir devirde olmadığı oranda güçlü bir kitle ile karşı karşıya bulunuyoruz, n'eyleyim ki, o kitle geleneksel kitleden farklı olarak kendi çerçevesine sıkışıp kalmış, hiçbir şeye, hiç kimseye hayrı dokunacak durumda değil kendi kendine yeterli olduğunu sanıyor, dik kafalı bir insan yığını."
"Toplumların yönetimini öyle bir insan türü ele geçirmiş bulunuyor ki, uygarlık ilkelerine karşı herhangi bir ilgisi yok. Oyalayıcı nesnelere, otomobillere ve benzeri birkaç şeye karşı ilgisi var. Ancak bu da uygarlıkla hiç mi hiç ilgisi olmadığını doğruluyor, çünkü o nesneler uygarlığın yalnızca ürünleridirler.

"Avrupa uluslarının önünde, iç yaşamlarında büyük zorluklarla, ekonomik, hukuksal ve kamu düzeni açısından sorunlarla dolu bir dönem var. Kitlelerin hâkimiyeti altında, Devletin bireyin, grubun özgürlüğünü ezerek, geleceği hepten tüketmesinden korkmayalım da ne yapalım?"

Alıntı:
Üsteki yazıyı sunuş kısmında aktaran Neyyire Gül Işık.
Jose Ortega y Gasset
'in Kitlelerin Ayaklanması, kitabından. (yazar kitlelerin ayaklanmasına 1927 yıllarında başlamış galiba makale tarzında yazılara sonra yazıyı geliştirmiş.)

-----


A
raştırmada öğrencilerin yüksek not alma değerlerinin önemi azaldıkça fonksiyonelolmayan tutumlarının arttığı; para, öğretmen ilgisi, dini inanç ve kendi iyiliği ve geleceği değerlerinin önem derecesi yükseldikçe fonksiyonelolmayan tutumlarının arttığı görülmektedir. Araştırma bulguları ıŞığı altında, toplumun cinsiyet rollerinin değerlerin belirlenmesinde egemen olduğu görülmektedir. Kızların değerlerine bakıldığında kişilerarası ilişkilere dayalı değerler olmakta, erkeklerin ise değerlerinin kendilerinin dışında gelişen olgularla ilgili olmaktadır. Öğrencilerin benlik algısının oluşmasında kendi gizil güçlerini dikkate almak yerine başkalarının onay ve desteğini alarak benlik algısı oluşturmaya kalkması üniversite öğrencilerinin içinde bulundukları gençlik döneminin kişiliğin oluşumunda oynadığı rollerden kaynaklanmaktadır. Ancak, araştırma sonucu bireyin düşüncelerinin kendi dışındaki faktörler tarafından ağırlıklı olarak belirlendiğini, bu faktörlerin, fonksiyonelolmayan tutum veya düşüncelerin oluşmasında önemli rol oynadığını göstermektedir. Ülkemizin eğitim sisteminin dış denetim odaklı bireyler  yetiştirmek üzerine kurulu yaklaşımının da öğrencilerin fonksiyonelolmayan tutumlar geliştirmelerine neden olduğu düşünülebilir. Fonksiyonelolmayan tutumların  sorgulanmadan, gerçekmiş gibi kabul edilmeleri ve dogmatik, mutlakiyetçi özellik göstermesi eğitim sistemimizin yetiştirdiği insan modeliyle benzerlik göstermektedir. . Eleştirel düşünmenin öğretim etkinliklerinde kullanılmaması öğrencilerin işlevsel olmaya düşünceleri kolaylıkla benimsemelerine neden olmuş olabilir.

Alıntı:
Üniversite Öğrencilerinin değerlerinin ve fonnksiyonel tutumlarının bazı değişkenler açısından irdelenmesi.
Yrd. Doç. Dr. Mehmet BİLGİN Ç.Ü. Eğitim Fakültesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik A.B.D


Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitapları

Çağdaş eğitim, akılcı, bağımsız, sorgulamacı ve eleştirici düşünce yoluyla doğruyu arama anlayışına dayanır. Din kurumu ise her türlü tartışma ve sorgulamanın dışında kalan, katı bir inanç sistemi, kesin ve değişmez doğrular önermektedir. Böylece çağdaş laik okulla din arasında, hem anlayış hem öğretim yöntemi olarak açık bir çelişki bulunmaktadır. Bu bakımdan, ..Din Kültürü ve AhlAk Bilgisi" yaftası altında okullarımızda verdirdiğimiz <Müslümanlık' derslerinin kitaplarını da, biçimsel bir çerçeve içinde incelemek olanaksız görünüyor. Başka ders kitaplarına uyguladığımız ölçütler, bu kitapları eleştirmek için yetersiz kalacaklardır. Fiziksel yapılan dışında, bu kitapları, konunun getirdiği kendi özel ölçütleri çerçevesinde gözden geçirmek zorunda kalıyoruz.
Bu ders için uygun görülen ve açıkça "Sünni Müslümanlık, adı kullanılmadığı için seçilmiş bulunan <Din kültürü ve Ahlak" adı yanıltıcıdır. "Din Kültürü> adına, ilkokuldan başlayarak lise son sınıfa kadar hiçbir kitapta, din sözcüğünün kökeni, başka dillerdeki karşılığı, din kurumunun ortaya çıkışı, tek tanrılı dinler öncesindeki durum konularında açıklama yapılmamaktadır.

Alıntı:
(Prof. Dr. Jale Baysal, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi.)


---

Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuş sebepleri.
İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan her mezhep, kendisinin, İslâm’ın en iyi temsil eden, en doğru, en sahih mezhep olduğunu iddia etmiştir. İnsanlar, kendi mezheplerini ön plana çıkartabilmek için, diğer mezhepleri kötülemek ihtiyacı hissetmişlerdir. Öyle ki, mezheplerin pek çoğunun lehinde ve aleyhinde hadisler uydurulmuştur. Her mezhebin mensupları, kendi mezheplerinin hak (doğru, gerçek, sahih) mezhep, diğer mezheplerin de bâtıl (gerçeğe uymayan, doğru ve sahih olmayan) mezhep olduğuna inanmışlardır.
Her mezhebin, Kur'ân'a uygun olan ve uygun olmayan görüş ve düşüncelerinin olması her zaman imkân dahilindedir. Çünkü, bütün mezhepler insan ürünü olan oluşumlardır.

*Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’inde İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı başkanlığını yürütmekte ve İslâm Mezhepleri Tarihi ve Günümüz İslâm Dünyâsında Dinî Akımlar derslerini okutmaktadır.

---

Her şeyden önce komplo teorileri toplumsal ve siyasi olayları incelerken çok-nedenli (multi-causal) bir analize, farklı bakış açılarına açık birçok yönlülüğe ve eleştirelliğe izin vermezler. Herşeyin nedeni bellidir ve tektir. Castillon, “komplo teorileri yazan kişilerin sorunu hiçbir zaman haklı olmamaları değil, haklı oldukları zaman bile karmakarışık bir dünyayı tek bir boyuta indirme huylarıdır” der (2007: 324)
Metodolojik bir çerçeve içinde kurulan bir argüman ve beraberinde gelen eleştirel bir akıl yürütmeden söz etmemiz mümkün değildir. Sayısal ‘gerçeklikle’ uğraşmak bilimselliğin bir nevi somut kanıtı gibidir.


Chomsky’e göre komplo zihniyetine karşı kullanılacak en önemli metod kurumsal analiz yapabilmek, modern, kapitalist kurumların (şirket, devlet, medya organları vs.) çalışma mekanizmalarını ve birbirleriyle olan ilişkiler ağını çözebilmek, anlayabilmektir (1995). Bu aynı zamanda problemin kişiler veya çok ufak ölçekli gruplarla değil kurumların yapısıyla ilgili olduğunu anlamak demektir. Fakat bunun yanında özellikle ‘ulusal kriz’ zamanlarında ‘farklı olandan korkma’, ‘linç kültürü’, ‘tarihsel önyargıların tekrar ısıtılması’ ve ‘azınlık düşmanlığı’ gibi faşizme kayan özellikler ortaya çıktığında ‘çatlak’ sesler pek duyulmaz, duyulmadan bastırılır.


Alıntı:
Kerem Karaosmanoğlu (Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü, Öğretim Görevlisi Dr.)

