Deniz kenarında
oturmuş sohbet ediyor, bir taraftan da televizyondan gelen sese
kulağımız kabartıyorduk, taksimde gezi parkında çadır kuran
gençler ağaçların kesimine, bina yapımına karşı pankartlarla
gösterilerini tüm geçe sürdürdüler. Sonra kanalı
değiştirdiler, değiştirdikleri kanalda penguen belgeseli
gösterildiğini gelen seslerden anladım.
Gülgün den öğle
gibi mesaj geldi, ara sıra öylesine mesajlaşırdır, mesajından
hükümetin yaptıklarına yeter demek için, insanların hayatlarına
müdahalesine karşı gel benimle. İnsanlar duyarsızdır pek bir
şey olacağını düşünmüyorum ama sana katılırım diye
karşılık mesajı attım. Gülgün ile birlikte ne sloganlar
atmıştık o günlerde, çadırlarda kalmıştık. Haklar verilmez
alınır demişti Gülgün. Sonraları bu sözü kendimize prensip
edinmiştik, farklı şehirlerde Gülgün ile pankartlar açıyorduk,
haykırıyorduk, Gülgün’le aynı ortamı paylaşmak, aynı şeyi
haykırmak bir başkaydı, o polisler nereden gelecek diye tedirgin
bakışlarla yan sokakları izlerken, ben ise onu izliyordum, ne
güzel saçları vardı, o gamzeleri ne güzeldi. Beni gazdan korumak
için sarmalaması en güzel anlardı benim için, Gülgün’e karşı
olan sevgimi hiç haykıramadım. Belki haykırsaydım şimdi burada
bu kadar çok saldırgan olmazdım. Bugünlerde içimdeki bunaltıdan
kurtulacak bir şeyler bulmuştum. Kendimi iyi hissediyordum.
Gülgün ile Gezi
olaylarında hemen her gün birlikteydik, eski çocukluk günlerin
deki gibi.
Gülgün beni
aramıyor, mesaj atıyordu her zamanki gibi. Yine bir gün mesaj
atmıştı, eski mahalleye çağırıyordu. Gülgün de uzun zaman
uzak kalmıştı mahalleden, ama boşandıktan sonra mahalleye geri
dönmüştü.
Gülgün’ü iki
gün sonra aradım, ben eski mahalleye gitmek istemediğimi söyledim.
Gülgün yumuşak
bir ses tonu ile, biliyorum senin yaşadıklarını o mahallede ama,
gel birlikte anılarımızı canlandırırız.
Kısık, ağlar
gibi bir ses tonu ile tamam dedim
Gitmişken
Büşra’dan anahtarı da al eski yaşadığın evi gezeriz dedi.
Niye gezeceksem,
sanki dört duvarı görsem ne olacak, eski ruhundan ne kalmıştı
şimdi o evde.
Büşra’dan
anahtarı aldım, Gülgün ile deniz kıyısında buluştuk, eski
günlerde ki gibi, biraz sahilde gezdikten sonra Gülgün’ün
jipine bindik. Ehliyeti birlikte almıştık, ben hız delisi ve sık
sık küçük kazalar yapan biriydim. Gülgün hiç kaza yapmamıştı.,
Doğum sancısı
çektiğim mahalleye gelmiştik, Mahallemin sokaklarını gördüğümde
anılarım yoğunlaştı, bir garip gelmişti şimdi, o dar
kaldırımların ortasına dikilmiş akasya ağaçları, apartmanın
bahçesindeki çam ağaçları, beyaz kırmızı güller, şimdi
yerinde olmayan ama mahallelinin sıkça uğradığı bakkal dükkanı,
benim yaşamıma şahitlik etmişlerdi, orada benden bir şeyler
vardı. Şimdi farklıydılar, çöp tenekeleri değişmiş, sokak
tabelaları yenilenmiş, kaldırımların ortasında ki akasya
ağaçlarının yerini şimdi arabalar almış, çocukken yakar top
oynadığımız asfaltta çukurlar oluşmuş, küçük bakkal dükkânı
kapanmış, çocuk sesleri yoktu, Sokakta eski canlılık kalmamış,
canlı olan benim duygularımdı, çocukluk aşkım buradaydı, ama
bir gün apar topar ayrıldık oturduğumuz yerden, nerden
bilebilirdim ki insanların bunaldıklarında ayaklanıp, kendinden
olmayan bizleri göçe zorladıklarını.
Asfaltta
mahallenin çocukları ile ne oyunlar oynardık. Gerçi beni pek
dahil etmezlerdi oyunlarına ama.
