Sayfalar

8 Mart 2015 Pazar

İNCİR AĞACI


Deniz kenarında oturmuş sohbet ediyor, bir taraftan da televizyondan gelen sese kulağımız kabartıyorduk, taksimde gezi parkında çadır kuran gençler ağaçların kesimine, bina yapımına karşı pankartlarla gösterilerini tüm geçe sürdürdüler. Sonra kanalı değiştirdiler, değiştirdikleri kanalda penguen belgeseli gösterildiğini gelen seslerden anladım.
Gülgün den öğle gibi mesaj geldi, ara sıra öylesine mesajlaşırdır, mesajından hükümetin yaptıklarına yeter demek için, insanların hayatlarına müdahalesine karşı gel benimle. İnsanlar duyarsızdır pek bir şey olacağını düşünmüyorum ama sana katılırım diye karşılık mesajı attım. Gülgün ile birlikte ne sloganlar atmıştık o günlerde, çadırlarda kalmıştık. Haklar verilmez alınır demişti Gülgün. Sonraları bu sözü kendimize prensip edinmiştik, farklı şehirlerde Gülgün ile pankartlar açıyorduk, haykırıyorduk, Gülgün’le aynı ortamı paylaşmak, aynı şeyi haykırmak bir başkaydı, o polisler nereden gelecek diye tedirgin bakışlarla yan sokakları izlerken, ben ise onu izliyordum, ne güzel saçları vardı, o gamzeleri ne güzeldi. Beni gazdan korumak için sarmalaması en güzel anlardı benim için, Gülgün’e karşı olan sevgimi hiç haykıramadım. Belki haykırsaydım şimdi burada bu kadar çok saldırgan olmazdım. Bugünlerde içimdeki bunaltıdan kurtulacak bir şeyler bulmuştum. Kendimi iyi hissediyordum.

Gülgün ile Gezi olaylarında hemen her gün birlikteydik, eski çocukluk günlerin deki gibi.

Gülgün beni aramıyor, mesaj atıyordu her zamanki gibi. Yine bir gün mesaj atmıştı, eski mahalleye çağırıyordu. Gülgün de uzun zaman uzak kalmıştı mahalleden, ama boşandıktan sonra mahalleye geri dönmüştü.

Gülgün’ü iki gün sonra aradım, ben eski mahalleye gitmek istemediğimi söyledim.

Gülgün yumuşak bir ses tonu ile, biliyorum senin yaşadıklarını o mahallede ama, gel birlikte anılarımızı canlandırırız.

Kısık, ağlar gibi bir ses tonu ile tamam dedim

Gitmişken Büşra’dan anahtarı da al eski yaşadığın evi gezeriz dedi.

Niye gezeceksem, sanki dört duvarı görsem ne olacak, eski ruhundan ne kalmıştı şimdi o evde.

Büşra’dan anahtarı aldım, Gülgün ile deniz kıyısında buluştuk, eski günlerde ki gibi, biraz sahilde gezdikten sonra Gülgün’ün jipine bindik. Ehliyeti birlikte almıştık, ben hız delisi ve sık sık küçük kazalar yapan biriydim. Gülgün hiç kaza yapmamıştı.,

Doğum sancısı çektiğim mahalleye gelmiştik, Mahallemin sokaklarını gördüğümde anılarım yoğunlaştı, bir garip gelmişti şimdi, o dar kaldırımların ortasına dikilmiş akasya ağaçları, apartmanın bahçesindeki çam ağaçları, beyaz kırmızı güller, şimdi yerinde olmayan ama mahallelinin sıkça uğradığı bakkal dükkanı, benim yaşamıma şahitlik etmişlerdi, orada benden bir şeyler vardı. Şimdi farklıydılar, çöp tenekeleri değişmiş, sokak tabelaları yenilenmiş, kaldırımların ortasında ki akasya ağaçlarının yerini şimdi arabalar almış, çocukken yakar top oynadığımız asfaltta çukurlar oluşmuş, küçük bakkal dükkânı kapanmış, çocuk sesleri yoktu, Sokakta eski canlılık kalmamış, canlı olan benim duygularımdı, çocukluk aşkım buradaydı, ama bir gün apar topar ayrıldık oturduğumuz yerden, nerden bilebilirdim ki insanların bunaldıklarında ayaklanıp, kendinden olmayan bizleri göçe zorladıklarını.