---

Saldırgan davranışlar, şiddet eylemleri, kargaşa, terör insanlara bedensel, ruhsal ve toplumsal olarak zarar veren etkenlerin başında yer alır.
Bu tip zararlı etkenlerden kurtulmak için insan, bir ucunda kaçma, bir ucunda savaşma bulunan geniş bir yelpaze içinde yer alan davranış kalıplarını kullanır. kalıplar arasında doğru, gerçekçi ve geçerli seçim yapmak, insanın kişilik yapısına, bilgisine, deneyimine, görgüsüne, kültürüne, toplumsal durumuna ve rolüne göre değişir.
Toplumsal zararlı etkilerin yol açtığı kızgınlık, kaygı, korku gibi eylem veren duygu durumumdan kurtulmak için akla uyurma, bastırma, gerileme, duygu yalıtımı, düşlem, soyutlama, yadsıma (inkâr), yansıtma gibi savunam düzenleri kullanan insanlar gerçeklerden kaçarak duyarsız, tepkisiz duruma gelirler. Buna karşılı, dışlaştırma, karşı saldırı, kötüleme, saplantı, takıntı, yön değiştirme gibi savunma düzenlerini kullanan insanlar da saldırgan davranışlar ve şiddet eylemlerine başvururlar.

Gençlik çağına özgü ruhsal yapısı ve engellerin aşılmasında, sorunların çözülmesinde <burada, hemen, tümüyle> biçiminde özetlenebilecek dürtüsel (impısive), saldırgan davranışları, alkol ve madde altkültürüne katılmasında önemli rol oynar. başka bir deyişle, genç engelleri, sorunları o anda bireysel açıdan, gerçekdışı düşünce içinde değerlendirir. bu yüzden, kaygı, korku ve öfke düzeyi yükselir. genç ya olumsuz duyguların yarattığı huzursuzluk ve tedirginlikten kurtulmak ya da bu olumsuz duyguları başkalarıyla paylaşmak için alkol madde altkültürü içine giderbilir.
Bağımlılığa yakın kişilik yapısı olanlar dürtülerinden, içgüdülerinden, kaynaklanan davranışları bastıramazlar, denetleyemezler, engelleyemezler, erteleyemezler


Alıntı:
Prof.Dr. Özcan Köknel'in,
Bireysel ve Toplumsal Şiddet, kitabından.

---
Zorla(n)ma ve yoksun bırak(ıl)ma, narsistin yaşadığı ve yaşattıklarının ana dokusunu oluşturur. Çoğu kez yıkıcı eylemlerinin hedefi, kendisinden yaş ve mesleki olarak alt kademede olan insanlardır. Bu davranışı, ebeveynin baskıcı tu- tumunun sadistik üst benliğine katılıp, güncel yaşamında benzer bir yön izlediğini gösterir.

Alıntı:
Narsisistik Kişilik Bozukluğu: Gelişim Süreçleri ve Yaşamı      Erol OZAN* - İsmet KIRKPINAR* - Nazan AYDIN* - Tülin FİDAN** - Meltem ORAL*
* Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı       ** Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı

---
Narsisist bağlılığın en tehlikeli sonucu akılsal yargıların çarpıtılmasıdır. Narsisist bağlılığın nesnesi, nesnel değer yargılarına vurularak değil benim bir parçam olduğu ya da benim olduğu için değerli (iyi, güzel, akıllı, vb.) sayılır. Narsisist değer yargısı, önyargılı ve yantutucudur.. Bu önyargı çoğunlukla şu ya da bu biçimde akla uydurulur.
Hastalıklı narsisizmdeyse narsisizmin nesnesi kişinin yaptığı ya da ürettiği bir şey değil sahipolduğu bir şeydir; örneğin bedeni, dış görünüşü, sağlığı, zenginliği vb. Bu tür narsisizmin hastalıklı oluşu burada tehlikesiz narsisizmde gördüğümüz denetleyici öğenin bulunmamasındandır. Başardığım bir şeyden ötürü değil de sahipolduğum bir nitelikten ötürü "büyük" sem o zaman, hiç kimseyle, hiçbir şeyle ilgilenmem, hiç bir çaba  göstermem gerekmez. Büyüklüğümü sürdürebilmek için kendimi gerçeklikten gitgide daha çok soyutlarım; tehlikeden daha iyi korunabilmek için kendime hayranlığımı daha da artırmak zorunda kalırım; öyle ki sonunda boş hayallerimin ürünü olarak kendine hayran olacak biçimde şişirilmiş bir Ben çıkar ortaya. Bu yüzden hastalıklı narsisizm kendi kendine sınır koymaz; sonuç olarak ilkel bir biçimde korkar. Başarmayı öğrenen kişi başkalarının da aynı şeyleri aynı yollarla başardığını bilir - narsisizmi yüzünden kendi başarılarının başkalarınınkinden üstün olduğuna insansa bile böyledir bu. Hiçbir şey başarmamış kişi başkalarının başarılarını değerlendirmekten çok uzaktır; bu yüzden de narsisit kendini beğenmişliği içinde gün geçtikçe daha çok gmülerek kendini çevresinden koparmaya, böylece herkesten soyutlamaya itilecektir.
Aşağıdaki tartışmanın özü kişisel narsisimin topluluk narsisizmine dönüşmesi olacaktır. topluluk narsisizmin biyolojik işlevine koşut olduğunu belirterek başlayabiliriz işe. Varlığını sürdürmek isteyen örgütlü bir topluluk açısından üyelerin narsisist enerjiyle yüklenmesi gereklidir. Topluluğun ayakta kalabilmesi, topluluk üyelerinin buna kendi yaşamları ölçüsünde, giderek yaşamlarından çok önem vermeleriyle sağlanır; dahası, o topluluğun üyeleri kendi topluluklarının öteki topluluklardan daha erdemli, daha üstün olduğuna inandırılmalıdırlar. Bu tür narsisist birikim olmazsa topluluğun ayakta kalmasını sağlayan gerekli enerji ya da topluluk uğruna yapılan özveriler büyük ölçüde azalır.
Topluluk narsissizmini yaratan öğeler arasında bireysel narsisizmle ilgili olarak ele aldığımız benzer olguları bulabiliriz. burada da narsisizmin tehlikesiz ve hastalıklı türleri arasında ayrım gözetebiliriz. Topluluk narsisizminin nesnesi herhangi bir şeyin başarılmasıysa, yukarıda incelenen diyalektik süreç aynıla yer alır. Yaratıcı bir şey başarma gereksinmesi topluluk tekbenciliğinin yarattığı dar çemberin kırılmasını, ilginin başarılmak istenen amaca yöneltilmesini zorunlu kılar. (Bir topluluğun amaçladığı başarı toprak ele geçirmekse gerçekten üretici bir çabanın getirdiği yararlı etki büyük ölçüde yok olaçaktır.) Öte yandan topluluk narsisizmin nesnesi topluluğun kendisi, görkemliliği, geçmişteki başarıları, üyelerinin bedensel sağlamlığıysa o zaman yukarıda sözü edilen karşıt eğilimler gelişmeyecek narsisist eğilimle bunun getirdiği tehlikeler gittikçe artacaktır. elbette gerçek yaşamda bu iki öğe çoğu zaman birbirine karışmış olarak görülür.
Topluluk narsisizminin şimdiye dek ele almadığımız başka bir toplumsal işlevi daha vardır. bir toplum, üyelerinin çoğunu ya da büyük bir kesimini yeterince besleyemiyorsa, toplumsal huzursuzluğu önleyebilmek için hastalıklı bir narsisizmle doyum sağlamak zorundadır onlara. Ekonomik ve kültürel açıdan yoksul olan insanlar için o topluluğun bir üyesi olmanın verdiği narsisit kıvanç tek - ve çoğu zaman çok etkili - bir doyum kaynağıdır. Yaşam kendilerine "ilginç" bir şey getirmediği, ilgilerini geliştirecek olanakları sağlayamadığı için bu insanlar aşırı bir narsisizm geliştirebilirler. bu olgunun en iyi örnekleri son yıllarda Hitler Almanya'sında, bügün de Amerika'nın Güney'inde görülen ırksal narsisizmdir. Her iki örnekte de ırksal üstünlük duygusunun özü aşağı orta sınıftan kaynaklanmıştır.


Alıntı:
Erich Fromm'un Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, kitabından.
Dikkatli baktığımızda, çevremizin şikayet yarışçılarıyla dolu olduğunu görürüz. Öyle bir yarıştır ki bu, galip geldiğini sananların aslında yaptığı, ne denli güçsüz ve işe yaramaz olduklarını, hem kendilerine hem de çevrelerine kanıtlamaktır.
Elbette şikayet yarışına katılmayanlar da var; kimsenin dikkatini çekmeyen ve yapacak çok şeyleri olan bu insanların gerçeğe koşulsuz saygısı vardır. Gerçeği bilmek, kabullenmek ve ona göre hareket etmek onlar için vazgeçilmez bir önkoşuldur.
Abartmayan, yalan söylemeyen, alçakgönüllü ve hoşgörülü bu insanlar, kişisel bütünlük içinde yaşama hizmet etmekten mutluluk duyar. Aslında yaşıyor olmanın da bir sorumluluğudur yaşama hizmet etmek. Onları bilmeyiz, duymayız ama toplum akıl sağlığını ve dengesini onlar sayesinde korur. Onlar, gizli kahramanlardır.