Gülgün ve
mahallenin diğer çocukları ile yakar top oynardık, Gülgün’den
başka kimse beni takımına almak istemezdi. Anne babamın ırkından
ötürümüydü, yoksa bedenim bacaklarıma ağır geldiğinden
hareketlerim kıvrak olmadığından mı takımlarında görmek
istemezlerdi. Gülgün bir keresinde, benim yüzümdeki yanıkla
dalga geçen erkekleri öyle güzel sözlerle kovalamıştı ki. Beni
küçükken babamın koruduğu gibi koruyordu.
Hala apartmanın
önündeki incir ağacı duruyordu, o benim için sadece ağaç
değildi, o benim dışarı sı ile bağımı sağlayan hayat
ağacıydı, yapraklarını döktüğünde mevsim değişti diyordum,
kuşları bu ağaç yüzünden sevmeye başlamıştım, o ağacın
üzerine konarlar bana serenat yaparlardı.
Apartman yıllar
içince yıpranmıştı, duvarların boyası kalkmış, balkon
demirliklerde boya kalmamıştı, camların yarısı ahşaptan yarısı
pimapen idi, bende apartmana benziyordum, ipeksi saçlarım dökülmüş,
gözlerimin altı kırış kırış olmuş, dişlerimin yarısından
çoğu dökülmüş, göğüslerimin dikliği gitmişti. Ama ben
oyuna dâhil olmak için saçlarımı yaptırmış, göğüslerimi
dikleştirici silikon sutyen kullanmaya başlamış, dişlerimin
hepsini çakma dişlerle yaptırmış, yüzüme maskeler
yaptırıyordum. Şimdi sahteydim ben, yapaydım.
Apartmanın içine
adımımı attım, Posta kutuları aynı yerlerinde duruyordu,
içlerinde her zaman ki gibi bir şeyler olurdu, 6 numaraları posta
kutusunun içine bakmaya korkardım. Şimdi içim burkuldu.
Yan kapı
komşunun zili değişmiş, eskiden kapının dışında tokmağı
yoktu, şimdi desenli altın gibi parlayan bir tokmak vardı. Eskiden
ben Hunt'un resmettiği tabloya benzetirdim bu kapıyı, dışarıda
kapı kolu olmayan sadece içeriden açılan bir kapı, çoğu zaman
kaynana zili çalar çağlar açan olmazdı. Bir şey yapamazdım.
Hele o küçük kızın durumu benim gözyaşı dökmeme neden
olurdu, küçük kızın öğretmenlerine, eğitim sistemine küfür
ederdim, kendime küfür ettiğim gibi. bir hayat daha kaynana gelin
patırtısında yok oluyordu sesiz sedasız, kimse aldırmadan.
O zamanlarda
çevreme uyum sağlayamadığımdan, sahteliklere katlanamadığımdan
kendimi kapardım dış dünyaya. Şimdi ise bedenimi oyun içinde
tutup ruhumun derinliklerinde kendimi arayan bir yaşam sürüyordum.
Çevremdeki
insanlar her gün işe gider, işten eve gelirler, evde pek
konuşmazlardı, işte de pek konuşmazlardı, robotları
konuştururlardı, yalnızdılar, yorgundular, korkuları vardı.
Para biriktirmekten zaman bulamazlardı bir şeylere, eş dost
cenazelerinde hasret giderirlerdi. Sahte de olsa beğeni kazanmaktı
çabaları. Bayramlarda büyükleri gezmek roller gereği
yapılıyordu, aslında tatil yapmak istiyorlardı. Her yaş için
biçilmiş görevler vardı, görevler ağır gelmeye başladığında,
düşünmekten kaçmak için gürültülü yerlere giderler, can
sıkıntısından şikayet ederler, oyalanacak şeyler bulmaya
çalışırlardı. Biçilen rolleri oynamakla yükümlüydüler,
onlardan beklenenleri yapmaya çalışırlardı. Değişimi
sevmezler, değişim belirsizlik demek idi. hayat oyunu onlar için
basit idi; ait olduğun yere kendini adayacaksın, inançlı
olacaksın, orta yolu izleyeceksin, sürüden ayrılmayacaksın.
Kendi içlerinde çelişkilerle yaşıyorlardı, ama çelişkili
durumlardan uzaklaşma yolunu bulmuşlardı, maskeleri ile oyun
oynuyorlardı, oyunun adı akla uydurma oyunu idi. Sonlu olan ömrün
farkında değillerdi. Sığınacakları dört duvar bir evleri tam
yeni olmuşken, sessiz sedasız ölüp giderdi benim çevremde ki
insanlar.