Asfaltta mahallenin çocukları ile ne oyunlar oynardık. Gerçi beni pek dahil etmezlerdi oyunlarına ama.
Gülgün ve mahallenin diğer çocukları ile yakar top oynardık, Gülgün’den başka kimse beni takımına almak istemezdi. Anne babamın ırkından ötürümüydü, yoksa bedenim bacaklarıma ağır geldiğinden hareketlerim kıvrak olmadığından mı takımlarında görmek istemezlerdi. Gülgün bir keresinde, benim yüzümdeki yanıkla dalga geçen erkekleri öyle güzel sözlerle kovalamıştı ki. Beni küçükken babamın koruduğu gibi koruyordu.

Hala apartmanın önündeki incir ağacı duruyordu, o benim için sadece ağaç değildi, o benim dışarı sı ile bağımı sağlayan hayat ağacıydı, yapraklarını döktüğünde mevsim değişti diyordum, kuşları bu ağaç yüzünden sevmeye başlamıştım, o ağacın üzerine konarlar bana serenat yaparlardı.

Apartman yıllar içince yıpranmıştı, duvarların boyası kalkmış, balkon demirliklerde boya kalmamıştı, camların yarısı ahşaptan yarısı pimapen idi, bende apartmana benziyordum, ipeksi saçlarım dökülmüş, gözlerimin altı kırış kırış olmuş, dişlerimin yarısından çoğu dökülmüş, göğüslerimin dikliği gitmişti. Ama ben oyuna dâhil olmak için saçlarımı yaptırmış, göğüslerimi dikleştirici silikon sutyen kullanmaya başlamış, dişlerimin hepsini çakma dişlerle yaptırmış, yüzüme maskeler yaptırıyordum. Şimdi sahteydim ben, yapaydım.

Apartmanın içine adımımı attım, Posta kutuları aynı yerlerinde duruyordu, içlerinde her zaman ki gibi bir şeyler olurdu, 6 numaraları posta kutusunun içine bakmaya korkardım. Şimdi içim burkuldu.

Yan kapı komşunun zili değişmiş, eskiden kapının dışında tokmağı yoktu, şimdi desenli altın gibi parlayan bir tokmak vardı. Eskiden ben Hunt'un resmettiği tabloya benzetirdim bu kapıyı, dışarıda kapı kolu olmayan sadece içeriden açılan bir kapı, çoğu zaman kaynana zili çalar çağlar açan olmazdı. Bir şey yapamazdım. Hele o küçük kızın durumu benim gözyaşı dökmeme neden olurdu, küçük kızın öğretmenlerine, eğitim sistemine küfür ederdim, kendime küfür ettiğim gibi. bir hayat daha kaynana gelin patırtısında yok oluyordu sesiz sedasız, kimse aldırmadan.

O zamanlarda çevreme uyum sağlayamadığımdan, sahteliklere katlanamadığımdan kendimi kapardım dış dünyaya. Şimdi ise bedenimi oyun içinde tutup ruhumun derinliklerinde kendimi arayan bir yaşam sürüyordum.

