3 Mayıs 2014 Cumartesi
Özgürlük Üzerine
Özgürlük nasıl bir kavramdır ki, herkes tarafından dillendirilmekte.
Çevremde özgürlük tanımlarına verilen anlamlar şöyle; bir şeyden bağımsız olma, kendi isteklerini istediğin gibi yapabilmek, hiç kimseyi takmamak olarak da dillendirilmekte.
özgürlük kavramı her çağda var mıydı diye sormak gerek, özgürlük kelimesine farklı bir isim verilmiş olabilir mi. Her çağda ne kadar ön planda idi, ne kadar kişi tarafından dillendiriliyordu, tam olarak nasıl anlamlar verilmişti, nasıl anlam farklılaşmasına uğramıştı, bunu bilmiyorum.
Günümüzde özgürlük kavramı sanki çok ön planda olan bir kavram. Acaba bu kadar ön planda olmasının nedeni eksik olduğumuz bir alanın dillendirilmesi mi, hani bir insan kendinde bir şeyi eksik hisseder ya veya bir konuda rahatsızlığı olduğunda, devamlı onu dillendirir ya çevresinde. Özgürlükte toplumun sahip olamadığı bir şey olduğundan dolayı mı dillendirilmekte.
Özgürlük kelimesine verilen anlamlara nasıl bakabiliriz.
Bir kelime tek başına bir anlam ifade etmez, kelimelerin içi başta boştur, insanlar kelimelere anlamlar yükledikçe kelimeler işlev kazanır, bir kelime diğer bir kelimeyle zincir şeklinde bağlantılıdır, ama aynı zamanda diğer kelimelerden bir noktada ayrılmaktadır. Mesela bir işte ustalaşan kişi ustalaştığı işteki kelimeleri seçerek konuşur ama bu işe uzak olan biri kelimelere pek dikkat etmeden konuşur, çünkü o alandaki kelimelerin tam ayrımına varamamıştır. Özgürlük kelimesi ile yakın ilişki içinde olan zincirin en yakın halkalarını tespit etmeye çalışalım.
Özgürlük kavramını açmadan önce insanın doğasını açmaya çalışalım, çünkü insan doğasını açmaz isek, özgürlük kavramının insan için önemlimi/önemsizmi bilemeyiz.
Neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda bir karara varırken. İnsanın yaratılışına/İnsanın varoluşsal durumuna ve insanın gelişmesini yöneten yasalara bakarak bir karara varmalıyız. Böyle yapmadığımızda sana göre bana göre olur.
İnsan hayvana benzemiyor, bitkiye de benzemiyor, diğer hiçbir canlıya benzemiyor, hayvanları ve bitkilerin doğal bir ortamları var, bu doğal ortamlarından koparıldığında, hasta oluyorlar veya yaşamlarını sürdüremiyorlar, her hayvanın ve bitkinin doğal ortamını bildiğimizden onların hastalanmaması ve yaşamlarını sürdürmek için yapılması gerekenleri kesin çizgilerle çizebiliyoruz. Varoluş durumunu bildiğimiz bir şeyin yaşamını sağlıklı sürdürmesi için yapılması gerekenleri kolayca ortaya koyabiliriz. Yaşamlarını zamanın yok ediciliğinden ötürü sonlanırsa, diyebiliriz ki hayvana/bitkiye yaraşır bir şekilde yaşadılar.
Sanki insanın varoluşundan kaynaklanan bazı durumları/gereksinmeleri, tutkuları var.
İnsan diğer canlılara göre değişik bir varoluşsal yapıya sahip görünüyor, çünkü insan diğer insanlara bir şey anlatmak için intihar edebiliyor. Etrafında dönen olayları anlamadığında/uyum sağlayamadığında/hayat anlamsızlaştığında intihar edebiliyor. İnsanın çevresini anlama ve kendini anlatma/anlaşılma ihtiyacı içinde.
İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir canlıya ihtiyacı var -yalnızlığı bu yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını bildiği yerde gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aidiyet hissediyor. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. Anlaşılmadığında ve kendini anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri bozulduğunda, insan kendi kendini yadsıyabiliyor/aşağılık durumunda kendini görebiliyor. kişi kendi kendine çeşitli oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor.
Kendi dışındaki canlılarla ilişki kurmak onlarla bütünleşmek istiyor. karşı canlının kokusunu duymak bile iyi geliyor insana, yalnız kalmak çok zor gelir. ilişkiyi ya sağlıklı bir şekilde paylaşarak, saygı duyarak, güven içinde yürütür, yada narsist bir şekilde bu varoluşsal ihtiyacı gidermeye çalışır.
Kendini kendine kanıtlamak ister hep, güç sahibi olmak ister gibi, bunu da yaratıcılık ve yıkıcılıkla yapar.
Bir yere ait olmak ister. birşeylerle, birileriyle kendini tanıtmak ister, bunu bireyselliğini koruyarak yapar veya kendi bireyselliğini yitirerek de olsa bu varoluşsal ihtiyacı karşılamak için sürünün içinde kaybolarak yapar.
Kendine hep bir amaç hep bir yapılacak şeyler koyar, geride birşey bırakmak istemekte. Böyle yaparak ölümden mi kaçmak istemekte bilemedim.
Yukardaki teorik açıklamalardan sonra, insanların çoğunluğunun nasıl davranışlar içinde bulunduklarını şu ana kadar ki gözlemlerim çerçevesinde değerlendireyim.
İnsanın asıl sorunu;
Bir şekilde bir yere ait olmak ister, kendini anlatmak ve anlaşılmak ister, insan yalnız kalmamak için çabalar çoğunlukla. Öyle ki insan doğru peşinde de değildir, toplumun doğru dediği şeylere doğru demeye yatkındır insan. Değerleri de sabit değildir öyle pek. Değerlerini güçlünün değerleri ile yer değiştirmeye yatkındır, güçlü olmak ister insan, ünlü olmak ister, çok kişi tarafından bilinmek ister. Çok kişi tarafından bilinmek demek, çok anlaşılıyorum demek anlamına da geliyor. Öyle ki insan çok da tarafsız değildir, eşitlikçi değildir. İnsan bir yerde uyumsuzluk/terslik hissetse bile o topluma uyum sağlamak adına bazı şeyleri görmemezlikten, duymamazlıktan, aldırmamazlıktan veya akla uydurmaları yaparak uyum sağlar, bunu yapar çünkü yalnızlığın verdiği sıkıntıyla karşılaşmak istemez. Bulunduğu çevreye uyum sağladığında kendini güvende hisseder bir nevi, uyum sağlamadığında çevresindekiler onu tam kabul etmezler içlerine, ayrımcılığa maruz kalır. İnsan öyle bağımsızlık peşinde falanda değildir, bir kişiye birisi kendini iyi hissettiriyorsa ve bu kendini iyi hissettiren kişinin hareketleri ters bile gelse kişiye, kişi o kişinin ilgisinden kopamaz. İnsan seçim yapmaktan pek de hoşlanmaz, değişimi pek de sevmez. Zaten çoğu kişi de seçimlerinin çok da bilincinde değildir. Çünkü seçim yapabilmek için iki şey gereklidir, bu iki şey de insanda pek yoktur; birincisi kendi düşünceleri üzerinde düşünmeden oluşturmuş olduğu hayat görüşleri vardır, aldığı kararları nasıl verdiğine pek dikkat etmez, yoksunluklarının, güçsüzlüklerinin pekte farkında değildir. Yani bilinçli/farkında değildir kendinin. İkincisi ise insan değişimden hoşlanmaz, değişimin getirdiği belirsizlikleri/kaygıları normal karşılamasını bilmez.
Yani insanın sorunu özgür olmak değildir.
Bu tespitten sonra, yinede özgürlüğün insan için bir anlamı olup olmadığına bakmaya çalışayım.
İnsan ilk doğduğunda hiçbir seçim yapaçak yeteneğe sahip değildir, ve Hiçbir konuda bilinçli şekilde bir şeyi elde etmek için emek vermesini bilmez, duygularını tanımaz.
İnsan kendi kendini yapılandırır, doğuştan gelen bir bilgisi yoktur, Hiçbir kavramsal bilgisi yoktur, kelimelere anlamlar vererek kendi anlam dünyasını kendi yapılandırmaktadır, yapılandırırken içsel ve dışsal baskılardan ne kadar uzak ise veya içsel ve dışsal basıkları ne kadar az hissediyorsa o kadar iyi bir yapılandırma yapar, yetenekli olur ve o kadar doğal görüntüsüne kavuşur.
Şimdi burada doğal görünmenin ve yetenekli olmanın ne demek olduğunu açıklıyayım ve özgürlük ile nasıl bağlantı kurduğumu açıklayayım.
Doğal görünmek demek ruh sağlığı yerinde insan demek aynı zamanda, ruh sağlığı yerinde insan demek, söyledikleri ile yaptıkları arasında uçurum olmayan demek, özü sözü bir olan insan demek, kendini olduğu gibi kabul edebilen insan demek, yalansız dolansız olan demek, aşağılık üstünlük mücadelesinde olmayan demek, karşılaştırmalar içinde olmayan demek. Kendini gerçekte olduğundan farklı göstermeye çalışmayan insan demek.
Yetenekli insan, kendi fiziki ihtiyaçlarını karşılayacak beceriye ve bilinçe ulaşmış insandır, yaptığı seçimlerin sonuçlarının farkında olan insan demektir, seçimlerini bilinçli almaya çalışan kişidir de, aynı zamanda imkanlarının fakında olup bu imkanlarına göre kendine işe yarar birşeyler üreten kişidir de. Yetenek tecrübeyle yakın ilişkilidir, yetenek emek gerektiren bir uraştır da.
Yeteneklerimiz ölçüsünde karşımıza imkanlar çıkar, imkanlarımız çercevesinde birşeylere ulaşabiliriz, seçeneklerimiz olur. Özgürlük seçenekler arasında seçim yapmaktır derler, ama seçeneklerimiz de bizim imkanlarımıza bağlıdır, imkanlarda yeteneklere bağlı birşeydir.
Doğal olmak/ruh sağlığı yerinde insan olmak insan keyiflerin en büyüğünü yaşatır, içsel rahatlama sağlar insan. Çok daha az kaygısız ve endişesiz bir hayat sağlar insana -gerçi insanın beklentileri, gereksinmeleri, umutları olduğu sürece kaygılar hep olur ama-
İnsanın ruh sağlığını/doğal görünmesini bozan ve yeneklerimizi engelleyen bazı nedenler ortaya çıkar.
İnsan ilişkilerindeki rahatsızlıklar/uyumsuzluklar ile kendimizden beklentilerimiz/görmek/bulmak istedilerimiz ile yaptıklarımız/bulduğumuz/karşılaştığımız durumlar arasında farkın oluşması sonucunda zorlanımlı yapılar meydana gelir bu zorlanımlı yapıların/çatışmaların arkasındaki nedenler kaygılardır. İnsan kaygıları karşısında, kendini olmadığı gibi göstermeye girer, kendi farkında olmadan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları uygular -yüceltme, büyüklenme, yansıtma gibi...- Kendi çatışmalarımızla ne kadar yüz yüze gelirsek ve kendi çözümlerimizi/çözümlemelerimizi ne kadar çok ararsak o kadar çok içsel özgürlüğümüze kavuşuruz. Ve ne kadar çok kaygı ile mücadele etmeye razı isek o kadar çok kendi kendimizi yönetmeye yaklaşabiliriz. Yoksa açık ceza evlerinde yaşamaya mahkumuzdur.
Açık ceza evlerinden bahsetmek istiyorum, Açık ceza evlerde olanların kapalı caza evlerinden farkı fiziki olarak dolaşım serbestisine sahiptir. Ama açık ceza evindekiler de hareket serbestisine sahipmiş gibi davranmazlar. Açık ceza evlerinde tel örgülü duvarlar yoktur, onun yerine kişilerin kendine koymuş olduğu sınırlar vardır, kendini sınırlandırmalarıdır, veya bağımlılıkları onların tel örgüleridir. Kaygıları ve korkuları duvarlarıdır, bazen ise alışkanlıklarıdır, bazılarında ise sınırsız özgürlük istemleridir. Bazı açık ceza evine girenlere baktığımda ise kafalarında yarattıkları ideal dünyayı arayışlarıdır. Açık ceza evinde şöyle kişilerde vardır, katı bir şekilde bir inança veya doğruya boyun eğmişler. Açık ceza evindekilerin ortak özelliği; sanki bir şeyle bağlıymış gibi hareketsiz olmaları, farklı bir alana geçememektir. Olandan çok olması gerekenden konuşurlar, eski durumu korumaya çalışırlar.