Sessiz sedasız
ölümü kabul edemedim, ebediyete, samimiyetsizliğe bir
inanabilseydim, oyuna kendimi bir kaptırıp bilseydim, her şey
farklı olurdu, ama olmadı, yapamadım. Aklıma düşmeyecesi
sorular, kahredici genlerim, beni bir apartmanın küçük bir
odasına mahkum etmişlerdi.
Şimdi benim
küçük odamın bulunduğu evde Büşra ile erkek arkadaşı
kalıyordu.
Evin içine
ayağımı attığımda sol tarafımda ayakkabıları koymak için bi
bölme vardı, bizim otururken de ayakkabıları konmak için yer
vardı, misafirler geldiğinde ayakkabılıktan ayakkabılar alınır
gidecekleri zaman kapının önüne ayakkabılar hemen giyinecek
şekilde çevrilirdi, ben kaç kere azar işitmiştim bu önemsiz
detaya uymadığım için kaç kere aşağılanmıştım, nasıl bir
yuva kuracaksın sen, bir şey olmaz senden mi denmemişti.
Salon kapısına
uzandığımda kapının orta sayılacak yerinde bir yumruk izi kadar
olan çökük aklıma geldi. Eski salonla şimdiki salonun sadece
dört duvar arasındaki ölçüleri aynıydı. Şimdiki salonda,
Duvarlar renkli, avizeler bol ışıklı, perdelerde uğur böcekleri,
halının üzerinde çiçekleri yeni açan küçük yapraklı bir
ağaç ve ağacın üzerine serçeler konmuş. Duvarda iki tablo ve
bir bağlama asılıydı; tablolar karşılıklı asılmıştı,
bağlamanın yanındaki tabloda, yağmurlu bir havada deniz kıyısında
taş desenli zeminde şemsiye altında bir birine sarılmış öpüşen
bir çift vardı. Duvarın tam ortasında ki tabloda ise dağlarda
derelerin aktığı çam ağaçlarının arasında küçük bir dağ
evi vardı, bağlamanın üzerinde desenler vardı. Bir tane sallanır
dinlenme sandalyesi, iki tane kırmızı ve beyaz renkli kanepe ve
ortada ahşap masa, masanın üzeri çiçek motifleri ile kazınmıştı.
Gülgünle göz
göze geldiğimizde. hafif bir ses tonu ile evin kendine özgü bir
ruhu oluşmuş dedim.
Onlar ruhunu
yansıtmış.
Evet aynı biz
otururken yansıttığımız gibi, gri perdeler, dört tekerlekli bir
masa, ve kitaplardan oluşan bir vitrin vardı.
Gel Gülgün
diğer iki küçük odaya gecelim
Salonun kapısının
dışarıya doğru açıldığında tuvaletin kapısı da açılırsa
çarpışacakları kadar küçük bir geçiş yeri vardı. Tuvaletin
yan tarafında ki küçük rutubet kokan oda, benim odamdı, yarım
metre kadar bir alan vardı hareket etmek için. Benim için gerekli
her şey vardı; küçük pencerenin köşesine dayanmış iki katlı
yatak, iki katlı yatağın yarım metre karşısında bir insan boyu
yüksekliğine kitaplık ve çalışma masası, masa ile yatak
arasında demirden arkaya yaslanılacak yeri olan yemek sandalyesi,
masa ile kapı arasında küçük bir kuş tablosu. Yerde küçük
gri bir halı parçası vardı.
Yaşları büyümüş
ama çocuk kalmış, büyük çocuklardan sıkıldığımda, sürüye
sinirlendiğimde sığındığım odaydı burası Gülgün. Odanın
duvarlarının dili olsa da anlatsa. Gülgün le nasıl sevişmek
istemiştim bu oda da ne kadar çok yanım da olmasını istemiştim,
kaç kere onun vucudunun kıvrak hatlarını hayal etmiştim, ya
şimdi o kıvrak hatlardan geriye ne kalmış armut şekline dönüşmüş
vücut ve ellerinin suyu çekilmiş buruşuk bir ten. Gülgün
bu oda benim doğduğum oda, doğum sancılarımda seninle bile
görüşmezdik pek, sana anlatırdım, sende bana kendi yaşadıklarını
anlatırdın.
Ben seni o
zamanlar pek anlamazdım ama şimdi daha iyi anlıyorum. Sen bu oda
da, olanları anlamaya çalışırdın. Ama onlar seni anlamaya
çalışmazdı dimi, saygınlık kaybetmemek, gururu incitmemek her
şeydi onlar için, senin varlığın saygınlık kaybettiriyordu,
konuşmaların guru kırıcı bir durum oluşturuyordu dimi.