Çevremdeki insanlar her gün işe gider, işten eve gelirler, evde pek konuşmazlardı, işte de pek konuşmazlardı, robotları konuştururlardı, yalnızdılar, yorgundular, korkuları vardı. Para biriktirmekten zaman bulamazlardı bir şeylere, eş dost cenazelerinde hasret giderirlerdi. Sahte de olsa beğeni kazanmaktı çabaları. Bayramlarda büyükleri gezmek roller gereği yapılıyordu, aslında tatil yapmak istiyorlardı. Her yaş için biçilmiş görevler vardı, görevler ağır gelmeye başladığında, düşünmekten kaçmak için gürültülü yerlere giderler, can sıkıntısından şikayet ederler, oyalanacak şeyler bulmaya çalışırlardı. Biçilen rolleri oynamakla yükümlüydüler, onlardan beklenenleri yapmaya çalışırlardı. Değişimi sevmezler, değişim belirsizlik demek idi. hayat oyunu onlar için basit idi; ait olduğun yere kendini adayacaksın, inançlı olacaksın, orta yolu izleyeceksin, sürüden ayrılmayacaksın. Kendi içlerinde çelişkilerle yaşıyorlardı, ama çelişkili durumlardan uzaklaşma yolunu bulmuşlardı, maskeleri ile oyun oynuyorlardı, oyunun adı akla uydurma oyunu idi. Sonlu olan ömrün farkında değillerdi. Sığınacakları dört duvar bir evleri tam yeni olmuşken, sessiz sedasız ölüp giderdi benim çevremde ki insanlar.

Sessiz sedasız ölümü kabul edemedim, ebediyete, samimiyetsizliğe bir inanabilseydim, oyuna kendimi bir kaptırıp bilseydim, her şey farklı olurdu, ama olmadı, yapamadım. Aklıma düşmeyecesi sorular, kahredici genlerim, beni bir apartmanın küçük bir odasına mahkum etmişlerdi.

Şimdi benim küçük odamın bulunduğu evde Büşra ile erkek arkadaşı kalıyordu.
Evin içine ayağımı attığımda sol tarafımda ayakkabıları koymak için bi bölme vardı, bizim otururken de ayakkabıları konmak için yer vardı, misafirler geldiğinde ayakkabılıktan ayakkabılar alınır gidecekleri zaman kapının önüne ayakkabılar hemen giyinecek şekilde çevrilirdi, ben kaç kere azar işitmiştim bu önemsiz detaya uymadığım için kaç kere aşağılanmıştım, nasıl bir yuva kuracaksın sen, bir şey olmaz senden mi denmemişti.

Salon kapısına uzandığımda kapının orta sayılacak yerinde bir yumruk izi kadar olan çökük aklıma geldi. Eski salonla şimdiki salonun sadece dört duvar arasındaki ölçüleri aynıydı. Şimdiki salonda, Duvarlar renkli, avizeler bol ışıklı, perdelerde uğur böcekleri, halının üzerinde çiçekleri yeni açan küçük yapraklı bir ağaç ve ağacın üzerine serçeler konmuş. Duvarda iki tablo ve bir bağlama asılıydı; tablolar karşılıklı asılmıştı, bağlamanın yanındaki tabloda, yağmurlu bir havada deniz kıyısında taş desenli zeminde şemsiye altında bir birine sarılmış öpüşen bir çift vardı. Duvarın tam ortasında ki tabloda ise dağlarda derelerin aktığı çam ağaçlarının arasında küçük bir dağ evi vardı, bağlamanın üzerinde desenler vardı. Bir tane sallanır dinlenme sandalyesi, iki tane kırmızı ve beyaz renkli kanepe ve ortada ahşap masa, masanın üzeri çiçek motifleri ile kazınmıştı.

Gülgünle göz göze geldiğimizde. hafif bir ses tonu ile evin kendine özgü bir ruhu oluşmuş dedim.

Onlar ruhunu yansıtmış.

Evet aynı biz otururken yansıttığımız gibi, gri perdeler, dört tekerlekli bir masa, ve kitaplardan oluşan bir vitrin vardı.