Alıntı:Onlar Benim Kahramanım,Kitabının arka kapağında yer alan yazı.
--

(Arif Okurer Doğan Cüceloğluna diyor)
Bir kitabınızda şöyle bir düşünce ifade etmiştiniz: “Ülkedeki tüm ekonomik, yasal, siyasal koşullar aynı kalsa, ama kişisel bütünlük bizim insanımızın hayatına yaşayan bir değer olarak girse, ülkenin sorunlarının yüzde yetmişinden çoğu sorun olmaktan çıkar.”

Eğer insan gerçekleri söylemeyip, hiçbir şey yokmuş gibi davranırsa, ilişki gerçekten çöplüğe dönüşür. Kişisel bütünlük şimdi ve buraya dönük olabilir. Yani kişi şu anda nelerdüşündüğünü ve hissettiğiini olduğu gibi söyleyebilir. Bu süregiden bir dürüstlük ve cesaret ister. Böyle bir tutum içinde ilişki hiçbir zaman çöplüğe dönüşmez.-
Korku nedeniyle, ya da bir menfaat temin etmek nedeniyle veya başka bir nedenle, Arif Okurer olmayı bırakır, bir başkası imiş gibi algılar, düşünür ve davranırsam, o zaman çelişki ilkesine karşı geliyorum demektir. Yani, 'aynı zamanda hem A, hem de A değil olmaz'. İlkesini ihlal ediyorum. Bir insan aynı zamanda ve aynı boyutta hem kendisi, hem de bir başkası olamaz. Eğer, bu ilkeyi ihlal edersem kişisel bütünlük içinde olmuyorum demektir, ve zaman içinde özdeşimimi kaybederim.

Alıntı:
Doğan Cüceloğlu'nun
 Savaşçı, kitabından
---
Kötü, zararlı saldırganlık ve şiddet eylemleri, insanın zihinsel işlevlerinin ürünü olup, kızgınlık, öfke, kin, nefret, düşmanlık duygularıyla beslenen bir tutkudur. Bu tutku, kuşaklar boyu sürüp gelen eksik, hatalı, çirkin, kötü örneklerin insanlığın ortak bilincinde yer almasından kaynaklanmaktadır.
Beslenme, korunma gibi temel fizyolojik gereksinmeler yanında güven, ilgi, sevgi, saygınlık, özgürlük, yaratıcılık, üreticilik gibi ruhsal, toplumsal gereksinimlere doyum bulamayan insanlar, bu tutkuyu daha kolayca benimserler.


Düşünce özgürlüğüne sorumluluk anlayışı getirmek
Düşünce özgürlüğü” çağdaş insanın ve insanlığı ortak kavramı olup, düşünmek ve doğru karar verebilmek için kaynağı ne olursa olsun sadece bilgi sahibi olmak yeterli değildir. Bilginin bilimsel davranış ve tutum içinde, artniyet ve önyargıdan uzak; inançlardan arınmış, çabuk, kısa, kolay yoldan sonuca ulaşmaktan kaçınan, gerçekçi, nesnel, şüpheci öğeleri içeren, aklın, mantığın, estetiğin, aritmetiğin ile ve kurallarına dayanan bir süreç içinde üretilmesi gereklidir.
Böyle bir süreç içinde oluşan üretken düşünce biçimiyle engelleri aşmak, sorunları çözmek olasıdır. Bu süre düşünce özgürlüğüne sorumluluk anlayışını getirmiştir. (sf: 262)


Alıntı:
Prof.Dr. Ö
zcan Köknel'in, Bireysel ve Toplumsal Şiddet, kitabından.
--

Günümüzün Karmaşık dokusu içinde yorgun düşen bireylerin kendileriyle bütünleştikleri tek sığınakları, özel yaşamlarıdır.
"Özel yaşam, bir iç sorgulamadır. Kişinin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Orada da her şey aydınlık değildir. Günışığına dayanamayacak anılar, görüntüyü gölgeleyen beklentiler vardır. Belki de utkunun temelinde hoyratlık, mutluluğun kaynağında bencillik yatıyor. Yumağı çözünce, unutulmak istenen, anlamsız kavgalar, acı veren olaylar ve başkalarınca bilinmemesi gereken daha nice gizler, dökülüp saçılır ortalığa, insan bu, düşe kalka gidiyor işte. Yaralarını örtüp, yazgısını sürüyor. Arada bir kendisini yenileyip yanılgılarından arınmaya çalışıyor. Bunları sergileyip, kişilikleri yıpratmanın yararı yoktur.

Alıntı:

Kaygı, korku, sevgi, karar verme, bilgi arasındaki bağıntıyı düşünme

Her insanın belli bir oranda kaygı ve korkusu vardır, bu normaldir. Hayatın olağan akışını uzun süre bozuyorsa ve/veya algıyı olumsuz şekilde etkiliyorsa, içsel çatışmalar artmış ise nu normal olmayandır, burada durup cesur bir şekilde düşünülmesi gerek.
Nelerden kaygı ve korku duyulur, bu kaygı ve korkular ne kadar gerçekçi, kişimi üretiyor bu kaygı ve korkuları. Nasıl bir hayat anlayışı olmalı ki kaygı ve korkuları daha az yaşanmalı/yaşamalıyım.

İnsan kendi hayatını etkileye bilme becerisine sahip midir veya ne kadar kendi hayatını etkileyebilir, doğuştan gelen genetik faktörler ve olumsuz çevre şartları, kişinin hayatını ne derecede etkilemektedir. Mesela dikkat eksikliği yaşayan bir çocuk kendi iradesini istediği gibi kullanabilir mi, dikkat eksikliği yaşayan çocuk yaptığı çalışmaları eksiksiz bir şekilde bitirmek ister ama dikkat eksikliği yüzünden tam olarak bitiremez ve kendine karşı başarısızlık hissini yaşar, bu kişi, bu durumdan ötürü zaman içinde güven eksikliği yaşar. Güven eksikliği, çoğu durumda çevreden gelen olumsuz değerlendirmelerle de artar. Güven eksikliği sonucu kişide kaygı meydana gelir.  Başka bir misal vereyim, küçüklüğünde kötü bir çocukluk geçirmiş biri -şiddet görmüş, yabancı ve istenmeyen diye dışlanmış, karşılıksız sevgi görmemiş, gereğinden fazla sorumluluk yüklenmiş... - büyüdüğünde bu durumun etkisinde kalarak yaşadığı kötülükleri başkalarına yaşatmaya çalışıyorsa, bu kötü durumdan dolayı içinde devamlı bir huzursuzluk duyuyorsa veya bu huzursuzluk sonucu yaşamı anlamsız buluyorsa bu kişi ne kadar kendi hayatını kendisi etkileyebilmekte? Kendime bu soruları sormadan edemiyorum.

İnsan kendi hayatına bilinçli bir şekilde yön veremediğine inanıyorsa kaygıda yaşamıyor olmalı. Ben ne yaparsam yapayım hayatıma yön veremem, benim kaderim bu... bu gibi düşüncelere sahip insanlar kaygı duygusunu yaşamamak içinde bu hayat görüşlerine sahip olabilirler mi. Hayatını, kendi seçimleri sonucu oluşturduğuna inan kişi daha fazla kaygı yaşar, nasıl bir hayat anlayışım olmalı, secim yaparken neye göre secim yapacağım, gibi sorular sormak kişinin kaygısını artırır -Bu paragrafı yazının içinde açacağım-

Aslında herkes kendini ve çevresini tanımak için sorular sormuştur (insanın anlama gereksinmesi olduğundan sormuştur, yemek içmek gibi) ve kendince yanıtlar bulmuştur veya bu sorulan sorular birileri tarafından cevaplanmıştır, çoğunlukla sorulan sorular çevrenin onayladığı şekilde yanıt bulmuştur veya soruların sorulması çeşitli nedenlerle engellenmiştir. Sorulan sorular kişiyi kaygıya düşürmeye başladığında soruların arkası gelmemeye başlar - kişinin sorduğu sorular çevresini ve kendisini rahatsız ettiğinde (kendisini rahatsız etmesinin nedeni daha önceki düşüncelerine ters cevaplar alması olabilir) kesilmeye başlar - bu sorulara verilen cevaplar çerçevesinde kişiler hayat anlayışlarını oluşturmuştur.