Bu yaşadıklarımı, sen de böyle
durumlar yaşayınca anladın dimi Gülgün.
Evet, acılar, ayrılıklar insanları
olgunlaştırıyor, büyütüyormuş.
Ben bu oda da bacaklarım kireçlenene
kadar durdum Gülgün. Bu oda diğer oda dan bağrış çağrış
sesleri gelmediği zamanlar sessiz sedasız dı,
ama aynı zamanda kafamın içinde sert kanlı çatışmalar cereyan
ediyordu. Herkes le bu oda da yüzleşmek gerekti, en başta kendimle
yüzleşmek gerekti, Beni ben yapan değerleri atıyordum, beni
tanımlayan şeyleri, değer verdiğim şeyleri atınca geriye benden
ne kalacaktı, bir deri bir kemik kalmaz mıydı, neye tutunacaktım
şimdi, kaç kere yok olmam söylenmişti, sen artık bittin
denmişti. Evet bu odadan çıktığımda artık benim hiç bir şeyim
kalmamıştı, ne maskelerim ne kendimle giriştiğim oyunlar
kalmıştı, nede bir değerim nede kimseye karşı bir bağlılığım,
her şeyin bittiği yerde rahatlamıştım -artık uyumsuz olmuştum
- artık her şeyi daha iyi görüyor ve her şeyi herkesi sınırsızca
sorgulayabiliyordum, kaybedecek bir şeyim yoktu artık.
Gülgün bak sana
şurada kitapların birinin arkasına şöyle bir şey yazmıştım,
daha iyi anlayaçaksın şimdi beni, bulabilirsem onu okuyayım.
Galiba şu Jean paul Sartrenin yarı otobiyografik Özgürlük
yolları üçlemesi olarak çıkardığı serinin birinin içinde
olacaktı, Yaşanmayan zaman’ın içindeymiş bak.
Baştan sona
okumayayım da, içinde birçok şeyi sıdırdığım küçük bir
yeri okuyayım.
Taka takalını
gösterdi ve avlandı.
Bu yerin hayalini
ne kadar çok kurmuştum, bu yere gitmek çevremde herkese ne kadar
kolaydı, ne kadar kolay ulaşıyorlardı, üç dört kere bende
gitmek istedim, yola çıktım ama hep aynı yerden döndüğümü
anladıktan sonra vazgeçtim. Tekrar denemenin ne anlamı vardı yine
aynı yerden dönecektim, sonra orasını ulaşılmaz kıldım.
Yollar ne karlı ne buzlu, ne çamur, ne toz toprak, ne yokuş nede
engebeli idi her şey müsaidi benim oraya gitmeme, bunu
görebiliyordum, elimi uzatsam dokunacaktım o yere ama elimi o yere
uzatamadım. O yere ulaşmak bir an olsun aklımdan çıkmaz olmuştu,
o yere gidersem her şey yoluna girecekti, o yere dokunmak benim için
en güç olan şeydi. Hasarlı üretilmiş balıkçı takası su
almaması için tıkaçla tıkanmış bir noktasını koruyordu
devamlı, o nokta yüzünden ulaşamıyordu o yere, gemi hiç
limandan açılamadığına limancılar dalga geçiyordu balıkçı
takasıyla, taka balık avlama işini yapamıyorsa taka ne diye yer
kaplıyordu limanda tartışılır olmuştu. Ama takanın altındaki
deliği kimse bilmiyordu. Kimsede onu bakıma almıyordu. Taka dün
geçe kimsenin olmadığı bir zamanda o gitmek istediği yerin,
hayalini kurmadan, uçsuz bucaksız sularda planını yapmadan,
sonunu bilmediği o yere gitmek üzere açıldı, şimdi hiç bilmedi
ama devamlı duyduğu deniz canavarları ile karşılaşabilirdi,
fırtına çıkabilirdi bunları hiç düşünmedi avlanmayı
düşünüyordu, aynı yerden dönmedi bu sefer o yeri kırdı ya,
avlanabilecek miydi bilmiyordu, bilmek istemediği kaçtığı bir
şey daha vardı, tıpa avlanırken açılacak mıydı acaba.
Bilemezdi deneyince görecekti, bu zamana kadar açılmamıştı,
şimdilik iyi gidiyordu, limana avlanmadan gitmek istemiyordu, yerini
bulmak istiyordu artık limanda, bırakıldığı yerden başka bir
yere gidebilmeyi istiyordu artık, tıpa açılsa ne olur ki, zaten
durduğu yerde tahta kurtları tarafından içten içe yeniyordu.