Açık ceza evlerindekilerin suçları nedir, suçlarını kim belirlemiştir, ne zaman serbest kalaçaklardır, açık ceza evinden bazen kacışlar yaparlar mı, kaçtıklarında onları yakalayıp tekrar geri döndüren nedir, açık ceza evinden çıktıklarında uyum sorunu yaşarlar mı.
Açık ceza evlerini yaratan ortamlar nasıl ortamlardır, sosyolojik, psikolojik faktörler nelerdir.
Açık ceza evinde yaşayan gruplardan örnekler vereceğim, nasıl kapalı ceza evlerinde çeşitli cezalardan hüküm giymiş kişiler varsa, bu açık ceza evlerinde de çeşitli cezalardan mahkum olmuş kişiler vardır. Bu örnekler sorulara yanıt olaçaktır.
Bir gün genç bir delikanlı çevresindeki insanlardan farklı olduğunu anlamış, bunu ona fark ettirmişler, ve bu farklılık onda geleçek ile ilgili kendinde bir eksiklik hissetmesine neden olmuş, bu eksik olduğu noktayı açıklığa kavuşturamamış, bunun gerçekten eksik olup olmadığını denememiş, ama o kendisinde bu konu hakkında bir eksiklik hissetmiş, bunu kendine karşı sesli dillendirememişsede içten içe bu eksikliği hissetmiş, ve kendini eksik gördüğü şey ile ilgili kendini baskılamış, zorlanımlı bir durum oluşmuş, ve bu zorlanımlı durum karşısında bu kendini eksik gördüğünden başaramayaçağını düşündüğü şeyi yüceltmiş devamlı, onu ulaşılamaz yapmış, ona övgüler düzmüş. Arasıra bu durumu düzeltmek için denemeler yapmış ama yine başaramayaçağının verdiği kaygı ile -kaygı diyorum, korku değil, korku somut olan birşeydir, kaygıda gerçekçi bir şey yoktur, kişi kendi algısında kaygıyı yaratır- geri çekilmiş ve kendine bu konuda birçok sınırlar çizmiştir. Topluma karşı ve kendine karşı bu başarısız hissettiği şeyi açıklaması gerekiyordu. Niçin mi , kendi benliğini kaygıya karşı korumak için. Bir taraftan bu şeye ihtiyacı vardı, bir taraftandan düşündü bu durumu, başarmalıyım diyordu, bir ara hiç görmemezlikten gelmeyi, artık sahte denemeleride bırakmayı, hiç denememeyi, bunun yerine kendini başka şeylere vermeyi düşündü bu yolu bir süre denedi ama ihtiyacı vardı bu şeye, onsuz olamazdı, işte kendisiyle çelişkilere de başlamıştı, kendisiyle çatışıyordu, zorlanıyordu çok, ve bu zorlanmalı/çatışmalı duruma karşı Bir şey yapamıyordu, ve bu durumda psikolojik sorunlar oluşmaya başlamıştı. Kendini eksik görmesi/aşağı görmesi yüzünden olayı yücelterek kendine görünmeyen sınırlar çizmişti.
Bir başka örnek vereyim; Bağımlı bir genç veya çok değer verdiği bir varlığı kaybetme kaygısı yüzünden açık ceza evi mahkumu olmuş birini anlatayım. Değer verdiği kişi de narsist bir kişi, açık ceza evindeki kişi kendi isteklerini kendi düşüncelerini şekillendirmeye ne zaman kalksa, ne zaman ben buyum dese, değer verdiği kişi onu kendi düşüncelerine cekmek için kendi hayatını sonlandırmakla tehtit ediyormuş, sonlandırma girişimlerinde bulunuyormuş. Değer verdiği kişiyi kaybetmemek için de kendini geri çekiyormuş, düşüncelerini bir bütün haline getiremiyormuş, değer verdiği kişinin çizdiği görünmeyen sınırlar var ve bu sınırları geçmesine izin vermiyor, değerli gördüğü kişinin bu sınırları diğer kişinin açık ceza evi sınırları oluyor. Ve değer verdiği kişi kendisini açık ceza evindeki kişiye adamıştı, her istediğini yapıyordu, kendi duygularını tanımasına, mücadele etmesine izin vermiyordu, rahat bir dünya yaratıyordu, ama dünyayı gerçekci bir şekilde tanımasına izin vermiyordu. Açık ceza evindeki kişinin değer vermesinin ve bağımlı olmasının nedeni de, değer verdiği kişinin varlığı onun var olma nedeniydi, onu var eden şeydi, ona karşı vicdani bir durumuda vardı, bu vicdani durumda onun sınırları aşmasında engeldi. Kendi bütünlüğünü bir türlü oluşturamıyordu, bu durum onda özgüven eksikliği yaratmıştı, gerçekçi de algılayamıyordu dünyayı.
Başka bir açık ceza evinden bahsedeceğim, kendi seçimlerini yapamayan, seçim yapmaktan çekinen insanlardan bahsedeceğim, seçimlerini kadere bırakan insanlar bunlar, kontrolün kendisinde olduğuna inanmayan, bulundukları toplum tarafından hayatları şekillenen, bulundukları toplumun kurallarını hiç sorgulamayan, toplumun dedikleri onlar için çok önemlidir, bireysel bir istekte pek bulunamazlar, bulundukları toplumdan ayrı bir yaşam onlar için büyük belirsizlikler demektir, belirsizlikten hiç hoşlanmazlar, yabancı, elalem gibi kavramlardan çok söz edilir. Hiç şüpheçi, eleştirel düşünmezler -bakalım bu tutumlar bu kişileri nasıl bir ceza evine sokacak-. Zamanla değişmez doğruları oluşur bu kişileri, bu doğrulara inandıkları için toplumdan değer göreceklerini bildikleri için bu doğrulara inanırlar, doğrularına sıkı sıkıya bağlıdır, doğruları sorgulanamazdır, bu doğruları çürüten başka gelişmeler olsada bu gelişmelere kendilerini kaparlar, çünkü bu doğrulara göre hayatlarını harcadılar ve çevrelerini oluşturdular, doğruları onları var eden şeyler, bu doğrular sayesinde bu dünyada insanlar arasında bir yer edindiler, ve tüm bir ömürlerini bu doğruları savunarak geçmiştir, bu doğruları yok saymak, bir ömür boyu uraşlarını yok saymak anlamına geleçektir, ömürlerini yok saymayı göze alamazlar. Doğruları sabitlemişlerdir -dogmatik hale getirmişlerdir- bu doğrular onları bir yere sabitlemiştir, dünyanın ilerlemesine değişmesine karşı onlar devamlı daralan bir cemberin içinde gibidirler, ceza evi haline gelmiştir koca dünya onlar için.
Açık ceza evlerinden bahsetmeye devam ediyorum, şimdi bahsedeceğim açık ceza evi diğerlerinden farklı olacak, buraya kadar daha çok bireylerin kendilerini nasıl açık ceza evine attıklarından bahsettim. Şimdi ise birysel açık ceza evinde yaşayan kişilerin oluşturduğu ailelerden ve ülkelerden bahsedeceğim. Bu ailede hiç kimse bir birinin görüşünü dinlemez, karşısındakinin sıkıntılarını içten dinliyeyim anlamaya çalışayım yoktur, kendi beklenti ve isteklerine göre, hayallerindeki dünyaya göre karşı tarafı şekillendirmeye çalışırlar, önem verdiklerine önem verilmesini bekler ama önem vermezler kimseye, karşı tarafındaki kişi onun hayalindeki dünyayı yaratacak şekilde hareket etmediğinde, karşı tarafı suçlayıcı tarzda davranmaya başlar -senin yüzünden bir önümüze bakamıyoruz gibi şeyler söylerler-. Ailede ki kişilerden ayrı düşünemessin, ayrı hareket geliştiremessin, geliştirdiğinde seni çeşitli yöntemlerle geri döndürmeye çalışırlar, düşüncelerini ifade etmene izin vermezler, ailedeki bir kişi nasıl farklı düşünürmüş, bunu kabul edilemez bulurlar, yalnız kalacaksın ve dışarısının kötü olduğu ile korkuturlar bir birini. Kişinin duygularına önem verilmez, duygular pek paylaşılmazda, duygular gizlenir. Kişiler fiziksel olgunluğa kavuşurken, duygusal olgunluğa kavuşamazlar -mesela bir kıza karşı içinden ne geldiğini hissetse bile o anda onu söyleyemez- bir Bir birlerinin düşüncelerinin serbestce oluşmasına izin vermezler, anne ve babalar daha küçüklükten çocuklarına kendi inançlarını benimsetmeye çalışırlar -ağaç yaşken eğilir derler-, laik bir yapı yoktur aile içinde. Toplum tarafından verilen değere göre kendilerini değerli veya değersiz hissederler, yakın çevrelerindeki akrabaları ile gizliden rekabet içindedir, bu ailelerde başarı bir amacdır, ekonomik güç sahibi olmak bir amactır, maddi bir şey elde etmek bir amactır, maddi birşeylerin sahibi olmak onlar için bir değerdir, maddi bir şey sahibi oldun mu kendi önemi artacakmış gibi hissederler, saygınlık kazanacaklarına inanırlar. İnsan ilişkilerinde her başarısızlığa ulaştıklarında kendini maddi birşeylerin sahibi olmaya adarlar, karşılaştıkları insanlara ilk yaklaşmalarını bile maddiyatla ölçerler. Bu ailede insanlar yalnız kalmamak için öylesine yüzeysel ilişkiler içinde olmayı öğrenmişlerdir, can sıkıntısı çekerler bir birlerinin yanında iken -çünkü oturmalar kasılmakla geçer-. Can sıkıntısından kurtulmak için öylesine gürültülü ortamlarda zaman geçirirler.
Duran Aydoğmuş.
15 Nisan 2014 Salı
İnsana insan olduğu için değer veren var mı ?
İnsana insan olduğu için değer veren var mı ?
Veya şöyle sorayım
İnsan kendine insan olduğu için değer veriyor mu ?
Ne demek istiyorum ben şimdi ?
Değer vermek ne demek,
Değerlerimiz bizi var eden şeyler midir?
Değerlerimizi nasıl oluşturuyoruz.
Kendimizi nasıl tanımlıyorsak, ona değer verir ve ona göre değerlerimizi oluşturuyoruz diye bilir miyiz.
Peki kendimizi nasıl tanımlıyoruz.
Değer verdiklerimiz değerlerimizdir diyebiliriz mi ?. Değerlerimiz aile yapısını belirler, aile yapısı toplumun yapısını oluşturur diyebilir miyiz ?
İnsan kişiliğinin büyük bir kısmını aile çevresinde oluşturur, ailenin değer verdikleri onun değer verdikleri olur çoğunlukla, veya yaptığımız hareketlerin sonucunda çevremizden aldığımız övgü/dışlama veya olumlu tepkilere/cezaya göre değerlerimizi belirleriz.
Aile içinde değerler her zaman sabit de değildir, aile büyükleri bazen kendi değerlerini çocuklarında değer olarak görmek istemezler, bu değişimin nedeni ise değer verdikleri şeylerin toplum tarafından kabul görmemesi veya güçlü görüneçekleri şeye önem vermeyi seçtirirler.
Teorik kısa bir açıklamadan sonra, şimdi pratikte nasıl kendimizi tanımlıyoruz, ve değerlerimiz nelerdiri açıklayayım.