Ben şuna inanıyorum İlk başta insan kendini tanımalıdır (kendini tanımaya adanmak demek tir bu, kendini tanımak bir uğraştır), Kendini tanımak deyince şunlar aklıma geliyor, hangi hal içinde nasıl karar veriyorum, kararlarımda hangi kişisel özelliklerim etkili oluyor, sorgulamadan almış olduğum bilgilerle oluşturduğum kalıp yargılarım var mı, önyargılarım var mı -kalıp yargılarım ve önyargılarım olduğunu öğrendiğimde bu düşünceleri ne kadar değiştirmeye istekliyim -, aldığım bilgiler çevremin onay verdiği bilgiler mi oluyor, çevremin onaylamadığı bilgiler olduğunda ne kadar yeni bilgi almaya istekli oluyorum ve kendim bir bilginin ne kadar derinine inebiliyorum, bu aldığım yeni bilgiler benim yalnızlaşmama neden oluyor ise yinede yeni bilgi almaya ne kadar istekliyim. Olayların gerçekliğiyle, doğruluyla mı ilgileniyorum, yoksa olayların doğrulundan çok benim ondan sağladığım faydamı önemli oluyor benim için. Hangi durumlarda nasıl davranışlarda bulunuyorum, düşüncelerime göre mi hareket ediyorum, duygularıma göre mi, eylemlerim karşısında duygu ve düşüncelerim nasıl şekil alıyor. Hangi duygular içinde olduğum da kaygılanıyorum, kendimi en iyi ne zaman hissediyorum, ben ne istiyorum bu dünyadan ben kimim bu dünyada, benim gereksinmelerim insan olarak neler, nasıl bir varoluşa sahibim, ölünce ne olacağım...

Kaygı ve korkularım olduğunda kafam karmakarışık oluyor bunu yeni yeni fark ediyorum, bunu tamamen fark etmeme bir kız çocuğunun yaşamı vesile oldu. kaygı ve korkularımın neler olduğunu düşündüğümde, şunlar şunlar diyebiliyorum ama kaygı ve korkularımın farkına varmak bunları aştığım anlamına gelmez, bu kaygı ve korkularla karşılaştığımda, güçsüz duruma düştüğümü ve düşündüğüm gibi baş edemediğimi gördüm, kaygı ve korkularım neler olduğunu sıralarsam; insanların beni güçsüz, değersiz görmesinden kaygılanıyorum, beni beğenmiyeçeklerinden, sevmeyeçeklerinden kaygılanıyorum, kendimi devamlı yaptığım işin en iyisini en üstününü yapmaya çalışıyorum – mükemeliyetcilik-. Rahatlık beklentisi, rahat bir dünya hayali- durumu olduğu gibi kabul edememe, kafamda kurguladığım hayatın olmamasından korkma. Bir aralar kendimi olmadığım gibi gösteriyordum ve bu olmadığım gibi gösterdiğim için, bu olmayan beni koruyamayacağım kaygısı yaşıyordum. Kaygılarımdan bir diğeri de değerlerimi yaşatamamak kaygısı, değerlerim bedenimden çok daha değerli beni ben yapan şeyler, bunların yok olması benimde yok olmam anlamına geliyor, değerlerimin yok olması ile bu dünyada bedenen yok olmayacağım ama benliğimin hayattan zevk almadan yaşaması, huzursuz, hareketsiz, itatkar bir kişilik –hırcın veya sessiz, değerlerimi yitirdiğimden dolayı böyle bir kişilik yapısına bürünme kaygısı. Yaşadığım kaygılardan bir diğeride benim kendi kendime kafamda ürettiğim yanlış fikir yürütmelerdi, bu yanlış yürütmeleri hangi zamanlarda yaptığıma baktığımda kendi kendime şunu dedim, baskı ve zorlanma anlarında yanlış akıl yürütmeleri yapıyorum, bu anlarda akıl olayları/verileri değerlendirirken genelde olumsuz bir işleme tabi tutuyor veya verileri aşırı olumlu değerlendirmelerde bulunuyor, eksik verilerle hareket etmeye ve kesin bir çıkarımda bulunmaya yatkın oluyorum. Başka bir kaygımda kendi kendime koyduğum yüksek beklentilerin gerçekleşmemesi idi -belkide insan yüksek beklentiler peşinde koşmayı seviyor, pozitif bilim belkide insan beklentilerini sınırlamak için de gereklidir, pozitif bilim görülenin/olması gerekenin peşindedir- beklentilerimi gerçekçi şekilde oluşturmadığımdan hayal kırıklıkları yaşıyordum, beklentilerimi oluştururken genelde duyduğum yoksunlukların etkisinde kalıyordum, kaygılarımı dindirmek için bir çıkış yolu arıyorum ve bu çıkış yolu genelde akla uydurmaları yapmak, savunma düzenlerini kullanmak idi, şimdi bunu yapmamak için daha sağlıklı kararlar almak için kaygılarımı azaltmaya çalışıyorum, çünkü bu akla uydurmaları ve savunma düzenlerini kullanarak kendimi bir süre rahatla ta biliyorum ve uzun süre akla uydurmaları ve savunma düzenlerini kullandığımda hiç bir işte başarı sağlayamıyorum, belli bir süre sonra olaylara karşı duyarsızlaşma baş gösterebiliyor da, kaygılarımı azaltmak diyorum ama kaygılarımın azalması sanki benim irademin dışında olan bir şeylerin kontrolündeymiş gibi geliyor bazen veya kaygıları azaltmak için kişinin kendisine karşı bilinçli bir etki uygulaması gerekir, şunu dillendiririm aslında sağ solda insan kendi hayatına yön verebilir, en basitinden öfkelendiğimde verdiğim cevaplar beni çok yansıtmıyor, bir çok insan öfkelendiğinde öfkelendiğini bilir, ama öyle duygular var ki aslında verdiği kararların bu duyguların altında iken verdiğini bilmez, sadece kararlarımızı etkileyen duygularımız değil, yoksunluklarımızdırda. Mesela, bir erkek varoluş gereksinmelerinden biri olan cinsellik ihtiyacını yıllarca karşılayamamıştır ve bu kişiye bir kız ilgi gösterdiğinde bu kıza hemen bağlanma şeklinde bir birliktelik gösterebiliyor, erkek kendi değerlerini bir kenara atabiliyor, aslında erkek kızı sadece cinsel açıdan çekiçi buluyor ve evlenme kararı alabiliyor, erkek evlilik gibi bir birlikteliğin gerçekleşmesi için cinselliğin yeterli olmadığını bildiği halde, burada erkeğin yaşadığı görülen bir yoksunluktur- temel ihtiyaçlarını (barınma, yemek) karşılayamayan birine yoksul denir, yoksullukta yoksunluklardan biridir- ama bazı yoksunlukların bu kadar kolay farkına varılamıyor, insan tüm yaşam gereksinmelerine yanıt vermediğinde yoksunluklar yaşayabiliyor, ama insan kendi kendine de yoksunluk yaratabiliyor.

Benim korktuğum ve kaygılandığım bazı şeylerin bana bu şeylerden korkmam ve kaygılanmam gerektiği öğretilmiş olduğunu fark ettim, insanlar isteklerini ve dediklerini yaptırmak için karşı tarafı korkutarak yaptırmaya çalışır, beni korkutan kişi en çok neden korkuyor ve kaygılanıyor ise benide isteklerini yaptırmak için onunla korkutuyor ve kaygılandırıyor. Korkmam ve kaygılanmam gereken şeyleri bu kişi bana bilinçli olarak öğretmiyor aslında. Bir örnek vereyim, evli bir kadın ve çocukları olan biri, bu kişinin en çok korktuğu şey anne ve babasının ölmesi imiş -küçükken ve olgunluk çağında iken de korkuyor-. Bu kadının çocukları olduğun da çocuklarına bilinçsiz bir şekilde en çok korkmaları gereken şeyin "anne ve babasından yoksun kalmaları" düşüncesini bilinçsiz bir şekilde öğretiyor. Anne kendi isteklerini her yaptırmak istediğinde, çocuklarına kendini yok etmek/kendine zarar vermek ile korkutur olmuş. Bu durum karşısında genç çocuk kendi istekleri ve annesinin istekleri arasında kalır olmuş -çocuğa en çok korkması gereken şeyin anne ve babasının yok olması ve zarar görmesi öğretilmiş idiya- genç çocuk annesinin yok olmasına katlanamayacağı içinde senelerce annesinin isteklerini yapmaya devam etmiş. Yıllar içinde çocuk kendini açık ceza evinde hissetmeye başlamış -çünkü kıpırdayamaz olmuş bu durum karşısında- büyük çelişkilerden sonra annesinin ve babasının yok olmasını göze almaya karar vermiş -bu yollardan biri idi...-, bunu göze aldığında – yani, artık anne ve babasının yok olmasından ve zarar görmesinden korkmamaya başladığında- annesi isteklerini yaptırmak için kendi korktuğu şeyle genç çocuğu korkutarak isteklerini yaptıramamaya başlamış. Genç çocuk işte o an açık ceza evinden çıkıp, kendi düşüncelerini biriktirmeye -yani genç çocuk özgürlüğüne kavuşmuştur- fikirlerini serbestçe baskı olmadan oluşturmaya başlamıştır. Özgürlüğüne kavuşan genç; yoksun kalma pahasına, yalnız kalma pahasına, onu var eden değerlerin yok olmasını göze almıştır – aslında korktuğumuz ve kaygılandığımız bunlardır, korku ve kaygılarını yenmiştir -.