Evet taka ağını atmakta tereddüt etmedi, aklına gelmedi ağını
atınca olacaklar, ağ kuvetlimiydi, balıklar bu ağa takılınca ağ
yırtılır mıydı hiç düşünmedi. Ağa balıklar gelmeye
başladı, tutuyordu ve hiçbir şeyde olmuyordu, ama taka bir şey
hissetmiyordu, ne sanıyordu ki bu balık tutmayı, nasıl yerlere
oturtmuştu bu balık tutmayı. Uluşılamaz kılmak için kadar çok
çaba vermişti, ne kadar çok dokununca eriyecek süslü büyülü
duvarlar örmüştü. Şimdi yeni bir tutkusu daha oluşmuştu
takanın, taka artık balık tutmak için uraş verecekti.
Şimdi bu
okuduklarımı ben yazmamışım sanki, ama acılı kaygılı hayatı
özlüyorum, acılarda buldum ben kendimi. Yazmayı sık sık doğuran
nur topu gibi kaygılarıma borçluyuma.
Gülgün
bu oda benim için çıkılmaz bir uçurum gibiydi diğer odalar ise
uçurumun dışıydı, orada oyunu kuralına göre oynamasını bilen
insanlar vardı, orası gerçekti, kabul etmekte zorlandığım hayat
vardı.
Bir keresinde
misafir gelecekti bize kim olduğunu hatırlamıyorum ama annemin
dediklerini neredeyse dün gibi hatırlıyorum, misafirler geldiğinde
hiç odadan dışarı çıkma, ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. Seni
sorarlarsa dışarı çıktı arkadaşlarınla deriz dedi.
Ama onlara da hak vermelisin. Onlar
içinde kolay olmamıştır seni bu durumda görmek, onlarda
evlatlarının bir yere geldiğini görmek isterler. Bir keresinde
bizim evde annenle annem konuşuyordu, annem sizin kız da evde
kaldı, bak çocukları ne zaman olacak, belli yaştan sonra çocuk
oldurmakta zor olur, senin ki evden dışarıda pek çıkmıyor,
çalışmıyor da, geçen gördüm bakışları da tuhaf olmuş,
birde tuhaf tuhaf konuşuyormuş duyduğuma göre. Bizim kız
sözlenecek bak dedi annem, tabi ben anneme sana ne bunlar dedim ama.
Annenin oradaki bakışlarını, sıkılmasını görecektin.
Gülgğn
gazeteler çok okunmak için ilginç şeyleri yayınlarlar bilirsin.
Bir keresinde annem ağlıyordu, neden alıyorsun dedim herkes beni
soruyormuş, beni sevdiklerinden değil miş dedi. işte bende ilk
sayfa manşeti kadar ilginçtim.
Beni bana soran
ise sadece Büşra vardı Gülgün, sende beni anlamazdın o
zamanlar.
Deniz biliyor
musun ben o zamanlar Büşra’nın da seninde yaşamını
garipserdim.
Bir keresinde
Büşra bana, parmaklarına yüzük takarak herkesin önünde
karşılıklı evet demenin anlamsız olduğunu, samimi olmadığını
düşündüğünden, söz vermenin yeterli olacağına, bir sürü
gürültü şamatayı zaman kaybı olarak gördüklerinden. Erkek
arkadaşı ile herkes den uzakta, iki kişilik bir yaşam
sürdürdüklerini söyledi.
Büşra ve erkek
arkadaşı farklıydı, benim varlığıma değer veriyorlardı.
Büşra derdi ki sen işe gider gibi her sabah kalkıyorsun, akşama
kadar bir şeyler okuyorsun, sen kendine bunu iş edinmişin derdi.
Büşra’nın erkek arkadaşı da bana işimi yapabilmem için kitap
sağlardı. Onlar benim dışarıyla bağlantımı sağlarlardı.
Benimde kendimde
garipsediklerim vardı, ben neden erkeklerin yanında rahat
olamıyordum, neden erkekler bana dokunmak istediklerinde kendimi
kasıyordum, ben bir kadındım, onlardan hoşlanmam gerekti,
göğüslerim vardı, anne bile olmak istiyordum bazen, düzensiz
adet dönemlerim dışında her şey normaldi. Bir erkekle olmak için
ne kadar zorlamıştım kendimi, kaç sefer denemelerim olmuştu.