Yıllar içinde bazı gözlemlerde bulundum; bu gözlemlerimi hayatımda bir şekilde bir süre bulunmuş insanlardan, aileden ve akraba çevremden, yakın arkadaş çevremden, iş yaşamımdan ve kendi kendimi gözlemleyerek edindim. Hepsinin düşüncelerimin oluşmasında öyle veya böyle etkisi oldu, hangi kişi hangi düşüncemin oluşmasında etkisi olduğunu çoğu zaman hatırlamıyorum.
Gözlemlerimle, duyumlarımla ve teorik bilgilerle ulaştığım bazı sonuçları genellemeye giderek toplumun genelinin "neye değer verdiğine" bakacağım, tabi burada yapacağım tanım benim bilinç düzeyimle ve algımla sınırlıdır.
Şimdi insanların "Kendini nasıl tanımladıkları" ile ilgili gözlemlerimi ve duyumlarımı yazayım ve bunun sonunda insanın neye değer verdiği ile ilgili bir tanıma varmaya çalışayım.
Bir kere ben hep bir karşılaştırma içinde oldum, ve birileri beni hep birileri ile karşılaştırdı. Sınıfta derslerin iyi olmalı, şu kişi bak nasıl iyi dersleri, bak bu kişi nasıl girişken, sen kimin oğlusun. Onlar yabancı gibi kelimeleri çok duydum, yabancılara göre bizim meziyetlerimiz hep daha fazla idi, küçümseyici söylemler söyleniyordu. Kendinden olanı yanlışta olsa kollayacaksın gibi sözleri duydum.
Yakışıklı, güzel kızlar ilgi odağı oluyordu, temiz elbiseli bakımlı kişilere olumlu anlamda daha farklı davranılıyordu. Maddi olarak güçlü veya anne/babası/akrabası belli makamlarda olan kişilere diğer kişilerden daha özenli davranılıyordu.
Sonra şunlarıda çok duydum, bu çocuk mühendis, bu çocuğun arabası var, bu çocuğun iki evi var, bunların şusu var busu var, bizim niye olmasın, bizim neyimiz eksik. Ben şuraya gittim bunu aldım, şöyle yedim ettim. Şu karıyla gezdim şöyle yaptım böyle yaptım. Benim şöyle cevrem var, böyle tanıdıklarım var. Bizim mezhebimiz çoğunlukta, bizim mezhebimiz en iyisi. Bizim cınsımız/sülalemiz şöyle böyle gibi söylemler duydum-yanlı bir kayırma ve olumsuz şeyleri göz ardı ederek, hesaba katmayarak üstün görünme mücadelesidir bu-.
Bazı kişiler kendilerini tanımlarken bir şeyle kendilerini özdeşleştirmeye çalışırlar. Mesela marka ile, malın kalitesine pek bakmazlar ama şu marka bu marka araştırması takip ederler, şu modaymış bu şeyler bu sene modaymış bizde böyle yapalım diyorlar -giyinmek tarzdır, sanattır, ama burada sanat ve tarz yok, modaya ve markaya karşı değilim- marka ile kendini özdeşleştirip çevresinden bu giyinişine göre değer bekleyenler var. Marka ve modaya göre giyinemediğinde kendinde eksiklik hissedenler var.
Birde şöyle şeyler gördüm, yaşadığın çevreye denk bir hayat standardın varsa kabul görüyorsun. Maddi durumun yaşadığın çevrenin standartlarının altında ise o çevreye kabul edilmessin. Standartların üzerinde isen ve hala o çevrede isen o çevredeki kişiler senden bir beklenti içinde olarak seninle daha fazla içli dışlı olmaya çalışırlar, burada ki amaçları çevresine göre güçlü kişinin yanında görünmek isterler, çünkü kendisini güçlü kişinin yanında bulunarak kendini güçlü göstermeye çalışır, kendini öyle tanımlar.
Anne ve babalarda şunu çok duyuyorum, kendilerini çocuklarına göre tanımlıyorlar, benim çocuğum üniversite mezunu, benim çocuklarım çok terbiyeli, benim çocuklarım şöylede böylede diye diye bitiremiyorlar.
Kişilerden şunlarıda işittim, şunu yapamadım, bunu alamadım, bu istediğim gibi olmadı, ya benim daha yapacaklarım çok bu hayatta. Ben de okuyamadım işte. Bana da annem ve babamdan birşeyler kalsaydı keşke. Bende çok kiloluyum ya, benim şaçlarım şu renk olsaydı, benim şuram böyle olsaydı ne kadar iyi olurdu. Ya bu kişiler neden böyle. Bu söylemlerde hep bir kendini eksik görme, aşağı görme durumları var -hep üstün görünme peşinde olan kişilerin bu davranışlarının altında yatan asıl neden aşağılık psikolojisidir- kendinden bir memnuniyetsizlik hali var, çünkü kendisini diğer kişilere göre tanımlıyor, toplum tarafından kabul görülmeyeceği endişesi yaşıyor ve kendisini diğer insanlardan ayrıcalıklı hissetmek istiyor.
Insanların şöyle davrandığını da gördüm, ben şöyle çevreciyimdir, söyle yardımseverimdir, ben kendi hakkımı savunurum, biz hep insanlar hakkında iyi düşünürüz, biz insan ayırmayız derler ama aslından bunlar sadece sözlerdedir, fiili eylemde ve davranışlarında/gözlerdeki bakışlarında böyle değillerdir. Kendilerini sözlerindeki gibi tanıtmak isterler sadece.
Bu gözlemlerimden kişilerin kendini nasıl tanımladıklarına ulaşabiliriz.
Şunu diyebiliriz,
Kişiler kendilerini toplumdan gördükleri onaya göre tanımlarlar.
Elde ettikleri maddi duruma göre tanımlarlar.
Başkaları üzerinden, başkalarının yaptıkları üzerinden kendilerini tanımlar. Çevresinde bulundurduğu kişilere göre kendini tanımlar.
Soya/mezhebe göre tanımlar, kendi soyunu kayırarak kendine üstünlük elde ederek bir yere oturtur ve bu yerden kendi konumunu belirleyerek tanımlar.
Diğer kişilerle karşılaştırmalara girer, kendini karşılaştırır, çoğunlukla kendi durumunu yandsır/bazı durumları görmezlikten gelir.
Kendini olduğundan farklı göstermekte, kendini olduğundan farklı görmek istiyor, kendilerini olmak istedikleri kendileri gibi gösteriyorlar. Kendini görmekten hoşlanacağı kişi haline sokarak kendini tanımlıyor.
Çoğunluk kendini yaptığım bu çıkarsamalara göre tanımlarlar,
şimdi kendilerini böyle tanımlayan kişilerin toplum arasında ki davranışlarına, düşüncelerine, ilişkilerine bakalım.
Kendilerini açmaktan korkuyorlar, olduğukları gibi göstermekten korkuyorlar, hiç doğal davranışlar sergilemiyorlar, içten değiller. Oturmalar çoğunlukla kasılmakla geçiyor, kendilerini karşı tarafa kabul ettirmek için yapılan konuşmalarla geçiyor.
Toplumda bir güç sahibimi, değilmi ye bakıyorlar, ona göre birlikte olup olmamaya karar veriyorlar.
Hep bir güç savaşı, hep bir değer görüp görmeme kaygısıyla ilişkilere şekil veriyorlar. Bir menfaat varsa o ilişkiye yaklışıyorlar, menfaatler bittimi ilişkide bitiyor.
Maddi olarak güçlü olanlarla birlikte olmaya çalışırlar, maddi olarak güçlü görünmeye çalışırlar devamlı, şöyle düşünür, kendimi iyi hissetmem için maddi olarak güçlü olmalıyım, maddi olarak güçsüz olursam çevremden değer görmem, maddi varlığım kadar sayılırım , maddi olarak güçsüz insanları boş insan olarak görür.
Duygular hep olduğunda farklı gösterilir, duygumuzu açığa çıkardığımızda ne elde edeçeğiz, ne kaybedeçeğizi düşünerek duygular ertelenir.
Yalnız kalmamak için öylesine ilişkilerin içinde oluyorlar.
Soyları ve mezhepleri ile övünürler, hep kendi soylarını daha köklü göstermeye çalışırlar, daha kalabalık göstermeye çalışırlar, mezheplerini haklı çıkarma mücadelesinde olurlar. Bireysel olarak birşey düşünmeye cesaret edemezler -cesaret edememelerinin nedeni yalnız kalacaklarından korkarlar-
Her soru soruş, önyargılardan arınmadan sorulur, her sorunun altında gizli bir amaç barınmakta, bu soruyu sorsam acaba nasıl olur... çevreden değer gördükleri kadar bilgi alırlar. Soru sorarak gerçeği aramak yerine, toplumda sahte bir değer görmeyi tercih ederler. Çoğunluk içinde sesiz kalarak doğruları işine geldiğikleri gibi görürler.
Kendilerini birileriyle karşılaştırmaya girerler. İhtiyaçlarını karşılamak çok basit iken, ihtiyaçlarını hırs ve arzularına terk ederler. Eksiklik hissederler kendinde, İnsan olduğumuzdan dolayı değerli iken değersizlik hissini yaşarlar.
Bu kişiler aileleri oluşturuyor, ailelerde toplumları oluşturuyor. Toplumlarda ülkeleri oluşturuyor.
Bu kişilerin oluşturduğu ailerlerde ilişkiler içten değildir. Gerçeğe değer verilmez iken soya sopa köklülüğe çokluğa değer verilir. Bireyin istek ve arzularına değer verilmez ve saygı duyulmaz iken kişinin toplumda edindiği yere değer verilir, duygular bolca engelle karşılaşır.
Benim değer verme kelimesine yüklediğim anlam şu; Değer vermek insanın kendini ve karşısındakini kabul etmesidir, yani insan olarak varolduğu için kabul etmesidir. Karşılaştırmalara girmemesidir, üstünlük alçaklık gibi tanımlara girmemesidir, ayrıcalıklı görmemektir, bir takım sıfatlarla kendini tanımlamamasıdır, kendini yadsımamasıdır, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaz, yani kendini olduğu gibi kabul etmesidir. Kendini olduğu gibi kabul eden insan ÖZGÜRDÜR kendi içinde. Kendine değer veren insandır bu kişi. Kendine değer veren insan karşısındaki insanlarada kendisi gibi davranır.
Duran Aydoğmuş.
13.04.2014
Veya şöyle sorayım
İnsan kendine insan olduğu için değer veriyor mu ?
Ne demek istiyorum ben şimdi ?
Değer vermek ne demek,
Değerlerimiz bizi var eden şeyler midir?
Değerlerimizi nasıl oluşturuyoruz.
Kendimizi nasıl tanımlıyorsak, ona değer verir ve ona göre değerlerimizi oluşturuyoruz diye bilir miyiz.
Peki kendimizi nasıl tanımlıyoruz.
Değer verdiklerimiz değerlerimizdir diyebiliriz mi ?. Değerlerimiz aile yapısını belirler, aile yapısı toplumun yapısını oluşturur diyebilir miyiz ?
İnsan kişiliğinin büyük bir kısmını aile çevresinde oluşturur, ailenin değer verdikleri onun değer verdikleri olur çoğunlukla, veya yaptığımız hareketlerin sonucunda çevremizden aldığımız övgü/dışlama veya olumlu tepkilere/cezaya göre değerlerimizi belirleriz.
Aile içinde değerler her zaman sabit de değildir, aile büyükleri bazen kendi değerlerini çocuklarında değer olarak görmek istemezler, bu değişimin nedeni ise değer verdikleri şeylerin toplum tarafından kabul görmemesi veya güçlü görüneçekleri şeye önem vermeyi seçtirirler.
Teorik kısa bir açıklamadan sonra, şimdi pratikte nasıl kendimizi tanımlıyoruz, ve değerlerimiz nelerdiri açıklayayım.
Yıllar içinde bazı gözlemlerde bulundum; bu gözlemlerimi hayatımda bir şekilde bir süre bulunmuş insanlardan, aileden ve akraba çevremden, yakın arkadaş çevremden, iş yaşamımdan ve kendi kendimi gözlemleyerek edindim. Hepsinin düşüncelerimin oluşmasında öyle veya böyle etkisi oldu, hangi kişi hangi düşüncemin oluşmasında etkisi olduğunu çoğu zaman hatırlamıyorum.