Gel Gülgün diğer iki küçük odaya gecelim

Salonun kapısının dışarıya doğru açıldığında tuvaletin kapısı da açılırsa çarpışacakları kadar küçük bir geçiş yeri vardı. Tuvaletin yan tarafında ki küçük rutubet kokan oda, benim odamdı, yarım metre kadar bir alan vardı hareket etmek için. Benim için gerekli her şey vardı; küçük pencerenin köşesine dayanmış iki katlı yatak, iki katlı yatağın yarım metre karşısında bir insan boyu yüksekliğine kitaplık ve çalışma masası, masa ile yatak arasında demirden arkaya yaslanılacak yeri olan yemek sandalyesi, masa ile kapı arasında küçük bir kuş tablosu. Yerde küçük gri bir halı parçası vardı.
Yaşları büyümüş ama çocuk kalmış, büyük çocuklardan sıkıldığımda, sürüye sinirlendiğimde sığındığım odaydı burası Gülgün. Odanın duvarlarının dili olsa da anlatsa. Gülgün le nasıl sevişmek istemiştim bu oda da ne kadar çok yanım da olmasını istemiştim, kaç kere onun vucudunun kıvrak hatlarını hayal etmiştim, ya şimdi o kıvrak hatlardan geriye ne kalmış armut şekline dönüşmüş vücut ve ellerinin suyu çekilmiş buruşuk bir ten. Gülgün bu oda benim doğduğum oda, doğum sancılarımda seninle bile görüşmezdik pek, sana anlatırdım, sende bana kendi yaşadıklarını anlatırdın.

Ben seni o zamanlar pek anlamazdım ama şimdi daha iyi anlıyorum. Sen bu oda da, olanları anlamaya çalışırdın. Ama onlar seni anlamaya çalışmazdı dimi, saygınlık kaybetmemek, gururu incitmemek her şeydi onlar için, senin varlığın saygınlık kaybettiriyordu, konuşmaların guru kırıcı bir durum oluşturuyordu dimi.

Bu yaşadıklarımı, sen de böyle durumlar yaşayınca anladın dimi Gülgün.

Evet, acılar, ayrılıklar insanları olgunlaştırıyor, büyütüyormuş.

Ben bu oda da bacaklarım kireçlenene kadar durdum Gülgün. Bu oda diğer oda dan bağrış çağrış sesleri gelmediği zamanlar sessiz sedasız dı, ama aynı zamanda kafamın içinde sert kanlı çatışmalar cereyan ediyordu. Herkes le bu oda da yüzleşmek gerekti, en başta kendimle yüzleşmek gerekti, Beni ben yapan değerleri atıyordum, beni tanımlayan şeyleri, değer verdiğim şeyleri atınca geriye benden ne kalacaktı, bir deri bir kemik kalmaz mıydı, neye tutunacaktım şimdi, kaç kere yok olmam söylenmişti, sen artık bittin denmişti. Evet bu odadan çıktığımda artık benim hiç bir şeyim kalmamıştı, ne maskelerim ne kendimle giriştiğim oyunlar kalmıştı, nede bir değerim nede kimseye karşı bir bağlılığım, her şeyin bittiği yerde rahatlamıştım -artık uyumsuz olmuştum - artık her şeyi daha iyi görüyor ve her şeyi herkesi sınırsızca sorgulayabiliyordum, kaybedecek bir şeyim yoktu artık.

Gülgün bak sana şurada kitapların birinin arkasına şöyle bir şey yazmıştım, daha iyi anlayaçaksın şimdi beni, bulabilirsem onu okuyayım. Galiba şu Jean paul Sartrenin yarı otobiyografik Özgürlük yolları üçlemesi olarak çıkardığı serinin birinin içinde olacaktı, Yaşanmayan zaman’ın içindeymiş bak.

Baştan sona okumayayım da, içinde birçok şeyi sıdırdığım küçük bir yeri okuyayım.