Belki doğru erkek olursa olur diyordum hep. Çok iyi anımsadığım
bir olay bana yeni kaygılar armağan etmişti, armağan ettiği bir
şey daha vardı, ne olduğumu bilmem. Her şeyin sıradan olduğu
bir Cumartesi gecesiydi, Gençlik partisi vardı, gençlik derneği
gibi bir şey düzenlemişti bu partiyi, loş ve renkli ışıklar
altında nerdeyse herkes çılgınlar gibi oynuyordu, oturacak yer
yoktu, beş altı yerde yuvarlak masalar vardı, içkiler bu
masalarda içiliyordu, bizde Gülgün ile ikinci biradan sonra bir
kadeh viski daha içelim dedik, viskimizi almış içiyor bir
taraftan da bir şeyler konuşuyorduk, ama gürültü çok fazlaydı.
Şimdi hatırlayamadığım o zamanlar herkesin çok beğendiği
romantik bir şarkı vardı herkes dans etmeye kalkmıştı. Bizi
dansa kaldıran bir… sesini zor duyuyordum Gülgünün, bizi dansa
kaldıran bir erkekte çıkmadı ya, gel birlikte dans edelim olmaz
mı dedi, bende ya ben dans etmesini bilmem ki falan demiştim. Gel
ben seni idare ederim dedi, ben kadın olmuştum, Gülgün benim
belime sıkıca sarılmıştı, göğüsleri göğüslerime
değiyordu, kafasını omuzlarıma koymuş nefesi kulaklarımdaydı,
elleri kalçamın üzerine kadar inmişti, benim içim bir tuhaf
olmuştu, hiç hissetmediğim bir şey hissediyordum, ıslanmaya
başlamıştım. Gülgün’ün kulağıma bir şeyler demesiyse
kendime geldim, galiba erkek arkadaşının olmaması ile ilgili bir
şeyler demişti. Şarkının bitmesini beklemeden yerimize geçmek
istediğimi söyledim Gülgün’e, gürültülü ortam birden
sessizleşmişti benim için, Gülgün bir şey diyordu ama
duymuyordum, oradan gitmek istiyordum ama geldiğimiz otobüsle
gitmeliydim. O geçe baya bir içmiştim, eve zar zor götürmüşlerdi.
O geceden sonraki günlerde kendimi çok suçladım, nasıl böyle
bir şey olabilirdi, utanıyordum kendimden.
Deniz kitapları
giderken götürmemişsin.
Okuduğum
kitaplar bunlar, götürmeye gerek duymadım, birilerine veririm diye
bıraktım burada ama, alanda olmadı öyle kaldı işte.
İstersen
alabilirsin hepsini. Bende herkeze birşeyler vermek istiyorum, neden
vermek istiyorsam, sanki isteyen oldu, karşılıksız mı veriyorum,
yoksa sevilmek için mi vermek istiyorum.
İçlerinden
ilgimi çeken olursa alırım .
Eline bir kitabı
aldı, kitap parçalara ayrılmıştı, sayfaları düzgün takip
ediyor muydu acaba diye aklımdan geçirdim. Nevrozlar ve İnsan
Gelişimi: Kendini Gerçekleştirme Mücadelesi idi kitabın ismi,
kitapları bazı kişiler müzeye koyacakmış gibi korurdu, ben ise
her tarafını çizer, üzerine o anda o okuduğum yer ile ilgili
düşüncelerimi bile yazardım, bu kitabı da çok karalamışım,
kapağına bile bir şeyler yazmışım, kitabı daha başlarında
turuncu renkle altını çizmişim, okumaya başladı Gülgün.
Kendimizi gerçekleştirmek yerine bizi zorlantılı davranışlarla
pek istemediğimiz bir hayata mahkum kılan modelleri tanımlar:
Etrafına baskı kuran genişlemeci tip, içe kapanarak ortamdan
kendini silen tip; başkalarına bağlanan tip ve insan
ilişkilerinden kendini çeken kopuk tip… neyi anlatıyor bu kitap
tam olarak, al oku Gülgün şimdi anlatırsam eksik kalır birçok
şey, zamanı değil hem şimdi.
Hadi gel
annemlerin oda ya geçelim istersen, kitabı almayacak mısın.
Daha sonra belki
alırım.
Beni doğuran ve
ihtiyaçları için beni büyüten anne ve babamın odasıydı
burası. Beklentilerine karşılık veremediğim için hayatlarını
çalmış olmakla suçlandım kişilerin odasıydı. Evin en geniş
odası burası gördüğün gibi, ama aynı zamanda en az ışık
alan odası, baştan başa iki adım atsan üçüncü adımın yarıda
kaldığı bir oda burası işte, kaç kere başı uçlarındaki
duvara, içerisi aydınlık olsun diye bir pencere açmayı
düşünmüşlerdi, ama hiç açamadılar, dışarıda bol olan ışık
içeri hiç giremedi. Ertelediler, sınırlı ömürlerinde ki her
şeyi.