Gözlemlerimle, duyumlarımla ve teorik bilgilerle ulaştığım bazı sonuçları genellemeye giderek toplumun genelinin "neye değer verdiğine" bakacağım, tabi burada yapacağım tanım benim bilinç düzeyimle ve algımla sınırlıdır.
Şimdi insanların "Kendini nasıl tanımladıkları" ile ilgili gözlemlerimi ve duyumlarımı yazayım ve bunun sonunda insanın neye değer verdiği ile ilgili bir tanıma varmaya çalışayım.
Bir kere ben hep bir karşılaştırma içinde oldum, ve birileri beni hep birileri ile karşılaştırdı. Sınıfta derslerin iyi olmalı, şu kişi bak nasıl iyi dersleri, bak bu kişi nasıl girişken, sen kimin oğlusun. Onlar yabancı gibi kelimeleri çok duydum, yabancılara göre bizim meziyetlerimiz hep daha fazla idi, küçümseyici söylemler söyleniyordu. Kendinden olanı yanlışta olsa kollayacaksın gibi sözleri duydum.
Yakışıklı, güzel kızlar ilgi odağı oluyordu, temiz elbiseli bakımlı kişilere olumlu anlamda daha farklı davranılıyordu. Maddi olarak güçlü veya anne/babası/akrabası belli makamlarda olan kişilere diğer kişilerden daha özenli davranılıyordu.
Sonra şunlarıda çok duydum, bu çocuk mühendis, bu çocuğun arabası var, bu çocuğun iki evi var, bunların şusu var busu var, bizim niye olmasın, bizim neyimiz eksik. Ben şuraya gittim bunu aldım, şöyle yedim ettim. Şu karıyla gezdim şöyle yaptım böyle yaptım. Benim şöyle cevrem var, böyle tanıdıklarım var. Bizim mezhebimiz çoğunlukta, bizim mezhebimiz en iyisi. Bizim cınsımız/sülalemiz şöyle böyle gibi söylemler duydum-yanlı bir kayırma ve olumsuz şeyleri göz ardı ederek, hesaba katmayarak üstün görünme mücadelesidir bu-.
Bazı kişiler kendilerini tanımlarken bir şeyle kendilerini özdeşleştirmeye çalışırlar. Mesela marka ile, malın kalitesine pek bakmazlar ama şu marka bu marka araştırması takip ederler, şu modaymış bu şeyler bu sene modaymış bizde böyle yapalım diyorlar -giyinmek tarzdır, sanattır, ama burada sanat ve tarz yok, modaya ve markaya karşı değilim- marka ile kendini özdeşleştirip çevresinden bu giyinişine göre değer bekleyenler var. Marka ve modaya göre giyinemediğinde kendinde eksiklik hissedenler var.
Birde şöyle şeyler gördüm, yaşadığın çevreye denk bir hayat standardın varsa kabul görüyorsun. Maddi durumun yaşadığın çevrenin standartlarının altında ise o çevreye kabul edilmessin. Standartların üzerinde isen ve hala o çevrede isen o çevredeki kişiler senden bir beklenti içinde olarak seninle daha fazla içli dışlı olmaya çalışırlar, burada ki amaçları çevresine göre güçlü kişinin yanında görünmek isterler, çünkü kendisini güçlü kişinin yanında bulunarak kendini güçlü göstermeye çalışır, kendini öyle tanımlar.
Anne ve babalarda şunu çok duyuyorum, kendilerini çocuklarına göre tanımlıyorlar, benim çocuğum üniversite mezunu, benim çocuklarım çok terbiyeli, benim çocuklarım şöylede böylede diye diye bitiremiyorlar.
Kişilerden şunlarıda işittim, şunu yapamadım, bunu alamadım, bu istediğim gibi olmadı, ya benim daha yapacaklarım çok bu hayatta. Ben de okuyamadım işte. Bana da annem ve babamdan birşeyler kalsaydı keşke. Bende çok kiloluyum ya, benim şaçlarım şu renk olsaydı, benim şuram böyle olsaydı ne kadar iyi olurdu. Ya bu kişiler neden böyle. Bu söylemlerde hep bir kendini eksik görme, aşağı görme durumları var -hep üstün görünme peşinde olan kişilerin bu davranışlarının altında yatan asıl neden aşağılık psikolojisidir- kendinden bir memnuniyetsizlik hali var, çünkü kendisini diğer kişilere göre tanımlıyor, toplum tarafından kabul görülmeyeceği endişesi yaşıyor ve kendisini diğer insanlardan ayrıcalıklı hissetmek istiyor.
Insanların şöyle davrandığını da gördüm, ben şöyle çevreciyimdir, söyle yardımseverimdir, ben kendi hakkımı savunurum, biz hep insanlar hakkında iyi düşünürüz, biz insan ayırmayız derler ama aslından bunlar sadece sözlerdedir, fiili eylemde ve davranışlarında/gözlerdeki bakışlarında böyle değillerdir. Kendilerini sözlerindeki gibi tanıtmak isterler sadece.
Bu gözlemlerimden kişilerin kendini nasıl tanımladıklarına ulaşabiliriz.
Şunu diyebiliriz,
Kişiler kendilerini toplumdan gördükleri onaya göre tanımlarlar.
Elde ettikleri maddi duruma göre tanımlarlar.
Başkaları üzerinden, başkalarının yaptıkları üzerinden kendilerini tanımlar. Çevresinde bulundurduğu kişilere göre kendini tanımlar.
Soya/mezhebe göre tanımlar, kendi soyunu kayırarak kendine üstünlük elde ederek bir yere oturtur ve bu yerden kendi konumunu belirleyerek tanımlar.
Diğer kişilerle karşılaştırmalara girer, kendini karşılaştırır, çoğunlukla kendi durumunu yandsır/bazı durumları görmezlikten gelir.
Kendini olduğundan farklı göstermekte, kendini olduğundan farklı görmek istiyor, kendilerini olmak istedikleri kendileri gibi gösteriyorlar. Kendini görmekten hoşlanacağı kişi haline sokarak kendini tanımlıyor.
Çoğunluk kendini yaptığım bu çıkarsamalara göre tanımlarlar,
şimdi kendilerini böyle tanımlayan kişilerin toplum arasında ki davranışlarına, düşüncelerine, ilişkilerine bakalım.
Kendilerini açmaktan korkuyorlar, olduğukları gibi göstermekten korkuyorlar, hiç doğal davranışlar sergilemiyorlar, içten değiller. Oturmalar çoğunlukla kasılmakla geçiyor, kendilerini karşı tarafa kabul ettirmek için yapılan konuşmalarla geçiyor.
Toplumda bir güç sahibimi, değilmi ye bakıyorlar, ona göre birlikte olup olmamaya karar veriyorlar.
Hep bir güç savaşı, hep bir değer görüp görmeme kaygısıyla ilişkilere şekil veriyorlar. Bir menfaat varsa o ilişkiye yaklışıyorlar, menfaatler bittimi ilişkide bitiyor.
Maddi olarak güçlü olanlarla birlikte olmaya çalışırlar, maddi olarak güçlü görünmeye çalışırlar devamlı, şöyle düşünür, kendimi iyi hissetmem için maddi olarak güçlü olmalıyım, maddi olarak güçsüz olursam çevremden değer görmem, maddi varlığım kadar sayılırım , maddi olarak güçsüz insanları boş insan olarak görür.
Duygular hep olduğunda farklı gösterilir, duygumuzu açığa çıkardığımızda ne elde edeçeğiz, ne kaybedeçeğizi düşünerek duygular ertelenir.
Yalnız kalmamak için öylesine ilişkilerin içinde oluyorlar.
Soyları ve mezhepleri ile övünürler, hep kendi soylarını daha köklü göstermeye çalışırlar, daha kalabalık göstermeye çalışırlar, mezheplerini haklı çıkarma mücadelesinde olurlar. Bireysel olarak birşey düşünmeye cesaret edemezler -cesaret edememelerinin nedeni yalnız kalacaklarından korkarlar-
Her soru soruş, önyargılardan arınmadan sorulur, her sorunun altında gizli bir amaç barınmakta, bu soruyu sorsam acaba nasıl olur... çevreden değer gördükleri kadar bilgi alırlar. Soru sorarak gerçeği aramak yerine, toplumda sahte bir değer görmeyi tercih ederler. Çoğunluk içinde sesiz kalarak doğruları işine geldiğikleri gibi görürler.
Kendilerini birileriyle karşılaştırmaya girerler. İhtiyaçlarını karşılamak çok basit iken, ihtiyaçlarını hırs ve arzularına terk ederler. Eksiklik hissederler kendinde, İnsan olduğumuzdan dolayı değerli iken değersizlik hissini yaşarlar.
Bu kişiler aileleri oluşturuyor, ailelerde toplumları oluşturuyor. Toplumlarda ülkeleri oluşturuyor.
Bu kişilerin oluşturduğu ailerlerde ilişkiler içten değildir. Gerçeğe değer verilmez iken soya sopa köklülüğe çokluğa değer verilir. Bireyin istek ve arzularına değer verilmez ve saygı duyulmaz iken kişinin toplumda edindiği yere değer verilir, duygular bolca engelle karşılaşır.
Benim değer verme kelimesine yüklediğim anlam şu; Değer vermek insanın kendini ve karşısındakini kabul etmesidir, yani insan olarak varolduğu için kabul etmesidir. Karşılaştırmalara girmemesidir, üstünlük alçaklık gibi tanımlara girmemesidir, ayrıcalıklı görmemektir, bir takım sıfatlarla kendini tanımlamamasıdır, kendini yadsımamasıdır, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaz, yani kendini olduğu gibi kabul etmesidir. Kendini olduğu gibi kabul eden insan ÖZGÜRDÜR kendi içinde. Kendine değer veren insandır bu kişi. Kendine değer veren insan karşısındaki insanlarada kendisi gibi davranır.
Duran Aydoğmuş.
13.04.2014
12 Mart 2014 Çarşamba
İlişkiler Üzerine
İlişkilerdeki Birliktelik Üzerine bir yazıda denebilir.
İlişkilerin birlikteliği üzerine yazmaya çalışacağım,
ilişkiden sadece kız erkek arasındaki ilişki anlaşılmasın, iki arkadaş arasındaki
ilişkileri de kastediyorum.
Nasıl yürütülür tam olarak bilmiyorum, ama bazı önemli gözlemlerimi
paylaşmak istiyorum.
İnsan kendini insanlar arasında tanımlar, duygularını
insanlar arasında tanır ve bir nesne ile temasa geçtiğinde ondan aldığı tepkiye
göre kendi duygusunu tanır, duygular okuyarak veya gözlemle bilinemiyor.
Olayların içinde davranışlarımızı şekillendiriyoruz, olayların işinde,
ilişkilerin içinde iken hayata bakışımız şekilleniyor. Bir eylemin içine
girmeden, ilişkiler içinde roller almadan, tutumlarımızın ne olacağını düşünsel
olarak şekillendirsek de, eylem içinde düşünceden farklılık gösteriyor,
eylemler içinde bulunarak düşüncelerimiz daha iyi olgunlaşıyor, düşüncelerimizi
daha netleştirebiliyoruz. Karşılaştırmalarda bulunabiliyoruz. Her eylemde
bulunuşumuzda ne istediğimizi daha iyi bilebiliyoruz. Sağlıklı bir yapıya sahip
isek yıllar içinde fiziksel bir olgunluğa erişiyoruz, ama fiziksel olgunluğa
erişmiş kişilerin duygusal olgunluğa eriştiği söylenemez, ikisi bir birinden
ayrı şeylerdir, duygusal olgunluk diye bir şey vardır, duygular olduğu gibi
söylenmeli, duygusal olgunluğa erişmeyen insanlar, kendini ve duygularını pek
tanımaz. Duygusal olgunluğa erişememenin bazı toplumsal ve bireysel psikolojik
nedenleri vardır… Tabi düşüncelerimiz üzerine düşünmek her eylemden sonra olmaz
ise olmaz.