Taka takalını gösterdi ve avlandı.
Bu yerin hayalini ne kadar çok kurmuştum, bu yere gitmek çevremde herkese ne kadar kolaydı, ne kadar kolay ulaşıyorlardı, üç dört kere bende gitmek istedim, yola çıktım ama hep aynı yerden döndüğümü anladıktan sonra vazgeçtim. Tekrar denemenin ne anlamı vardı yine aynı yerden dönecektim, sonra orasını ulaşılmaz kıldım. Yollar ne karlı ne buzlu, ne çamur, ne toz toprak, ne yokuş nede engebeli idi her şey müsaidi benim oraya gitmeme, bunu görebiliyordum, elimi uzatsam dokunacaktım o yere ama elimi o yere uzatamadım. O yere ulaşmak bir an olsun aklımdan çıkmaz olmuştu, o yere gidersem her şey yoluna girecekti, o yere dokunmak benim için en güç olan şeydi. Hasarlı üretilmiş balıkçı takası su almaması için tıkaçla tıkanmış bir noktasını koruyordu devamlı, o nokta yüzünden ulaşamıyordu o yere, gemi hiç limandan açılamadığına limancılar dalga geçiyordu balıkçı takasıyla, taka balık avlama işini yapamıyorsa taka ne diye yer kaplıyordu limanda tartışılır olmuştu. Ama takanın altındaki deliği kimse bilmiyordu. Kimsede onu bakıma almıyordu. Taka dün geçe kimsenin olmadığı bir zamanda o gitmek istediği yerin, hayalini kurmadan, uçsuz bucaksız sularda planını yapmadan, sonunu bilmediği o yere gitmek üzere açıldı, şimdi hiç bilmedi ama devamlı duyduğu deniz canavarları ile karşılaşabilirdi, fırtına çıkabilirdi bunları hiç düşünmedi avlanmayı düşünüyordu, aynı yerden dönmedi bu sefer o yeri kırdı ya, avlanabilecek miydi bilmiyordu, bilmek istemediği kaçtığı bir şey daha vardı, tıpa avlanırken açılacak mıydı acaba. Bilemezdi deneyince görecekti, bu zamana kadar açılmamıştı, şimdilik iyi gidiyordu, limana avlanmadan gitmek istemiyordu, yerini bulmak istiyordu artık limanda, bırakıldığı yerden başka bir yere gidebilmeyi istiyordu artık, tıpa açılsa ne olur ki, zaten durduğu yerde tahta kurtları tarafından içten içe yeniyordu. Evet taka ağını atmakta tereddüt etmedi, aklına gelmedi ağını atınca olacaklar, ağ kuvetlimiydi, balıklar bu ağa takılınca ağ yırtılır mıydı hiç düşünmedi. Ağa balıklar gelmeye başladı, tutuyordu ve hiçbir şeyde olmuyordu, ama taka bir şey hissetmiyordu, ne sanıyordu ki bu balık tutmayı, nasıl yerlere oturtmuştu bu balık tutmayı. Uluşılamaz kılmak için kadar çok çaba vermişti, ne kadar çok dokununca eriyecek süslü büyülü duvarlar örmüştü. Şimdi yeni bir tutkusu daha oluşmuştu takanın, taka artık balık tutmak için uraş verecekti.

Şimdi bu okuduklarımı ben yazmamışım sanki, ama acılı kaygılı hayatı özlüyorum, acılarda buldum ben kendimi. Yazmayı sık sık doğuran nur topu gibi kaygılarıma borçluyuma.

Gülgün bu oda benim için çıkılmaz bir uçurum gibiydi diğer odalar ise uçurumun dışıydı, orada oyunu kuralına göre oynamasını bilen insanlar vardı, orası gerçekti, kabul etmekte zorlandığım hayat vardı.

Bir keresinde misafir gelecekti bize kim olduğunu hatırlamıyorum ama annemin dediklerini neredeyse dün gibi hatırlıyorum, misafirler geldiğinde hiç odadan dışarı çıkma, ne diyeceğimizi şaşırıyoruz. Seni sorarlarsa dışarı çıktı arkadaşlarınla deriz dedi.