Yaşam gereksinmelerinden birisi insanın kendini birşeyler yapabiliyor, işe yarıyor olarak görmesi, böyle göremediğinde kendini bir hiç gibi hissetmeye başlıyor ve bu kişide kaygı yaratıyor.
İnsan hakkı olduğunu düşündüğü hayatın birileri tarafından engellenmesine gelemez, insan engellendiğinde çoğunlukla duygularında bozulmalar oluşuyor, algısı bozuluyor, artık görmek istediği gibi bir hayatı görmeye başlıyor, olayları kendi görmek istediği gibi görüyor, en kötüsüde ondan birşeylerin çalınmışlık, çıplak bırakılmışlık duygusu yaşıyor. İnsan hem iç çatışmalar hem de dış etkenlerden dolayı, kendi kararlarını baskı ve zorlama olmadan, kendi farkında olarak alamıyorsa bu kişi özgür değildir, özgürlük gerçekleşmez ise bu kişide hayata karşı yıkıcı eylemleri göstermesine neden oluyor. Aslında yıkıcı eylemde bulunarak kendini rahatlatmaya çalışıyor, bu kişi paylaşma, affetme, karşı tarafın düşüncelerini dinleme, karşı tarafı kendi ayakları üzerinde tutmaya çabalamaz, kendi kişiliğini yapay üstünlükler üzerine kurmaya başlar, biz ve onlar ayrımını sık sık yapar, birde kendinin elinden herşey hemen gidecekmiş duygusuna kapılır.

Akla uydurmaların ve savunma mekanizmalarının karar verirken ki etkilerini daha iyi açmaya çalışayım, zamanında karar verirken akla uydurmaları çokça yaptım, konuşmalarda ve davranışlarımda da çeşitli savunma düzenlerini kullandım – yalan söyleme, olayı yüceltme, abartma, küçümseme, değersizleştirme, genelleme, yansıtma, olayı olumlu değerlendirme, çekingenlik, bence kekelemekte (kekeme uzmanı değilim, farklı kekemelikler var, bende ki kekemeliği düşünüyorum.) bir savunma mekanizması, güzel atasözleri vardır bu savunma düzenleri için, mesela kedi eremediği ciğere mundar dermiş (küçümseme). Kişi benliğini kaygıdan ve korkudan korumak için savunma düzenlerine başvurur. Çelişkili durumdan kurtulmak isteyen bir kişi çeşitli yöntemlerle bu çelişkili durumu hafifletmeye çalışır, benliği içinde bulunduğu duruma katlanamaz hale gelir ve çeşitli akla uydurmalara, savunma düzenlerine başvurmaya başlar, çok basit bir misal vereyim, sigara icipte sigara içmenin kötü olduğunu düşünen birini tanıdım ve sigara içip içmeme arasında çelişki yaşıyordu bu çelişkiyi hafifletmek için, sigara hakkında yazılmış çok küçük bir olumlu haberi alıp çok olumlu bir habermiş gibi düşünmeye başlıyor, sigara içen kişi söyle diyordu, sigara içenlerde ölüyor sigara içmeyenlerde gibi söylemler diyordu, yani bir gün söylediğini birgün söylediği tutmaz, olayın bir tarafını görür bir tarafını görmez, herhangi bir alanda bilgi edinileceği zaman o alanda daha önce geliştirilmiş yöntemlerden yararlanılmadığı zamanlarda da insanların çoğu olayın bir tarafını görür de, olayın o olgu içinde ne yer kapladığını bilemez çoğu zaman, küçücük bir olay için koca sistemi eleştirmeye kalkar, güzel atasözleri vardır bu olay için -bir pire için koca yorganı yakmış derler ya- Akla uydurmaları yapmamak için bir bilgiyi alırken o bilgi alanındaki yöntemin/metodun yol göstericiliğinden yararlanmalı dır, bilimsel araştırma yöntemleri uygulanmalı dır diyeceğim ama bunların uygulanması yeterli gelmiyor bana, bunları uygulamak için insanın kaygı ve korkularını azaltması gerekli ve sonucunda iyi bir ruh hali içinde olur, belki ruh sağlığı yerinde olan insan bu yöntemleri kendiliğinden yapabilir, ruh sağlığı yerinde insan kaygıları ve korkuları az olan insandır, kaygıları ve korkuları az olan insan daha az akla uydurmaları ve savunma düzenlerini kullanır, algısı daha iyidir. 

Seçim yaparken yaşadığımız kararsızlık yüzünden de bir kaygı yaşarız - seçim kaygısı yaşadığım kaygıların başında gelir kendisi :)-. Seçim yaparken iki nedenden dolayı kaygı yaşıyorum -birinci nedenden dolayı pek yaşamıyorum artık-. Birinci neden başkalarının tutumunu düşünmem, örneğin başkaları tarafından benim yaptığım hareketler nasıl görülecek, beceriksiz olarak mı görüleceğim gibi, birde yapacağım kötü, hatalı, zararlı davranışlardan sonra kendime olan güvenimi, saygınlığımı yitirme endişesi - şimdi, her defasında hatalı, zararlı davranışımın farkına vardığımda, daha sağlıklı kararlar verme umuduyla, bu hatalardan, zararlardan birşey öğreniyorum, ve her defasında daha hatasız daha gerçekçi olmaya başlıyorum hayatta, buda bana kendime güvenimi ve saygınlığımı yitirttirmiyor-  yaşadığımdan dolayı seçimlerimde çok zorlanıyordum. ikinci neden ise normal gündelik karar vermeler değilde, kişiye göre uç seçimlerde, veya önemli olarak görülen seçimlerde seçim yapmakta zorlanıyorum ve bu durum bende kaygı yaratıyor -kaygının fiziksel belirtileri vardır (kişiye göre değişir, bende sırt ağrısı ve göz seğirmesi oluyor) veya istemsiz olarak bazı fiziksel hareketlerin yapılarak rahatlamaya çalışılmaktadır)- bu durumlarda insan doğrulanmış bir yol arar, çoğu insan yolun doğruluğundan çok kaygısını azaltacak bir yolu bulma peşindedir, bunun içinde çoğu insan çevrelerinden buldukları örf ve adetleri, inançları, hayat anlayışlarını benimserler. Bunları benimsemeyen kişi -sorguladıktan sonra belki bazılarını benimseyen-, böyle durumlar kişide bir gerilim yaşatır ama bu gerilimin normal bir durum olduğunu algılayan kişide gerilim yaratmamaya başlar.
Çoğu kişi değişimi sevmez değişim demek belirsizlik demektedir, değişimin olmaması seçimin de olmaması demektir böylece seçim kaygısı yaşamaz.