Bir ilişkiye başlamaya karar vermek işin ilk başı, ilişkiye
başlama karını vermek için çok düşünülmez, ne düşünebilirsin ki ilk başta,
fiziki görünüşünü beğenip beğenmediğini düşünebilirsin. Mantıklı davranış şöyle
olmalı, karşındaki kişiden aldığın somut davranışlarla, tepkilerle ilişkiyi
yürütüp yürütmemeye karar verirsin, ilişkinin ilk başında da bu bilgilere
ulaşamayacağına göre, ilişkiye öylesine başlanır sadece. Ama bu benim dediğim
mantıklı bir başlangıç kararıdır. –Ben yıllarca bir ilişkiye başlama konusunda
-kızlar konusunda- mantıklı olmayan bir düşünce içindeydim, ilişkiye başlamadan
önce birçok yönden değerlendirmelerde bulunuyordum, ilişkiye başlamak sanki son
aşama gibi düşünüyordum, birçok şeyi planlamaya çalışıyordum, her şeyiyle bana
uyarsa ilişkiye başlamaya karar veriyordum, ilişkinin birçok aşamasını ilk
aşamada değerlendiriyordum, tabi bu düşüncenin mantıksız olduğunu nasıl
anladım, çünkü bu düşüncem hayat bulmadı bir yerlerde-. Çoğu kişi geçmiş
yaşantılarından edindikleri deneyimlerle, karşısındaki insanın onun
beklentilerini ve hayallerini karşılayıp karşılayamayacağını tahmin ederek
ilişkiye başlamaya karar verir. Ve daha birçok sınırlamalar getirir kendine, bu
sınırlamalar kişinin duygularına ket vurarak yaptığı gibi, örf ve adetlerinde
sınırlandırmaları olabilir. İnsanlar ne istediğini çok ta bilmezler aslında
veya yoksunluklarının etkisi ile bir karar verirler.
İlişki yavaş yavaş başlar. Başta flört ile başlar, kaçamak
bakışlar, küçük dokunuşlar, dans etmeler falan olur... Sevip sevemeyeceğine
karar verirsin, duygularında netlik oluşması için kendine zaman tanırsın... İyi
ilişkiler küçük bir çocuğu büyütmek gibi özen ister. Beklenti ve hayallerimize
göre bir birliktelik istiyorsak bu birliktelik baştan olmaz zaten. Bir
birliktelikte sen artık kendi isteklerine göre hareket edemezsin tam anlamıyla
–Bireyselliklerini kaybedeceklerinden bazı kişiler çok korkar, ama bu
birlikteliği bağımlı şekilde değil de, bağlılık şeklinde yaparsak sıkıntı
olmaz-, çünkü oynadığınız oyun iki kişiliktir, iki kişide oyunun içinde olmak
zorunda bir kişi ile oyun oynanmaz, sonuç alınmaz bu oyundan, bir kişi çok
çabalasa da karşı taraf pas atmaz ise oyun durup kalır.
İlişkide ki her hangi bir taraf ilişkiyi yürütecek durumda
olmaya bilir, ilişki nasıl yürütülür onu da bilmeye bilir, psikolojik olarak
rahatsızlıkları vardır, geçmiş yaşamından etkileri üzerinden atamıyordur,
fiziksel olarak rahatsızlıkları vardır, bu rahatsızlıklar ilişki sürecinde de
ortaya çıkmıştır, bu normaldir, ama normal karşılanmaz ise ilişki çözümlenemez
bir duruma gidebilir. Normal karşılandığında ve devamında ilişkinin devam
ettirilmek istenmesi çok önemlidir.
Normal karşılandığında, sorunlar ortaya ayrılık nedeni
olarak atılmıyorsa, sorunlar ilişkinin devamının nasıl sağlanması için ortaya
atılıyorsa bu ilişki çözümlenebilir. Çözümlemede şu noktaların önemli olduğunu
düşünüyorum. Sorunun neden kaynaklandığı üzerine; Kimsenin etkisi altında
kalmadan serbest bir şekilde konuşulmalı, karşımızdaki insanın algısından,
duygu durumundan bakmaya çalışmak çok önemli, asla yargılayıcı cümleler
kurulmamalı, karşı tarafı aşağılayıcı, küçümseyici şekilde konuşmalar
geçmemeli, karşı tarafın yaptığı hataların var olduğu düşünülüyorsa bile onun
yüzüne vurulmamalı, kendi içinde kendisiyle yüzleşmesine imkân verilmeli,
senden bir şey olmaz, sen şöylesin böylesin demek karşı tarafta egosal bir
durum oluşmasına neden olabilir.
Karşı tarafla hiçbir şekilde tamamen aynı insan olamayız,
aynı insan olmaya da kalkışmamak gerek. Farklı hisleri olacaktır karşı
tarafında, karşımızdaki insanın da kendine özel/kişiliğine göre hobileri ve
uraşları olabilmeli, bunlar engellenmeye kalkılmamalı, karşı tarafında kendi
karakterine göre bir oyun oynama şekli vardır, kendi oyununu ilişki içinde oynamasına
izin verilirse o ilişkide olmaktan zevk alır, oyundan haz alır. Tabi oyunda bir
takım sorumluluklar vardır, bazı sorumlulukları kişiler birlikte yerine
getirebildiği gibi bazılarını ise tek başına yerine getirmesi gerek. İlişkide
olmak zevk veriyorsa, sorumlulukları almaya istekli oluyor, zevk almaktan
kastım kişi o ilişkide kendini değerli hissediyorsa, aidiyet hissediyorsa,
kendini güvende hissediyorsa ve duygu ve düşüncelerine değer verildiğini
biliyorsa, hazlarını doyurabiliyorsa o ilişkiden zevk alır.
Şu diyeceğim önemli şimdi, sorumlulukları kişiler kendileri
belirlemeleri, kendi durumlarına göre çizmeli, toplumun yüklediği
sorumluluklar, örf ve adetler her zaman her ilişkiye göre doğru olmaya biliyor.
Şunu iyi bilmeliyiz ki kendi hayatımızda aldığımız sorumluluk kadar özgürüzdür
–yetişkin gibi isteklerimiz var ise yetişkin gibi sorumluluklar almalıyız,
çocuk gibi sorumluluklar alıp yetişkin gibi isteklerin oluyorsan kendine
sıkıntı yapıyorsun, ama şu da olmuyor ben çocuk gibi sorumluluk alacağım ve
çocuk gibi isteklerim olacak diyorsan bunda da şöyle sorun çıkıyor, artık sen
yetişkinsindir biyolojik ve kendini kendine kanıtlama gibi ihtiyaçların vardır,
bağımlı olamıyorsundur, bu ihtiyaçlarını bir başkası senin yerine
karşılayamıyordur artık, kendin sorumluluk alarak karşılayacaksındır- veya
ilişkiyi yürütebilmek için gerekli sorumlulukları aldığımız kadar ilişki yürür.
Sorumluluktan niçin kaçarız ki, bilinçli bir kaçış mıdır bu,
yoksa bilinçsiz mi. Bilinçli yapanlarda var, bilinçsiz yapanlarda var.
Bilinçli yapanlar zaten birlikteliği yürütmek istemeyenlerdir, sorumluluk almak ona göre değildir.
Bilinçsiz yapanlar ise; bencildirler, ben merkezlidirler,
kendini çok önemserler, kendi hayallerindeki dünyayı gerçekleştirmeye
çalışırlar sadece, ilişkiden önce kendi hayalleri önceliklidir. Sorumluluk
alınacağı yerde, sorumluluk almaktan kaçar, bu kaçışı çeşitli bahaneler öne
sürerek haklı çıkmaya çalışır. Bağımlılıklarından vazgeçemediği için sorumluluk
almaz. Eski durumu korumak için sorumluluk alamaz, yeni durumlardan çekinir.
Bir ilişkiyi birlikte tutan ne maddiyat, nede cinselliktir,
ne de menfaat. Maddiyat birliktelik için gerekli bir araçtır, olması gerek bir
şeydir. Kız erkek arasında cinsellik olmaz ise o ilişki eksik kalır, ama sadece
cinsellik üzerine kurulursa ilişki, o ilişki de uzun ömürlü olmaz, cinsellik
insan ömrü boyunca hep aynı kalamaz, ve cinsel olarak isteklilik karşı tarafa hissettiğin
duygularla yakın ilişkilidir.
İnsan tüm gereksinmelerine yaklaşık olarak cevap bulduğunda,
tatmin sağladığında o ilişki içinde kendini zorlamadan, o ilişkiyi birlikte
yürütmeye istekli olur.
Şimdi insan gereksinmelerine bakalım.
İnsan diğer canlılara göre değişik bir varoluşsal yapıya sahip görünüyor, çünkü insan diğer insanlara
bir şey anlatmak için intihar edebiliyor. Etrafında dönen
olayları anlamadığında/uyum
sağlayamadığında/hayat anlamsızlaştığında da intihar edebiliyor.
İnsanın çevresini anlama ve kendini anlatma/anlaşılma ihtiyacı içinde.
İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek
istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli
işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir
canlıya ihtiyacı var -yalnızlığı bu
yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve
anlaşıldığını bildiği yerde
gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını
(en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek
istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aid
hissediyor kendini. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. İnsan kendi
kendini
yadsıyabiliyor/aşağılık durumuna kendini getirebiliyor.
Anlaşılmadığında ve kendini
anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri
bozulduğundan kişi kendi kendine çeşitli
oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor.
Buradan anladığımız İnsan sosyal, psikolojik, ve fiziksel bir
varlıktır. Bunları bir şekilde tatmin yolları arar bunun için;
Kendi dışındaki canlılarla ilişki kurmak onlarla bütünleşmek
istiyor. karşı canlının kokusunu duymak bile iyi geliyor insana, yalnız kalmak
çok zor gelir. ilişkiyi ya sağlıklı bir şekilde paylaşarak, saygı duyarak,
güven içinde yürütür, yada narsist bir şekilde bu varoluşsal ihtiyacı gidermeye
çalışır.
Kendini kendine kanıtlamak ister hep, güç sahibi olmak ister
gibi, bunu da yaratıcılık ve yıkıcılıkla yapar.
Bir yere ait olmak ister. birşeylerle, birileriyle kendini
tanıtmak ister, bunu bireyselliğini koruyarak yapar veya kendi bireyselliğini
yitirerek de olsa bu varoluşsal ihtiyacı karşılamak için sürünün içinde
kaybolarak yapar.
Kendine hep bir amaç hep bir yapılacak şeyler koyar,
geride birşey bırakmak istemekte.
Duran Aydoğmuş
11.03.2014
12 Ocak 2014 Pazar
Düşünmek Üzerine
Düşünmek
üzerine
Biz;
(Biz'i; ben, sen, o anlamında kullanıyorum)
Hayatımızı
çok bilinçli mi oluşturduk.
Düşüncelerimizi
deneysel, somut verilerlemi oluşturduk, yoksa duygusal bağlarlamı.
Düşüncelerimiz
üzerine düşünmeden oluşturulan bir hayat, hayat mı dır.
Düşüncelerimiz
üzerine niçin düşünmemiz gerektiğini hiç aklımıza getirdik
mi.
Düşüncelerimiz
üzerine düşündük mü.
Düşüncelerimizi
nasıl düşünmemiz gerektiğini düşündük mü.
Düşünce
sürecinin nasıl oluştuğunu düşündük mü.
Neyi
bilmediğimiz üzerine düşündük mü.
İnsan
düşünmekten kaçar mı.
İnsan
düşünme tembelliği eder mi.
İnsan
düşünme hataları yapar mı.
İnsanlar
çeşitli yollarla düşüncelerini oluştururlar. Bu düşünceleri
ikiye ayırabiliriz; Bulanık, açık olmayan düşüncelerle,
ayrımına varılmayan bilgilerle oluşturulan düşünceler. Açık
bir şekilde bilginin ayrımına varıp, iyi bir işlemden geçmiş
fikirlerdir. Ve bu iki durum sonucunda oluşan fikirleri de inanç
ağırlıklı (ideolojik, fanatizm şeklinde, tabular, mitler,
söylenceler) ve sorgulayan/eleştiren doğruyu arayan hayat
görüşleri şeklinde ayırabiliriz.