Cinsellikten
ikmale kalmış 31 kuşağının insanlarının kuralları vardı bu
oda da. Erkeğin kuralları sikine göre şekillendirdi bir toplumda
yaşamıştı annem, belkide ilk sevişmelerinde alışana kadar
karanlıkta sevişmişlerdi. Kadını yatak odasına sıkıştıran,
nüfus sayımlarında kadınların başlarını bile saymayan bir
soyun çocukları değiller miydi anne ve babalarımız. Bu oda aynı
zamanda benim tohumlarımın atıldığı oda, nasıl bir sevişmenin
ürünüydüm acaba, kafayı bulmuş bir babanın zorla sahip olduğu
bir kadının çocuğu muydum. Yoksa kötü giden ilişkilerini
sağlamlaştırmak için atılan bir tohummuydum. Bir keresinde bu
oda da iken annem bana ağlayarak, seni düşünmekten babanla
birlikte yatınca birlikte olamıyoruz, bunu hiç unutma dedi.
Konuşurken açık olamıyordu bana karşı. Şimdi bunları sana
söylediğimi duysa çok kızar. Ve benim tohumlarımın atılmasından
pişmanlık duyduklarını ilk dillendirdikleri odaydı burası.
Şimdi aklıma
geldi bugün Dünya kadınlar günü, yürüyüşe gideriz bugün,
artık Özgecanlar ölmesin diye. Olur gideriz Gülgün, ama ben bu
tek günleri, hakim olanların verdikleri günler olarak görüyorum,
bu günlerde kendilerinin göstermelik konuşma yapmalarına fırsat
vermek için bu günleri değerli kılıyorlar ve bu günlerde
ezilenlerin kendilerini yalancıktan da olsa değerli hisetmelerini
sağlıyorlar. Niye sanki erkekler günü kutlanmıyor. Birde hangi
kadınların kadınlar gününü kutlacaklar, fahişelerin mi, genel
evdekilerin mi, erkek olupta kendini kadın hissedenlerin mi, kadın
olupta kadınlardan hoşlananların mı, kızların da kutlayaçaklar
mı ki.
Aman Deniz,
herşeye de birşeyin var.
Gel mutfakta
karşılıklı bi kahve içelim.
Tamam olur, sonra
sinemaya veya tiyatroya gidelim olurmu, sıkıldım ben biraz.
Kahvelerimizi
yaptık, dikdörtgen kırmızı masanın karşılıklı duran beyaz
sandalyelerine oturduk.
Nasıl iyi oldu
mu evi gördüğün.
Pek canlılığını
yitirmeyen anılarım, burada daha da bir yoğunlaştı, eski den
olan şeyler aklıma geldi, benim için yaşananların eski de
kaldığını söylemem zor ama. Şu mutfak ta bile nice görmek
duymak istemediğim şeyler oldu, biliyor musun o zamanlar küçük
yarım ay şeklinde bir masa vardı, hatırladın mı, evet gri bir
masaydı. Bu masada yemek yemek için resmi protokollerdeki
hassasiyet olurdu, gelin kaynana arasında mutlaka ben oturur, babam
ile annesi ay şeklindeki masanın iki uçuna karşılıklı
otururdu. Bunları yazılı kurallar haline getirip mutfak girişine
asmalıydık aslında, ya ben olmadığım bir gün bir misafir
gelirde gelin kaynana yan yana veya karşılıklı yüzlerine bakacak
şekilde oturursa nasıl olurdu, olurdu belki ama ağızlarının
tadı bozulur ne yediklerini anlamazlardı.
Her evde olduğu
gibi bizim ev de de herşey normaldi, umutsuzluk ve bitmek bilmeyen
istekler hakimdi. Niye böyle olduğu üzerine uzun süre düşündüm.
Umutsuzluk genelde beklentiler gerçekleşmediği zaman ortaya çıkan
bir yok olma duygusuydu, umutsuzluk gelecek ile ilgili kaygılar
yaşamamıza neden olmaktaydı. Ailem beklentilerini oluştururken
kendi dışındaki birçok değişkeni dikkate almadan kendi
arzularına ve isteklerine göre gelecek zamanı şekillendirmeye
kalkıyor, adeta 'zamanı hapsetmeye' kalkıyordu, olaylar zaman
içinde değişiyordu, bunu dikkate almıyorlardı, kişilerde zaman
içinde değişiyordu. Değişimden hoşlanmazlardı bizimkiler.