 insan güven içinde olmak ister güven içinde olmak için çabalar uğraşır, mesela güvende olmak için para biriktirmeye (korkunun çok olduğu yerde artar), mal sahibi olmaya adar kendini.
Bir de insan yalnız kalmaktan korkar. Yalnız kalmaktan korkmasının nedeni bence, İnsan toplum içinde kendini tanıdığından (düşüncelerini toplum içinde sınayabilir ancak. Kişi düşüncelerini eyleme nasıl geçiriyor: eyleme geçirirken nelerle karşılaştığında, hangi duyguları etkili olduğunda eyleme geçirmekte zorlanıyor. Kişi duygularını insanlarla ilişkiler kurduğunda öğrenebilir...) insan uzun süre yalnız kaldığında, hayatla gerçekliğini kaybetmekten korkar, belkide kaygılanmaktadır. İnsan karşısında konuşabileceği, kokusunu, tenine dokunabileceği birilerini görmek ister. Yalnız kaldığında hayata karşı gerçekliğini yitirmekten korktuğundan dolayı insan sahte birliktelikler geliştirebiliyor, ama sahte birliktelikler insanları yalnızlıktan korurken insanın kendisine yabancılaşmasına neden olabilir. İnsan kendini bir yere ait hissetmek ister, bir yerde değer verildiğini görmek kişiye haz verir, kendini bir yerde göstermek isteği vardır, kendini birilerine kabul ettirmek isteği vardır. Kişi yalnızlık yaşamamak için çoğu zaman çoğu kişi doğru bilgi ile ilgilenmez, onda yalnızlık duygusunu yaşatmayacak kişilerin bildiğine değer verir, o yönde bilgi toplamaya çalışır, bilimsel bir bakış açısıyla belli bir yöntemle toplamaz bilgiyi, ben çoğu insanın böyle davrandığını biliyorum, bir olguya objektif bakış açısını sağlamayan insana bazen kızıyorum, benim anlattıklarıma karşı bu durum yapıldığında daha fazla kızıyorum aslında, bu durumları bilmek bende nasıl bir bakış açısı sağlıyor derseniz, her davranışın altında bir nedenin yattığını biliyorum, her davranışın altında yatan nedeni araştırmak bazen beni yoruyor, ama davranışların altında yatan nedenleri anladığımda, çoğunlukla karşı tarafa o olay hakkında bir tepki koymanın, veya benim öfkelenmemin bir işe yaramadığını biliyorum, bu davranışları kişinin aşması için bazı düşüncelerin değişmesi, kaygıların ve korkuların hafiflemesi gerekir, yoksunlukların giderilmesi gerektiğini, algının değişmesi için çoğunlukla duyguların değişmesi gerektiğini biliyorum, bunların değişmesi sonucunda kişide iyi bir bilgi işleyişi olabilir. Ama şunu söylemeliyim ki kişi düşüncelerini bire bir uygulamaya aktaramayabiliyor. Ben de bazen düşüncelerimi eyleme geçirirken bire bir düşüncemi eyleme geçiremiyorum, öyleyse ben düşüncelerimi gerçek hayattın içinde oluşturmuyor muyum, veya insan böyle birşeymi gibi bir soru aklıma geliyor.

İnsan yaşamında bazı işlevsel olmayan durumlar ortaya koyabilmekte – olay geçtikten sonra bile sanki bu olay devam ediyormuş gibi davranmaya devam eder- işlevsel olmayan davranışlar tabi insan ilişkileri olumsuz etkiler, yanlış değerlendirmelerde bulunabilir. Bende böyle işlevsel durumların olabileceği hiç aklıma gelmezdi, ama başımdan şöyle bir olay geçti bir keresinde, dedem bir hafta kadar akciğer kanserinden hastanede yattı bende yanında yattım, ardından 14 gün kadar çok yoğun bakımda kaldı, ve 14 gün boyunca her gün hastaneden bir haber bekledik ve hergün hastaneye gittik -kaygılı bir bekleyiş vardı- annemin telefonu her çaldığında bir tedirginlik yaşadık -hastaneden dedemin durumu ile ilgili haber anneme veya yengeme gelecekti-, ve dedemin ölüm haberini benim yanımda iken yengem aldı, ben hiç ağlamadım ve katı bir şekilde şimdi ne yapmamız gerek diye düşündüm, dedemin ölümünden sonra bir iki ay boyunca annemin telefonunun sesini duyduğumda, kaygılı bekleyişteki tedirginliği yaklaşık olarak yaşadım. Bu durum bazı kişilerde kalıcı olabiliyor, ikili ilişkilerde böyle durumlar olduğunda ilişkileri olumsuz etkileyebiliyor.

Kendimde senelerce gözlemlediğim bir şey oldu hemen bir konudan bıkma, konudan konuya atlama, konuyu bir alanla sınırlandıramama, konuya odaklanamama odaklanmaya çalışırken başka düşüncelerin kafama gelmesi idi, bunların altında yatan nedenlerin başında duygusal yoksunluk, sorunlara çözümler üretememek ve belkide genetik eksiklikler var. Bir kız çocuğu tanıyorum, ailesinde şöyle durumlar var, anne ve baba kavga eder, kızın annesi ve birlikte oturdukları kaynana devamlı kavga eder, annenin beklentilerinin gerçekleşmemesi ve kocasının karısına iyi davranmaması yüzünden - anne kızının her hareketini öfkeyle, şiddetle engellemekte, kız çocuğunda üç dört yıl aradan sonra şöyle birşey gözlemledim matematikte hesapların yapılmasında zorluk yaşamaya başladı, okulda ki öğretmende çocuğun okulda yoğunlaşmakta zorlandığını söylemiş anneye, çocuk duygusal yoksunluk yüzünden kafası karışık dikkatini toplayamaz oldu. Hep içinde bilemediği bir huzursuzluk, eksik kalma, tamamlanamamışlık yüzünden bir konuya dikkatini toplayamamakta, aşağılandığından dolayı zamanla bu aşağılanmanın verdiği açı yüzünden büyüklenmeye gidebiliyor, bu büyüklenme yüzünden ilişkilerinde empati kuramaz oluyor, hep yapabildiği işten fazlasını yapma peşinde koşabiliyor insan.

Eşit ilişkilerin olmadığı yerde -acımanın, cinsiyet ayrımının, sınıf ayrımının...- devamlı kavga ve gürültünün olduğu, karşılıksız hiç bir işin yapılmadığı, toleransın sıfır olduğu, kişilerin isteklerine değilde etrafın isteklerine önem verildiği, kişilerin özel hayatlarının ulu orta serildiği -kişilerin kendi iç dünyalarıyla hesaplaşmalarına izin verilmeden yıpratıldığı ortam- ve şiddetin yaşandığı -sözel, duygusal, sosyal, fiziksel acıdan şiddetin yaşanması- bir ortamda sevgi olmuyor. Sağlıklı olan bir sevgi kişiye güven verir - tedirginliğin hakim olduğu ve güvensiz bir ortamda bulunan bir kişi güven sağlamak için sevgi arayışına girebilir, ama bu çok sağlıklı bir karar değildir, genelde böyle durumlarda verilen kararlar sonucunda oluşan ilişkiler pek sağlıklı olmuyor, aşırı bağlanma şeklinde birliktelikler oluşabiliyor -sağlıklı birliktelikler oluşması için bence kişilerin kaygı ve korkularının az olması gerek. İhtiyaçlarını karşılayabilen, kendi ayakları üzerinde korkusuzca durabilen, yaratıcı kişiler daha iyi birliktelikler kurabiliyorlar. Tedirgin ve güvensiz ortamda bulunan kişiler, gözlemlediğim kadarıyla çevrenin kendilerini sevecek şekilde davranmaya çalışıyorlar, aşırı bir ilgi ve sevgi beklerler-
Şöyle bir durum var sevildiğini hisseden kişi kaybetme korkusunu az yaşar, bu kişi yanlış yapma telaşını daha az yaşar, çünkü aid olduğu bir yer vardır o kişinin, aidlik hisseden kişi şunları hisseder herhalde; birilerinin o kişiye değer verdiğini hisseder, onun varlığı birileri tarafından önemsendiğini, benim varlığımdan ötürü birileri mutlu oluyor, bu hayatın içinde bende bir yerlerde bir işe yarıyorum, yanlız değilim gibi düşünceler içinde dir -bir kişi bir yere kendini aid hissetmek için, o yere aid olması için istenen davranışları yapmaya başlayabilir, kişinin edindiği bilgiler diyelim ki, kişiyi aidiyet hissettiği ortamın ortak düşüncelerine, davranışlarına, inançlarına ters gelecek bilgiler ediniyor. Bunun sonucunda bu kişi hiç bir kişi ve topluluk tarafından hiç benimsenmiyor ve bunun sonucunda yanlız kalıyor, düşüncelerine, davranışlarına önem verilmiyor diyelim, insan olmaktan dolayı bile bir değer görmüyor, böyle haller içinde kalan kişi kendini iyi hissetmeye bilir, yanlızlık çeker ama bu kişi hayatta doğruları ilke edinmiş ise yukarıdaki durumlar karşısında kendini kaygılı ve huzursuz hissetmez. Aidiyet duygusu hisseden kişiler -veya ne pahasına olursa olsun kendine doğruluğu ilke edinmiş kişiler- sorgulamaktan korkmaz, soru sormayı iyi yapar, böyle olmayan kişiler daha az sorgular -sorgulama yerine çoğunluğun dediğine uyum göstermeye çalışır-.