Ben
bu yazıda hayatta neyin iyi, neyin kötü olduğunu söylemiyeceğim.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da söylemiyeçeğim. Ben
zaten iyi ve kötü ayrımını kesin olarak yapamıyorum, çünkü
iyi ve kötü ayrımını yapabilmem için insanı bilmeliyim/insanın
doğasını bilmeliyim diyorum, insanın tanımını yapmadan yapılan
iyi ve kötü ayrımları kişiye göredir.
Ben
bu yazıda şunları açmaya çalışacağım, Düşüncelerimiz
üzerine düşünüyor muyuz, düşünme ile bağlantılı kavramlar
nelerdir, düşüncenin önünde ki engeller nelerdir, ne zaman
düşüncelerimiz üzerine düşünmeye karar veririz. Mantıklı
düşünmenin bileşenleri nelerdir.
Düşüncelerimiz üzerine
düşünüyor muyuz,
Çoğu
kişi düşünceleri üzerine düşünmeden, düşünme süreçlerini
bilmeden, düşünce hatalarına düştüklerinin bile farkında
varmadan bazı hayat görüşleri oluşturuyorlar, veya
çevrelerindeki hayat görüşlerini benimseyerek, çevresine uyum
sağlıyorlar. Şunu görüyorum, insanlar çok kompleks bir konu
hakkında bile kestirme yollardan bir çıkarımda bulunabiliyorlar,
veya çok az/yetersiz bir kanıtla çok büyük bir çıkarımda
bulunabiliyorlar. Kendi düşünceleri üzerinde düşünmeyen
kişiler, bir başkasının düşüncesi üzerinde de düşünmezler,
kendi düşünceleri üzerinde düşünmeyen kişiler otorite gördüğü
kişiden bir şey aktarıldığında bu kişinin düşüncesini nasıl
oluşturduğuna bakmadan bu düşüncenin aynısını
alıyor/söylemeye balkıyor. Çoğu kişiye bu varsayıma çıkarıma
nasıl ulaştığını sorduğumda, illaki bana bir açıklama
yapıyor, şu şu nedenden dolayı, şöyle oluyor diyor, ama burada
şunu fark ediyorum ki çok ta mantıklı olmayan önemli/kritik bir
düşünce sürecinden geçirmeden, değerlendirmeye/harmanlanmadan,
tartışılmadan oluşmuş olmaları, bu çıkarımlara/varsayımlara
ulaşırlarken genelde kendi çevresinde destek gören, kendi
inancına ters gelmeyen, duygusal bağların devrede olduğu,
sonucu önceden belirlemiş ve kanıtları sonuca göre toplayan
kişiler olduklarını görüyorum. Ve bu gözlemimi genelleyerek,
insanların çoğunun böyle olduğunu idda ediyorum.
Yukarıdaki
ifadelerimi açıklamaya/açmaya çalışayım,
Çoğu
kişi düşüncelerini nasıl oluşturuyora bakalım,
Duygusal
anlamda etkilendiğimiz kişiler bizim düşüncelerimiz ve
kişiliklerimizin oluşmasında çok etkilidir. İhtiyaçlarımızı
en iyi karşılayan kişiye karşı duygusal bir yakınlık
hissederiz ve bu kişi çoğunlukla en yakınımızda ki kişi olur,
bu kişinin karakteristik/kişilik özelliklerini kendimize büyük
çoğunlukta alırız -bu kişinin davranışlarını gözlemleyerek,
olaylar karşısındaki tepkilerini görerek ediniriz- kişiliğimizin
büyük bir çoğunluğunu burada oluştururuz. İnançlarımız bu
yakın ilişkilerde oluşmaktadır. Bir çok yerden haber tarzında
bilgiler ediniriz, aileden, çevremizden, okuldan, gazetelerden,
televizyondan, bu edindiğimiz bilgiler üzerinde
eleştirel/kritik/önemli bir düşünüş şeklinde düşünmemiş
isek, bu bilgiler üzerindeki değerlendirmelerimiz rastegele olur
veya çoğunlukla duygusal anlamda beslendiğimiz kişilerin
değerlendirmeleri gibi, ve çocuk iken büyüme ortamının etkileri
altında kalarak düşünür ve ona göre karar verir çoğu kişi.
Çoğu
kişi ayrıntılı, detaylı düşünmekten kaçınıyor, düşünürken
çok kestirme yollar kullanıyorlarda, düşünce tembelliği
yapıyorlar -güçlü/otorite kişinin düşüncelerini sorgulamadan
onaylamak, düşünce tembelli yapar-. Düşünmekten de hoşlanmaz
birçok kişi, çevresindeki kişiler gibi davranmak daha cazip
gelir, düşündüğünde karşılaşaçağı sonuçlardan korkar,
kişiyi huzursuz edebileçeğini düşünür ve bu düşünceden
ötürü düşünmekten vazgecer.
İnsanlar
çok kaygılı olduklarında ve kabul etmek istemediği durumlarda
olayları normal zamana göre çok farklı düşünüp
değerlendiriyor, akla uydurmaları çok fazla yapıyor, bilişsel
çarpıtlamalara çok sık başvuruyor. Mesela çocuğunu aniden
kaybeden bir anne çocuğunun ölmediğine kendini ikna ediyor, bir
iki ay bu söylemi söylüyor, sonra benliğinin bu kaybı
kaldıraçağını hissettiğinde kabul ediyor. Normal düşünmeye
devam ediyor.
Ben
düşünme konusunda düşünen, kendi düşünceleri üzerinde
düşünmeye çalışan biri olarak görüyorum kendimi. Ben neyi
bilmediğimi biliyorum/bilmeye çalışıyorum, düşüncelerim
üzerine düşünmeye başlamış biriyim, eleştirel/kritik/önemli
düşünce aşamalarını biliyorum, sistematik düşünmenin nasıl
olması gerektiğini biliyorum. Ne zaman akla uydurmaları yaptığımı
bilebiliyorum, düşüncemin önündeki engelleri, düşünce
hatalarımın ne zaman olduğunu biliyorum.
Düşünme
üzerine bir yeterlilik kazanmadan önemli bir düşünmenin
olamayaçağını biliyorum , bu durumun farkına varmak gerek. Bir
kişi her hangi bir konu hakkında, bir birey olarak bir
değerlendirmeye ulaşabilmesi için, yeterli yeterliliğe
ulaşmalıdır. Doğru düzgün bir düşünce beceresine sahip
olduktan sonra herhangi bir konu üzerinde değerlendirmeye
gitmelidir. Denizde kayığın içine bırakılmış bir kişi kayığı
kullanma ve yüzme becerisini/yeterliliğini kazanmamışsa bu
kayığın içinde kurtarılmayı bekler, denize atlarsada boğulur –
Demokrasilerde oy kullananlar yönetim şekillerini ve oy kullandığı
siyasi partiyi iyi tanımalıdır, bilincsiz bir şekilde oy
kullanmak, kurtarılmayı beklemek gibi veya yüzmeyi bilmediğimiz
halde denize atlamak gibidir-.
Şimdi
düşünme ile ilgili olduğunu düşündüğüm bazı kavramlara
bakalım, bunları açmaya çalışayım.
Düşünmeyi
düşünürken, şu kavramlar üzerinde de düşünmem gerekti, bu
kavramlar, dürtü,
zihin,
bilgi, akıl, ve insanın doğası/yaratılışı üzerine de
durdum. Düşünmeye nasıl başlarız, düşüncelerimizi nasıl
oluştururuzu bu kavramları açınca anlaşılacaktır. Benim ne
dediğimin daha iyi anlaşılması için kavramları ve insan
doğası/yaratılışını açmaya çalışaçağım.
Dürtü,
bir bebek ilk doğduğunda anneyi emmeye çalışması, bir
ihtiyaç/gereksinim hissettiğinden ötürüdür, ama bu gereksinim
bilinçli bir gereksinim değildir, çoçuk daha ilk doğduğunda
emmeye başlar, ilk emmekten sonra ikinçi emmeye çocuk nasıl
başlar, açıkmanın ne demek olduğunu bilmez, çocuk aç kalmanın
sonuçlarını bilmez -bunlar hep sonradan öğreniliyor- ama içinden
birşeyse onu dürtmekte, bu dürtü ilk haldeki duruma dönmek
istemekte sanki, dengesi bozulmuşta dengeye gelmek istiyor sanki.
Ama bu dengeye gelme dürtüsü nasıl olmakta -ilk çocuk doğduğunda
hiçbir bilgiye sahip değildir ama bu dürtü nereden geliyor- dürtü
sonuçunda oluşan bir gereksinim, dengeye gelme durumu, zihnin ilk
oluşumunu şekillendirmeye başlıyor. Başka bir dürtüde, Birşeyi
tanımlama mı desem birşeye anlam verme dürtüsümü desem, çocuk
bir nesneyi tanımlamak istiyor, bebek başta herşeyi kendine
çekiyor -ben merkezli bir zihin var- sonra kendini yavaş yavaş
ayrıştırmaya başlıyor -anneden kendini ayrı görmeye başlıyor-
başta cansız nesnelerle canlı nesnelerin tam ayrımına varamaz,
cansız nesnelere canlı gibi özellikler yükler. Hep bir sefer önce
oluşturduğu, kafasında ki şemayı tamamlama ihtiyacı içinde
sanki, şemada bir eksiklik hissedir gibi. Bir başka dürtü ise,
Ergenliğe giren, zihinsel özürlü bir çocuk, düşünmeden,
aklını kullanmadan, cinsellik üzerine bir bilgisi de olmadan
birşeylerin dürtmesi ile bir cinsellik gereksinmesi doğuyor -öz
doyuma ulaşmaya çalışıyor-, bu gereksinme bu kişiyi düşünmeye
itmiyor veya zihinsel bir gelişmede sağlamıyor. Zihinsel gelişimi
tam olarak tamamlanan bir çocukta dürtüsel olarak oluşan
cinsellik ihtiyacı/gereksinmesi, bu gereksinme sonucunda kişi bu
gereksinmeyi giderme yollarına gitmek ister ve bu gereksinmeyi
gidermek için düşünmeye başlar -cinsellik ihtiyacı doduğunda
giderilmediğinde kişide bir rahatsızlık yaratmaya başlar, ilk
başta öz doyum yollarını dener çoğu kişi bu gereksinmeyi
gidermek için, bu gereksinme sadece o anlık giderilir, kişi ilk
doyumdan -ilk türtü oluştuğundan- sonra o gereksinmeyi doyuracak
eylemler içine girer, yani kişi dengeye gelmeye çalışır.
Zihin
kavramını açıklamaya çalışayım, zihin gelişen bir şey,
zihin geliştikce belli kavramlar anlaşılmaya başlanır, somut
nesnelerin diğer nesnelerle ilişkileri anlaşılmaya başlanır -0
ile 2 yaş arası çocuk kendini dış dünya ile ayıramaz, soyut
kavramları anlayamaz. 5 yaşlarında soyut kavramları somut
kavramlardan ayırt etmeye başlarız, 7 yaşlarında nesnelerin
diğer nesnelerle ilişkilerini anlamaya başlarız.- aşama aşama
nesneleri kendimizden ayrı görmeye başlarız, nesneleri canlı
veya başka bir şekilde değil oldukları gibi görmeye başlarız.
Zihin dışardan etki ile hasar görebilmekte, hasar gören zihin
farklı algı geliştirebilmekte.
Bilgi,
algılayana göre değişen, duyu organlarımız dışında birşeyle
algılanamayan, doğuştan itibaren oluşan, doğumdan önce var
olmayan. Dış dünyanın bize vermiş olduğu görselliğe, her bir
görselliğe bir takım isimler vererek ve bu isimlere özellikler
yükleyerek dış dünyanın ayrımına varma çabasındaki uğraşlar
bilgiyi üretirler. Bilgiyi üretme şekilleri/yöntemleri
farklılıklar göstermektedir. Aklımızda belli belirsiz bir şekil
ve diğer nesnelerle ilişkili birşey oluşuyorsa burada artık
bilgi oluşmaya başlamıştır diyebilir. Kişinin kafasında oluşan
her bilgi yeni bir bilgidir, bu bilgiye sahip diğer kişilerin
kafasındaki bilgiden bir nokta da farklıdır -Herkezin ürettiği
bilgi bir diğerinden birazda olsa ayrıdır, aynı tamınlarıda
verseler, canlılık, hissettiği yoğunluk bakımından farklıdır.-
Herkez kendi bilgisini oluşturuyor bir nevi- herkez kendi bilgisini
oluştursada bu bilgileri düzenli veya düzensiz,
deneyimleyerek/deneysel gözlemsel veya gözlemlemeden
duyusal/sezgisel olarak oluşturuyor.