Gülgün şu düşünce çok saçma değil mi, birçok anne ve baba
yeni doğmuş çocukları hakkında bile gelecek ile ilgili birçok
beklentiye giriyor, bir insan üzerinde beklentiye girmek ve o kişi
üzerinden kendini tanımlamak saçma değil mi. ve bizim dışımızda
gelişen birçok olayı da kontrol altına almaya çalışmak, böyle
beklenti oluşturulduğunda genelde beklentiler gerçekleşmiyordu ve
sonucunda umutsuzluk yaşanmakta idi. Şunu öğrenemedi ailem;
İstediğimiz, arzuladığımız, gerçekleştirmek istediğimiz bir
durum karşısında, elimizden geleni yapmak, yani elimizdeki
verilerle hareket etmesini öğrenmek gerektiğini, sonuçların
kişinin eyleminin ve birçok etkenin meydana gelmesi sonucu
oluştuğunu, kişinin kendi eylemleriyle ilgilenmesini öğrenmesi
gerektiğini. Birde insanların sözlerine göre değil,
davranışlarına bakarak kararlarını almalıydılar. Ne kadarda
beylik laflar ediyorum. Sanki ben öğrenmiştim de. Teoride herşeyi
biliyordum ama, kaç kere yaratmş olduğum yoksunluklarım, hayalime
ulaşmamda küçük bir kıvılcımı büyük bir ateş olarak
algılamama neden olmuştu. Hani bir söz vardıya sözüne değil
özüne bak diye. İşte bunu diyorum Gülgün.
Neyse işte bizim
ev ahalisinde durumlar böyle, yavaştan çıkalım. Senide bugün
boğdum ama kusura bakma.
Yok boğmadında
bazı yerlerde seni dinlemekte zorladım, bazı anlattıklarında
senin özelinde, kavram dünyanda olduğundan anlamam için senin
kavramlara verdiğin anlamları anlamam gerek. Herkeze de bu kadar
zaman ayıramam, kısıtlı zamanım var.
Anlıyorum seni,
ama son birşeyler daha söyliyeyim ve çıkalım.
Senin gezi
parkında söylediğin bir şey vardı, haklar verilmez alınır
demiştin. Ben bunun anlamını çok geç anladım. Gülgün. Evet
bana kimse kişiliğimi yaşamam için bir şey sunmayacaktı önüme,
ben kendi kişiliğim, bütünlüğüm için, bağımsızlığım
için, ben buyum demek için, balta girmemiş ormanlarda yolu kendim
açman gerekiyordu, buda her an belirsizlik ve kaygı veren bir durum
demekti, ama bu benim demek için bu gerekliydi. Normal sıradan
insanın düşüncesi kaygısız bir yaşam yaşamaktı. Sıradan
insanların tek yaptığı özgür olmaktan kaçmak idi, yollarını
bulmuşlardı. Ben birde şunu geç anladım, büyümüştüm ama
çocuk gibi sorumluluklar alarak ve çocuk gibi ihtiyaçları
karşılayarak yaşayabileceğimi düşünmüştüm, ama olmadığını
yaşayarak gördüm, ihtiyaçlarım çocuk gibi değildi artık, her
doğan ihtiyaç giderilmesi gerekirdi, bir kere o ihtiyacın farkına
varıp gidermeye başladın mı işte artık o ihtiyacı giderme
peşinde koşman gerekiyordu onu görmemezlikten gelinemezdi, bir
ihtiyaç giderildiği andan itibaren o ihtiyaç hemen yükselişe
geçmeye başlar tavan yaptığında işte artık onu gidermek için
deli olmaya başlarsın, tavandan sonraki her dakika kendinle
oyunlara girişirsin, ama hiçbir zaman gerçek ihtiyaç giderilmeden
rahatlama olamıyor.
Yine ne kadar
beylik laflar ediyordum, kendinin ne olduğunu biliyorsun dürüst
ol. Gülgün şimdi bu sana anlatıklarım belki de benim görmek
istediklerim, göstermek istediğim kişiyi gösteriyorum sana,
belkide kendimi görmek istediğim gibi gösteriyorum, belkide senin
beni görmek istediğin gibi olayları anlatıyorum. Açık seçik
herşeyi olduğu gibi anlatmıyorum belki sana. Sana güvenmiyormuyum,
güveniyorum ama ben belkide benliğime sahte bir kimlik kazandırmak
istiyorum.
Duran Aydoğmuş