Umutsuzluğa değinmek istiyorum biraz, umutsuzluk genelde beklentiler gerçekleşmediği zaman ortaya çıkan bir yok olma duygusu, insanların birçoğu beklentilerini oluştururken kendi dışındaki birçok değişkeni dikkate almadan kendi arzularına ve isteklerine göre gelecek zamanı şekillendirmeye kalkıyor, adeta 'zamanı hapsetmeye' kalkıyor -şu olursa şu olur-, olaylar zaman içinde değişiyor, kişiler zaman içinde değişiyor (birçok anne ve baba yeni doğmuş çocukları hakkında bile gelecek ile ilgili bir çok beklentiye giriyor, bir insan üzerinde beklentiye girmek kadar saçma bir şey olamaz bence) ve bizim dışımızda gelişen bir çok olayıda kontrol altına almaya çalışıyoruz, böyle beklenti oluşturulduğunda genelde beklentiler gerçekleşmiyor ve sonucunda umutsuzluk yaşanmakta, umutsuzluk gelecek ile ilgili kaygılar yaşamamıza neden olmaktadır. İstediğimiz, arzuladığımız, gerçekleştirmek istediğimiz bir durum karşısında, elimizden geleni yapmak, yani elimizdeki verilerle hareket etmesini öğrenmek gerek, sonuçlar benim eylemim ve bir çok etkenin meydana gelmesi sonucu oluşur genelde, ben benim eylemimle ilgilenmeyi öğrenmem gerek.


Duran Aydoğmuş


Güvenlik üzerine düşüncelerim



            Güvenliğe farklı boyutlardan bakmaya çalıştım, güvenlik önemli bir insani ihtiyaç, toplum ve ulusun devamı için çok önemli bir gereksinme. Güvenliğik ile alakalı olduğunu düşündüğüm bazı konulara değinmeye çalıştım; kişilik yapısı, eğitim, iktisad, insan hakları ve eşitlik, adalet, hukuk, kamu yönetimi, sosyal yapı ile ilgili görüşlerimi yazdım. Savunma ve askeri alana dağir pek bilgim yok, askeri ve savunma alanına dağir açıklama getirmek iyi olurdu.


            Her insanın bir anlamlandırma sistemi vardır bu anlamlandırma sistemi içinde, İnsanı, hayatı ve dünyayı kendi anlamlandırma sistemleri içinde anlamlandırıyorlar, doğum, ölüm, gibi kelimelere anlam yüklüyorlar. Mesela bir anlamlandırma sistemi, insan kendini geliştiribelir diyorken bir diyeri insan ançak belli kalıplar içinde gelişebilir diyor, her kültürün'de dünyayı ve çevresini anlamlandırma sistemi vardır. Bazı zihniyetlerin hayata verdikleri anlamlar, dünyayı algılayış şekilleri kargaşa ortamı yaratıyor, mesela dogmatik zihniyetler, komplocu zihniyet, feodal zihniyetler gibi. Dogmatik zihniyet tüm eleştirilere kulaklarını tıkar, sadece kendi yandaşlarını dinler, planları programları kendi düşüncesindeki kişilerle paylaşımda bulunur gerçek muhattapları ile konuşmaz, kendi gibi düşünmeyenleri hemen kötüler, yok etmek ister. Komplocu zihniyet ise her yerde komplo arar, başarısız olduğu yerde bir komploya kurban gittiğini söyler, bu kişiler korkar ve paranoyaktırlar, kriz anlarında bu komplocu zihniyet daha da alevleniyor. Feodal zihniyette erkek egemen bir yapı, kadının ikinci sınıf olduğu bir yapı vardır, eğitime, bilgiye, yeteneğe önem verilmez, yaş daha önemlidir, bunamış olsa dahi bu kişi, bu kişinin söyledikleri kişi üzerinde ve toplumda yaşlılının sözü geçerlidir. Ailede, okulda, gruplarda, ülkelerde bu zihniyetlerin yaygın olması o ortama kargaşa, şiddet, ayrımcılık, nefret getirmekte ve güvenli bir ortam oluşamamaktadır diye düşünüyorum.

Korku ve kaygılarını en aza indirmiş bireyler ve toplumlar sağlıklı bir ruh yapısı içinde olabiliyorlar, ruh sağlığı yerinde bir insan, kişiliğini sağlıklı bir şekilde oluşturabiliyor.
Bağnazlıktan temizlemiş, anlamsız önyargıların, kalıpyargıların içine girmemiş kişiler ve toplumlar özgür düşünebiliyor, özgür düşünen birey sorgulaya biliyor, eleştirebiliyor, söz söyleye biliyor, ailedeki, toplumdaki, okuldaki eğitim bu yönde ilerlemeli. Okuldaki eğitim malumat yüklü, ezberci olmaktan uzaklaşmalı, sorumluluk bilinci artırılmalı. Adalet, eşitlik, dürüstlük, sevgi gibi değerleri en üst değerler olarak benimsemiş kişilerin yaygın olduğu toplumlar daha az güvenlik endişesi yaşıyor.

           Çeşitli ülkeleri, haritaları incelediğimde, inceleyenlerin yazılarını okudumda bir Ulusun oluşumunu belirleyen ve bir arada tutan etkenlerin ne ırkı, ne dili, ne dini/mezhepi, ne çoğrafi özellikleri, hatta ne aynı toprak parçasıdır, bir de başka ulusun karşıtlığına dayandırılarak ulus oluşturulmamalı. Ulusun oluşumu akla, mantıklı düşünceye, adalete, eşitle dayandırılmalı, böyle bir oluşumda insani ihtiyaçların karşılanması daha kolay oluyor, böyle oluşturulan ulusların birlik ve beraberlik sağlaması ve güven içinde yaşamlarını sürdürmeleri daha olası gibi.

          İnsanın uzun süre belirsizlik içinde kalmaya katlanamadığı için çoğunlukla insan karşısındaki kişiyi, olayları hemen tanımlama durumuna girmekte, belkide böyle tanımlayarak kendini güvende hissetmesini sağlıyor, ama böyle hemen sorgulanmadan alınan bilginin kalıpyargıya dönüşme olasılığı vardır, kalıpyargıların hoşgörüyü engellediği, ırksal ayrışmalara neden olduğunu, ötekileştirme söyleminin artığını düşünüyorum, güvensiz ortamlarda kalıpyargılar artmakta. Gerginlik anlarından sonra birliği sağlamak için oluşturulan önyargılar, kalıpyargılar ve ırk temelli üzerine oluşturulan birlik anlayışları uzun sürede ayrışmalara neden olmaktadır.
Tarih tarafsız bir şekilde yorumlanmalı, yanlış yorumlanmamalı diye düşünüyorum.
Bir toplumun bir soruna karşı ortaya koydukları çözüm yolları zamanla o toplumun kültürünü oluşturur, bu soruna koyulan çözüm yolları zamanla işlevsiz hale gelebilir, toplum sağlıklı olmadığında geliştirilen bir çözüm yolu olabilir.

Bir ulus bir ulusun topraklarında kanunsuzlukla iş yapmak için bulunmamalı, bu benim ulusumdan bir kişi veya kurum olsa bile bu kişiyi ve kurumu engellemeye çalışmak gerek, hele bir kurum maddi yardımdır falan filanla kendi mezhebini, inançını yaymak için bir ulusa sözde yardımda bulunarak orada egemenlik kurmak için bulunmamalı, bir ulusu az gelişmiş olarak tanımlamamalıdır. Bir ülke bir toplumu evrensellik iddiası ile o toplumu eritmeye kalkmamalı, böyle davranışlar savaşların nedenleri olmaktadır.

           Devletin varlığının anlaşılması, kurumların tanınması her yurtaşın görevi olmalı, kurumların işleyişi bir biriyle bağlantısı bilinmeli, yurttaş kendi haklarını bilmeli ve haklarında yaşanan sıkıntıları nasıl aşabilirin yollarını araştırmalı, yaşadığı ülkenin kurumsal işleyişini bilmeli ve haklarına tecavüz edildiğinde nereye gideçeğini bilmeli, çevresini tanıyan kişiler kendilerini daha çok güvende hissetmekte. Kurumların sorunlarının farkında olarak kurumlara eleştirilerimizi yöneltmeliyiz, sorunun değil çözümün bir yerine adapte olarak kurumu iyileştirmeliyiz.
Gördüğüm kadarıyla aileden başlayarak, kurumlara kadar yaşanan korkular, baskılar sonucunda kişi sıkılkan, çekingen kendi hakkını arayamaz bir hal içine girebiliyor, birde şöyle bir durum gördüm sorunlarımızı ne şekilde aşaçağımızı bilememek ve sonuçta aşamamak kişileri olaylara karşı duyarsız hale getiriyor.
Şöyle bir durumda var, çoğunluk bir sorunu olduğunda hangi devlet kurumuna baş vuracağını bilmemekte, şikayetçi olduğu birçok konuda, veya şöyle niye yapılmıyor ki diye söylendiği bir çok konuda aslında kamuda veya özerk kurumlarda azınlık bir grup olsa bile o alanda çalışmalar oluyor bence.