Akıl.
Dürtülerin meydana çıkması ile zihin gelişiyor, zihin normal
bir gelişim gösterdiği sürece somut ve soyut bilgiler algılanmaya
başlanıyor, bu algılanan bilgiler, akıl tarafından
değerlendirmeye tutuluyor. Akıl düşüncenin nasıl
sonuclanacağını belirliyor.
Insan
doğası, insandan başka canlı olmasaydı, insan kendini nasıl
tanımlardı, insan kendini tanımlarken diğer diğer canlılar ile
arasındaki ayrıma vararak kendi tanımını yapmıştır. Şöyle
şeyler denir, geleçek nesillere bilgilerini/tecrübelerini aktarır,
insan en üstün varlıktır dünyada, diğer canlılardan
faklılaştığımız noktaları ortaya koymaya çalışırız
kendimizi tanımlarken. Ama insan kendini başka nasıl
tanımlayabilirdiki -hep bir nesneyi tanımlarken özelliklerini
sayarken diğer nesnelerden ayrıldığı noktaları ortaya koymaya
çalışmayız mı.- İnsan ilk nefes almaya başladığında hiç
bir bilgisi yoktur hayat ile ilgili hiç bir değeri/yargısı da
yoktur, büyüdükçe alışkanlıklar, değerler ve hayat ile
ilgili yargılara varmaya başlar. İnsan kendini bir yere ait olarak
görmek istiyor, diğer insanlarla birlikte bir toplumda olmak
istiyor, kendini değerli görmek, birşey yaratıyor/bir işe
yarıyor olarak görmek istiyor, insan kendini diğer insanlardan
farklı/ayrıcalıklı görmek istiyor, tanınmak, önemsenmek
istiyor. Kısaca insan anlaşılmak ve anlatmak istiyor, bu anlaşılma
ve anlatma işini çeşitli yollara başvurarak yapabiliyor, bazen
yıkarak, bazen yaparak kendini anlatabiliyor. İnsanın doğası
kaygıya pek yatkın değildir, tüm bu saydıklarımı
başaramadığında inanılmaz bir kaygıya düşüyor. Insan kaygıya
düşmemek için yukarıda saydıklarıma uyum sağlıyor, uyum
sağlayamayaçak bilgiler aldığında aklını kullanarak bu
bilgilerin bazılarını reddederek, görmezlikten gelerek veya
umursamayarak uyum sağlamayı deniyor, halk arasında şunu derler
ya çocuk babasından/çevresinden pek farklı olmaz anlamında
"Armut dipine düşer" evet çoğunlukla armut dibine
düşüyor. Kaygı ile ne kadar mücadele edebiliyorsak o kadar
serbest düşünebiliyor ve o kadar gerçekçi bilgi ile
ilgileniyoruz. Yukardaki tüm saydıklarımdan ne kadar soyutlanmış
isek vede kaygı ile mücadele edemediğimizde akıl inanılmaz
oyunlara girebiliyor, zihin yapısı hasar görebiliyor, ve olmadık
hayali düşünceler üretebiliyor.
Düşünmenin
üzerindeki engeller nelerdir,
Okumak
için okumak düşünce üzerinde bir engeldir, şöyle ki,
Kitap
okumak için kitap okuyan kişiler düşünmez, veya bir meslek
sahibi olayım diye üniversiteye gidip de okuyanlarda düşünmez,
kitap yazarının düşüncelerini takip eder sadece, takip ettiği
konu üzerinde daha önceden kendine sormuş olduğu sorular yoksa,
bu konu üzerinde daha sonra durmazda, bu kişi okuyarak pek iyi bir
işte yapmaz.
Düşünen
kişi devamlı sorular sorar kendine ve çevresine, mesela kişi bir
konu hakkında bir noktaya takılmıştır, bu takıldığı yerde
durup gözlemler yapar, neyi bilmediğini iyi bilmeye çalışır, bu
bilmediği yeri ondan önce bilenler varmı diye araştırır, bu
bilmediği konu hakkında çevresindeki kişilerden bu bilmediği
yeri bilenler varsa onlarla konuşarak bilmediği yer konusunda
yardım ister, kişinin çevresinde bu bilmediği yere yardım edecek
biri yoksa dünyada bu konu hakkında fikir yürütmüş kişileri
bulmaya çalışır ve bu konu hakkında fikir yürütmüş kişileri
bulup okursa bu kişinin okuması iyi bir okumadır. Ama bir konu
hakkında bir rahatsızlık bir belirsizlik duymadan, kendine bu konu
hakkında sorular sormadan okuma işine girişen kişilerde bu
okumalar kişi üzerinde bir zehir etkisi yapabilir -uykum gelsin
diye, zaman geçsin diye okunan hafif popiler roman tarzı kitaplar
yapmaz tabi-, nasıl zehir etkisi yapar, kafasına sadece bu yazarın
düşünceleri girer ama ezberi bir şekilde kalıp halinde kendine
alır -Okuyan kişinin oluşturmadığı, yazarın hayat tecrübeleri,
gözlemleri ve kendi yaşam bağlamı içinde oluşturduğu
düşüncelerdir- bu düşünceler kafaya yerleşirse ve bu yerleşen
düşünceleri sağ solda söylemeye kalkar ise bu kişi kendi
düşünceleri olmadığı için iyi bir şekilde karşı tarafa
aktaramaz da, okumuş olduğu yazarın düşünceleri kişinin kendi
hayatında da istediği bir etkiyi yapmaz. Sarhoş olmuş ortalıkta
dolanan kişiye benzer bu kişinin durumu ayılacaktır bir gün, ama
ayıldığında sarhoşkendi söylediklerini hatırlamayaçaktır-hangi
noktada ayılaçaktır-. Sersem sersem dolaşmıştır, kendi hayat
gerçekliğinden uzaklaşmıştır, okumuş olduğu kitaplardaki
yazarlar gibi konuşmaya kalkışmak sarhoşluktur.
Mantıklı
düşünme yöntemlerini bilmemesi, düşünceyi geliştirme
yöntemleri ile hiç tanışmaması ve ilgilendiği konu hakkında
yeterli bir kavramsal bilgiye sahip değilse düşünemez kişi.
Korku,
kaygı ve baskılar düşünmenin önünde bir engeldir, bir şeyden
korkmam gerektiğine inanmış isem, bu korktuğum şey üzerinde bir
sorgulama yapamam, sorgulanmayan şey üzerinde serbes bir düşünce
geliştirilemez, ançak onun isteklerine göre hareket edilebilir,
hareket tarzını da sorgulayamazsın. Korktuğumuz şeyler
düşüncemiz üzerinde bir engeldir. Kaygı duyduğumuzda
davranışlarımızı gerçekçi olmayan bir şekilde değiştiririz
-Savunma mekanizmalarına/düzenlerine başvurma durumu-
davranışlarımızı gerçekçi olmayaçak şekilde değiştirdiğimize
göre düşüncelerimizde bir düzensizlik oluştuğunu görebiliriz,
ben kaygılandığımda mantıklı olamayan düşünceler
geliştiriyorum, kendim hakkında değerlendirmelerim değişiklik
gösteriyor. Kaygı durumu kişinin düşüncesi önünde bir
engeldir. Dıştan bir baskı olabildiği gibi içtende kendimize bir
baskı uygularız, dıştan baskı durumunda şunu böyle yap bunu
böyle yap, kişinin her düşüncesine müdahale, kişinin her
hatasında hatasını düzeltme fırsatı vermeden hatasını ulu
orta yerde açıklamak da baskıdır. Iç baskıda ise kişi
kensinden yüksek beklentilere girer, şunu yapamadım şunu
yapmalıyım, şu niye olmadı, şunu yaparsam günah, şunu yaparsam
şu kişi neder, şunu yaparsam insanların gözünde nasıl
algılanırım, bu gibi söylemler içindeki kişi engellere takılmış
demektir. Düşüncelerini serbestce birikimli şekilde oluşturamaz.
Otoriteye
bağımlı bir kişi olarak yetişmek, ve otoritenin dışına
çıkamamak.
Katılaşmış
bir şekilde bir inanca bağlanmak, sadece inancının desteklediği
bilgileri almaya hevesli olan kişilerin bu tutumları düşümelerinin
önünde bir engeldir.
Çocukluğunda
yaşamış olduğu zorluklarda, kişinin mantıklı düşünmesinin
önünde engeldir. Şöyle ki. İnsan sağlıklı olduğu sürece,
kendi içsel gelişimini sürdürebiliyor, insan ilişkileri normal
oluyor, bunu normal bir süreç içinde yapabiliyor. Güvensiz
ortamlar sağlıklı ortamın oluşmasına engel olmakta. Bu güvensiz
ortam şöyle oluşmakta, insanın insan olmasından dolayı bazı
gereksinmeleri/ihtiyaçları vardır, bunlara cevap verilmediğinde,
bu güvensiz ortamın ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu
gereksinmeler şöyle; Kişi değerli/dengede olduğunu hissetmek
ister, çocuk kendini anne ile özdeşleştirir belli bir yaşa
kadar, ve annesi dayak yiyorsa, anne bu dayak yemenin etkisiyle
çocuğuna gerekli emzirmeyi/ilgiyi veremez ise, çocuk yeterli
sütü/ilgiyi alamaz ise kendisinde bir dengesizlik/değersizlik
hisseder. Bu dengesizlik sonucunda çocuk emmek için ağlamaya
başlar ve isteğinin anlaşılmasını/karşılanmasını bekler.
İnsanlar bebeklikten itibaren kendini anlatmak ve anlaşılmak
ister/İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak
yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli
işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir
canlıya ihtiyacı vardır -yalnızlığı bu yüzden sevmez-.
Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını
bildiği yerde gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından
anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek
anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını
hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aid hissediyor
kendini. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor.
Anlaşılmadığında ve kendini anlatamadığında kendisiyle ve
çevresiyle ilişkileri bozulmaya başlar ve kişi kendi kendine
çeşitli oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı
bozuluyor. Çevresiyle ilişki içinde olmak ister/yalnızlık
istemez. Kişi kendini anlatamadığında ve anlaşılmadığını
hissettiğinde kişide belli belirsiz bir kaygı oluşuyor ve bu
kaygıdan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları
geliştirmeye başlıyor ve ileriki yaşlardaki insan ilişkilerinde
algısı bozuluyor ve mantıklı düşünce sürecleri etkileniyor.
Duygusal/emosyonel bozukluklar başgösteriyor. Bu durum kişinin
mantıklı düşünmesi önünde bir engeldir.
Yaşamış
olduğu kötü deneyimler bazen kişide kalıcı duygusal bozulmalara
neden olabiliyor ve kişi bu kötü durumdan kurtulamadığında
düşüncesi de çok sağlıklı olamayabiliyor, bu durum düşünmenin
önünde bir engeldir.
Düşünce
hataları ve akla uydurmalar mantıklı düşünme önünde bir
engeldir,
Bu
hataları sıralarsam, genelleme, filtreleme, olayı kişiselleştirme,
akıl okuma/senaryolaştırma.
Bu
engeller ortadan kalktığında serbest bir şekilde düşünce
gelişmeye başlayabilir veya bu engellerin hiç olmadığı
kişilerde mantıklı ve serbes bir şekilde düşünebilmektedirler.
Tüm bu engellerin farkında kişi ne zaman varır, ve bu engelleri
aşma ihtiyaçını ne zaman hisseder. Düşüncelerimiz üzerinde
düşünmeye ne zaman gereksinim duyarız açaba ?
Çoğu
kişi kendini mutlu/değerli hissettiği bir yerde bulunuyor ve
kendini değerli hissettiren düşünceleri/yeri/kişilerin
doğruluğunu sorgulamıyor.