Alınan güzel kararlar, kurumlar içinde yaşanan görüş ayrılıkları nedeniyle, kurumların etkin bir şekilde işleyişini engellemkte. Alınan sonuçlar uygulamakta geçikmekte, işlerlik kazanamamakta, kurumlara olan güven sarsılmakta.

           Toplumun, devletin hareketli yapısı düşünülerek gerekli hukuki düzenlemeler zamanında yapılmalıdır. Güvenliğin olmadığı yerde hukuksal düzenlemeler zamanında yapılamıyor. Devlet hangi hal içinde bulunuyorsa hukuki değerlendirmeleri ona göre yapmalıyız, olağanüstü hal ise olağanüstü hal kanunlarına bakarak ona göre hukuk dışı bir uygulamanın olup olmadığına bakmalıyız, normal zamanda normal kanunlara bakmalıyız. Kamu düzeni, kamu sağlı, kamu ahlakını bozucu durumlar göz önüne alınarak hakların kullanılmasında demokratik toplum düzeni göz önüne alınarak sınırlandırmalar olabilir, bu sınırlandırmalar toplumun düzeni için gereklidir, Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz. Eşitlik ilkesini değerlendirilirken, aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulur. Güvenliğin olmadığı yerde adaletin sağlanması çok zordur, insan onuruna yaraşır bir hayat sürmek, insan ihtiyaçlarının karşılanması çok zorlaşmaktadır.

Sosyal ve ekonomik hakların karşılanmadığı yerlerde kişinin siyasal haklarını tam anlamıyla etkin olarak kullanması çok zorlaşmaktadır, Siyasal, sosyal ve ekonomik hakların tüm yurttaşlar tarafından eşit şekilde kullanıldığında her alanda en ideal eşitliğe kavuşulaçaktır herhalde.
Yurtaşların unutmaması gereken bir meselede, birçok hak için geçerli olan bir durum da bir hakkın kullanılması ile birlikte bir ödev de bereberinde gelmekte.

             Her konuda iyi bir veri akışının sağlanmadı ve kamu yönetiminde denetim mekanizmasını kurmadan, kamu organları tarafından yapılan işlerin boşa çıkma, çıkar gruplarına haksız çıkar sağlamasına neden olabilir, bu boşa çıkan işlerin ve haksız çıkarında, kamuyu zarara uğratmakta ve haksız çıkarlarda halkın devlete karşı güvenini sarsmakta, kamu içindeki haksız çıkarlar ise halkın devletine karşı duyarsızlaşmasına yol açmakta. Denetimin eksik yapılandığı alanda iyi bir planlama yapılamamakta, denetim eksik olduğunda devletin tanımış olduğu teşvikleri, muafiyet ve istisnaları gerçek amacı dışında kullanma durumu ortaya çıkabilir, kayıt dışı çalışmak/çalıştırmak, karapara işi yapan ve aklayan'lar denetim eksikliğinden yararlanmaktadırlar.
İyi bir yurttaş olarak yaptığımız maddi yardımlarımızın yerine ulaşıp ulaşmadığının denetimini yapmalıyız, yaptığımız yardımlarla karşı tarafı etkilemeye çalışmadan yapmalıyızdır. Bilgi edinme hakkımızı kullanmalıyız.

             Haberin kaynağını araştırmadan hemen ortalığı ayaklandırmamak gerekli, haberi kaynağından doğrulatmalı, bilgi sahibi olmadığımız konu hakkında bilimsel kurumlardan bilgi almalı, Türkiye Bilimler Akademisi, üniversite dergilerinden, meslek'te uzmanlaşmış meslek odaları gibi kurumlardan bilgi almaya özen göstermeliyiz.

             Her meslekte meslek edinme aşamaları, meslekte yükselme, atama işlemleri özerk bir şekilde kurumsallaşarak yapılmalı, mesleğin bugünkü ve geleçekte değerini şuan mesleklerini içra edenler belirliyor, meslek etiğini benimsemiş ve savunan meslek adayları artırılmalı. Meseleklerde uzmanlaşmaya gidilerek, meslek mensupları toplumsal çıkarları bireysel çıkarlara tercih edmelidir. Personel sistemi iyi işletilmeli, görev, yetki ve sorumluluklar iyi dağıtılmalı. Hak etmediği vasıfları almaya kalkışan, bu kişi kendine kaldırması ağır olan bir yük almış olur, yetki sınırlarını bilemez, şiddet uygulayabilir, sorumluluk almaktan kaçınır, diye düşünüyorum. Hemşehriciliği kamu hizmetlerinde kendine öncelik sağlamak için yapanlar bencildir, bencillik sürekliliği getirmez, sürekliğin olmadığını gören kişi kendini güvende hissedemez, güvenliği hep yanlış yerlerde arar. Kendim için istediğimi senin için de kendime istediğim gibi istiyorum, yani bu ikisini kapsayan bizim için istiyorum anlayışı olduğunda düzen daha iyi sağlanabiliyor.

Hakimlerimizin bağımsız, tarafsız olması, herkesin yararınadır. Savcılık ve polis'e delil toplama işi için yardımcı olmalıyız, delil toplama aşamaları iyi işlemez ise soruşturma aşaması iyi işlememekte, böyle olduğunda devlete güven eksikliği doğuyor. Adalet duygusu sarsılmakta.
             Güvenliğin olmadığı yerde ayrışmalar, kopuklukların baş göstermesi beklenmelidir. Güvenlik anlayışı her ailede farklıdır, erkeğin veya kadın'ın eşitini, fiziki, psikolojik, ekonomik, sosyal şiddet uyguladığında, sindirmek için kısıtlamalara yol açtığı bir toplumda, çocukların okula gönderilmediği, kız-erkek ayrımcılığın yapıldı, kadın erkek ilişkilerinin koparıldığı, engellendiği, kısıtlandığı, gelinin dışlandığı ortam güvenli olmaz, kısaca eşit ilişkilerin dışındaki ilişkiler güvensizlik yaratmakta böyle sorunların yaşandığı ilişkilerde örgütlenememe, birlikte hareket edememe sorunu doğuyor.

              Suçun yaşandığı ortamda maddi hasar meydana gelmekte, suç esnasında birde suçun ortadan kalkmasından sonra insanlarda suç korkusu yaşanmakta bu yaşanan suç korkusu maddi hasardan çok daha fazla bireye ve topluma zarar vermekte, güven bunalımı yaşanmakta, bireyi kendi içine dönük yaşamasına neden olabilmekte, insanlar arası bağları zayıflatabilmekte, böyle durumda suç daha kolay yayılabileçek zemin bulmaktadır.

             İktisadi düzenin oluşması, gelişmenin, kalkınmanın gerçekleşebilmesi için güvenlik en temel şarttır. Ekonomik kriszlerin sıklıkla meydana gelmesi iktisadi olarak belirsizlikleri artırmakta, emek güçünü olumsuz etkilemekte. Gelir ve servet dağılımında oluşan bozukluklar sonucunda yoksulluk, yolsuzluklar artmakta, bu gibi durumlarda ulus kelimesine yüklenen anlamlar yeniden tartışılmaya başlanmaktadır. İç ve dış borç yükünün fazla olması, iktisadi alanda yaşanan olumsuzluklar ulusal güvenliği tehdit etmektedir.

            Mezhepler Kuran'ı Kerim ile bağdaştırılamaz, her meshep benim dediğim doğru diyor, Kuran'ı Kerim bir tane olduğuna göre bir doğru vardır. Mezhepler en büyük ayrılıkları getirmekte, çatışmalar doğurmakta, güvenliği uzun yıllar bozmaktadır. Devletin her dine eşit şekilde yaklaştığı, siyasetin din üzerinde baskı araçı olarak kullanılmadığı ortamlarda insanlar yaratılışını, yaratanını daha iyi tanımakta.

           Laiklikten rahatsız olanlar, laikliğin baskı ve çıkar odaklarından uzak bir ortamda bireylere yaratılışını en iyi tanıma ortamı sağladığının farkındalarmı açaba.
           "Ne Mutlu Türküm" diyemeyen, bu sözün ırk ile alakası olmadığını biliyormu açaba, Atatürk milliyetciliğinden haberdarlarmı açaba.
Bu anlayışlar yıllarca şiddet ortamı yarattı.