Fakat, hayatın
karmaşıklığını hisseden, çevresiyle çelişkilere düşen
kişi, uyum ve kendi içinde dengesizlik/değersizlik hissini
yaşayan, rahatsızlık duyan kişi, hayatını belli bir düzene
koymak ve çevresini anlamak/anlamlandırmak için olayları
incelemeye başlar, insan oğlu belirsizlikten hoşlanmaz, çevresini
anlamak ve kendini çevresindekilere anlatmak ister.
İnsanı
asıl düşünmeye, yoğun düşünceye iten veya intihara sürükleyen
bir süreci açmaya çalışaçağım, İnsanı bir düşüncesi
üzerinde ilerici/protest/devrimci/karşıt düşünmeye iten, o
davranışı/düşüncesi sonunda gördüğü zarardır, bir köleyi
efendisine başkaldırmaya iten ne ise, kişinin de kendisine verdiği
zarar sonucunda kendisine başkaldırışı aynı nedendir. Artık
son noktaya gelmiştir, artık o zararlar sonucunda uğradığı
kaygılar/başarısızlıklar/hep aynı yerde tepinmeler/ondan bu
durum içinde bulunmanın çok şeyleri götürdüğü hissinde, kişi
bu durumu aşması için cesaret edemediği şeyi aşacak cesareti
düşünmez artık, bu davranışı yapmadığında artık kendini
bir hiç gibi hissetmeye başlar işte bu noktaya gelen kişinin iki
yolu vardır, ya intihar ya da başkaldırı.
Şimdi
burada intihar ve başkaldırıyı açmalıyım.
İntihar
şöyle acayım, intihar hayatı sonlandırma şeklinde olabilir,
intihar bir olaya karşı verilen bir tepki şeklidir veya intiharı
şöylede düşünebiliriz, kendini avutacak sahte üstünlüklere/ün
arayışına girmek, hayatı kadere, tesadüflere bağlamak, kendini
oyalayacak şeylerle uğraşmaya çalışmak, bu durumu düşünememeye
çalışmak. Bu saydığım durumlarda kendi hayatını belirlemekten
vazgecer kişi bu da bir nevi intihardır.
Başkaldırıyı
ise şöyle açayım, Kişi ilk başta kendi durumundan rahatsızlık
duyar, kendine durumuna başkaldırır -kendini sorgular,
geçmişindeki düşüncelerini sorgular, kendi üzerinde analizler
yapar-. Hayatının anlamsızlığına karşı bir diyeçeği vardır
artık -Hayatı nasıl algılaması gerektiği üzerine düşünmeye
başlar, hayata nasıl bakmalı, hayatı gerçekçi şekilde nasıl
algılamak gerek üzerine düşünmeye başlar- Hayır artık yeter
der. İnsan doğumdan itibaren kelimelere verdiği anlamlar ile
edindiği bilgi birikimi ve gözlemler sonucunda kendi algı
dünyasını oluşturuyor, bu algı dünyasına göre olayları
değerlendirmeye başlıyor, algımıza göre gözlemlerimizi
değerlendirmekten vazgeçme hali vardır, sistematik/önemli düşünce
sonucunda ki gözlemlerimizle olayları değerlendirme vardır.
Hayır demeden önceki tüm dünyasına hayırdır, dünyası alt üst
olur artık, değer verdikleri artık değerli değildir, kişi neyi
nasıl değerlendireçeğini de bilemez artık, onu var eden
değerlere hayır der. Kısaca algı dünyasına hayır der kişi,
algı dünyasını nasıl oluşturduğu üzerine durur. Kavramlara
verdiği anlamları sorgulamaya, varsayımlar sonucunda yaptığı
çıkarsamaları sorgular, varsayımlarına bakmaya başlar.
Düşünsel olarak başkıldırıdır bu, artık kendi hayatını
kendi kuracaktır.
Şu
durumu merak ediyorum, bir erkek çocuk küçüklüğünde anne ve
babanın şiddet olaylarına tanık olmuş ve bu çocuğun daha küçük
yaşlarda anlamakta zorluk çektiği durumlarla karşılaşması
sonucunda güven eksikliği ve kaygı/titreme oluşmuş. Hemen onu
yargılayaçakları, kötüleyeçekleri düşüncesi oluşmuş. Güven
eksikliği sonucu kendini savunamaz durumuna düşmüş, yaşadığı
kaygı/titreme sonucunda da, kendi benliğini korumak için
-kaygıyı/titremeyi azaltmak için- savunma düzenleri
geliştirmiştir - bu çocuk 13 yaşlarında olmasına rağmen,
okulundaki sınıfında ve aile çevresindeki kişilerin yanında
hiçbir kelime konuşmuyor -ancak çok güven duyduğu kişilerin
yanında konuşuyor- ve kendisi şunu söylüyor ben de konuşmak
istiyorum ama içimde birşeyse konuşturmuyor beni diyor. Bu çocuk
benim yukarıdaki devrimci sorgulama dediğim sorgulamayı intiharı
seçmeyerek ne zaman protest/devrimci düşünceyi yapar. Benim
farkına vardığım gibi kendi durumunun farkına varırmı, veya
ben fark ettirebilirmiyim. Bilişsel olarak kendine müdahale
edebilirmi. Yeni düşünceleri ile yaptığı eylemler sonucunda
kendini iyileştirebilir mi ?. Ben şunu çok iyi biliyorum ki
nevrotik/evhamlı hastalarda kişiler istemedikleri/kendine mantıklı
gelmeyen davranışlar veya düşünceleri bile istemediği halde
kendini durduramıyor özellikle kaygı durumları yükseldiğinde.
Hanki
mantıklı sorular sayesinde, en sağlıklı düşünce kurulabilir.
Bir hayal dünyasına girmiş isek bu hayal dünyasından nasıl
çıkabiliriz.
Yazının
burasından sonra daha çok kritik/önemli/eleştirel düşünce
üzerinde duracağım.
Düşünceleri
üzerine düşünmeye başlayacak kişinin en başta karşılaştığı
en büyük engel, daha önce edindiği düşüncelerdir. Sonra
edindiği yeni düşünceleri hemen kabul etmesidir, nasıl
düşüneceğini bilmez -bilgi alma konusunda eski alışkanlıklarını
devam ettirir, bilgi almanın düşünmek olduğunu sanır, bilgi
yüklü olmanın düşünmek olduğunu sanır, düşünce
tembelliğini kolay atamaz, bir konu üzerine uzun süre odaklanamaz-
Düşünmek
bir süreçtir, düşünmek bir izi takip etmek gibidir, düşünmek
kelimelerle yer kapmaca oynamaktır, kelimelere anlamlar yükleyerek
bir konuya bütünsel bakma cabasıdır. Düşünmek kelimeleri
zincirleme şeklinde bir birine bağlamaktır. Düşünmek akla
uydurmaları yapmamaktır. Hiçbir inanca, ideolojiye, bir güce
bağlanmadan, kendi değerlerine bağlanmadan, Hiçbir şeye
bağımlılık göstermeden, neyi kaybedeceğini düşünmeden
serbestçe iz takip etmektir Bir düşünceyi oluştururken nelerden
etkilendim, etki altında kaldığım bi güç var mı, bu konu
hakkında elde ettiğim bilgilere nasıl ulaştım, bu düşüncemi
oluştururken eksik bıraktığım bir nokta var mı, çeşitli
bölümlerin bakış açılarıyla konuya yaklaştım mı. bu
düşüncemin temelinde hangi varsayımlar yatmakta, bu düşüncem
sonucunda hangi sonuçlara varırım, bu düşüncemi oluştururken bu
düşünceye alternatif düşünceler üzerinde hiçbir değerlendirme
yaptım mı, hangi bağlam içinde bu düşüncemi oluşturdum. Bu
düşüncemin oluşmasında etkili olan kavramlar üzerinde ne kadar
düşündüm.
Kendi
düşüncelerini oluşturmak, sıfırdan bir ev yapmaya benzer. Bir
ev yaparken ilk başta arsa araştırması yaparsın -bu düşüncemi
hangi zemine oturtayım, bu oluşturduğum zemin sağlam mıdır, bu
zemin üzerine düşüncelerini oluşturan kişilerin, bu
oluşturdukları düşünceleri sonuçları nasıl olmuştur. Mesela
bazı kişiler düşüncelerinin zeminine insanı alır. Bazıları
ise doğayı, bazıları ise başka şeyleri... ve bu zemin üzerinde
düşüncelerini oluşturmaya başlar-. Arsa yerini belirledikten
sonra, bu zemine uygun taş, çimento, demir, tuğla araştırmaya
başlar - kişinin fikirlerini oluşturacak gözlemlere girer, bu
bilgiyimi alsam diğer bilgiyemi yönelsem, bu bilgi buraya otururmu,
birinci el bilgimi yoksa, iyi elekten geçmemişmi, sağlamlığı
test edilmişmi, yoksa teorik bir bilgimi, hangi bilgi benim amacıma
en iyi ulaşmamı sağlar...- bunların araştırmasını yaptıktıtan
sonra bu malzemelere ulaşılabiliyorsa, evin yerleşim planını
yapmaya başlarız, tasarımını, kaç kat yapılaçağı,-Bir konu
hakkında araştırma yaparken bu araştırmamızı bir hipotez çerçevesinde, araştırma planını yaparız, araştırmanın sınırlarını çizeriz, nereye kadar açılacağız...- Malzemeler
hazır, planda hazır olduktan sonra artık malzemeleri harmanlayıp
plana göre binayı inşaa etmeye başlarız -sağlıklı bir zihin
ile ve sağlıklı mantık yürütmeler ile malzemeleri plana
uydurmaya başlarız- inşaat bittikten sonra iç düzgüye geceriz
-düşüncelerimize son şekli verme aşaması, düşünceleri
yeniden gözden geçirme, varılan sonuçların bizi neye
götüreçeğini düşünürüz.-
Ev
birçok aşamadan sonra tamamlandı, işte bu evi ben yaptım demek
var, evin yapılışının her aşamasında bulunduk, adeta
tırnaklarıya kuyu kazıldı. Bu evin her aşamasında bulunan kişi
için bu ev değerli olur -düşüncemizi kendimiz oluşturmuş isek,
bizim için hayatımızda o kadar yer kaplar, o kadar önemli ve
değerlidir- evimizi oluşturan tüm bileşenleri biliriz -kendi
düşüncemizi oluşturduk isek düşüncemizin tüm bileşenlerini
biliriz-.
Bir
kişi kendi düşüncesini oluşturmadığı halde, düşünürün
uzun süreçlerden sonra oluşturduğu çıkarımları alıp
söylemesi -beylik laflar etmesi- kişiye uzun sürede Bir şey
kazandırmadığı gibi onu daha da düşünce tembeli yapar -evin
Hiçbir aşamasında çalışmayan kişi, evi ben yaptım demesi gibi
bir şey, kendi hayatını değil bir başkasın hayatını yaşar.
Evi
kendi can güvenliğimiz için sağlam yapmak gerek, günlük
çıkarlar, bazı menfaatler uğruna evi çürük zemine yapmamak ve 9
şiddetinde depreme, tüm doğal afetlere dayanıklı yapmak gerek –
düşüncelerimiz ide en sağlam zemine oturtmaya bakmak gerek, günlük
çıkarlar uğruna girmemek gerek, düşünce tembelli yapmadan
düşüncelerimizi oluşturmak gerek. Bir düşünceyi bir çok
olasılık karşısında deneyerek oluştrumak gerek, yoksa dar bir
alanda deneyerek oluşturduğumuz düşünce diğer bir ortama
girdiğinde hemen çökmesin/9 şiddetinde depreme dayanıklı
olsun.- tabi şunu unutmamak gerek, geçmişte öyle sağlam
düşünceler çöküp git tiki, oluşturduğumuz düşünceleri de
körü körüne bağlı kalmamalıyız, bizim için ne kadar da değerli olsalar, çok tutarlı dediğimiz düşünceler üzerinde ki
düşünceleri bile zamanla düşünmeliyiz - ara ara eve bakım
gerek -
Duran Aydoğmuş
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)