Ama onlara da hak vermelisin. Onlar içinde kolay olmamıştır seni bu durumda görmek, onlarda evlatlarının bir yere geldiğini görmek isterler. Bir keresinde bizim evde annenle annem konuşuyordu, annem sizin kız da evde kaldı, bak çocukları ne zaman olacak, belli yaştan sonra çocuk oldurmakta zor olur, senin ki evden dışarıda pek çıkmıyor, çalışmıyor da, geçen gördüm bakışları da tuhaf olmuş, birde tuhaf tuhaf konuşuyormuş duyduğuma göre. Bizim kız sözlenecek bak dedi annem, tabi ben anneme sana ne bunlar dedim ama. Annenin oradaki bakışlarını, sıkılmasını görecektin.

Gülgğn gazeteler çok okunmak için ilginç şeyleri yayınlarlar bilirsin. Bir keresinde annem ağlıyordu, neden alıyorsun dedim herkes beni soruyormuş, beni sevdiklerinden değil miş dedi. işte bende ilk sayfa manşeti kadar ilginçtim.

Beni bana soran ise sadece Büşra vardı Gülgün, sende beni anlamazdın o zamanlar.

Deniz biliyor musun ben o zamanlar Büşra’nın da seninde yaşamını garipserdim.

Bir keresinde Büşra bana, parmaklarına yüzük takarak herkesin önünde karşılıklı evet demenin anlamsız olduğunu, samimi olmadığını düşündüğünden, söz vermenin yeterli olacağına, bir sürü gürültü şamatayı zaman kaybı olarak gördüklerinden. Erkek arkadaşı ile herkes den uzakta, iki kişilik bir yaşam sürdürdüklerini söyledi.

Büşra ve erkek arkadaşı farklıydı, benim varlığıma değer veriyorlardı. Büşra derdi ki sen işe gider gibi her sabah kalkıyorsun, akşama kadar bir şeyler okuyorsun, sen kendine bunu iş edinmişin derdi. Büşra’nın erkek arkadaşı da bana işimi yapabilmem için kitap sağlardı. Onlar benim dışarıyla bağlantımı sağlarlardı.

Benimde kendimde garipsediklerim vardı, ben neden erkeklerin yanında rahat olamıyordum, neden erkekler bana dokunmak istediklerinde kendimi kasıyordum, ben bir kadındım, onlardan hoşlanmam gerekti, göğüslerim vardı, anne bile olmak istiyordum bazen, düzensiz adet dönemlerim dışında her şey normaldi. Bir erkekle olmak için ne kadar zorlamıştım kendimi, kaç sefer denemelerim olmuştu. Belki doğru erkek olursa olur diyordum hep. Çok iyi anımsadığım bir olay bana yeni kaygılar armağan etmişti, armağan ettiği bir şey daha vardı, ne olduğumu bilmem. Her şeyin sıradan olduğu bir Cumartesi gecesiydi, Gençlik partisi vardı, gençlik derneği gibi bir şey düzenlemişti bu partiyi, loş ve renkli ışıklar altında nerdeyse herkes çılgınlar gibi oynuyordu, oturacak yer yoktu, beş altı yerde yuvarlak masalar vardı, içkiler bu masalarda içiliyordu, bizde Gülgün ile ikinci biradan sonra bir kadeh viski daha içelim dedik, viskimizi almış içiyor bir taraftan da bir şeyler konuşuyorduk, ama gürültü çok fazlaydı. Şimdi hatırlayamadığım o zamanlar herkesin çok beğendiği romantik bir şarkı vardı herkes dans etmeye kalkmıştı. Bizi dansa kaldıran bir… sesini zor duyuyordum Gülgünün, bizi dansa kaldıran bir erkekte çıkmadı ya, gel birlikte dans edelim olmaz mı dedi, bende ya ben dans etmesini bilmem ki falan demiştim. Gel ben seni idare ederim dedi, ben kadın olmuştum, Gülgün benim belime sıkıca sarılmıştı, göğüsleri göğüslerime değiyordu, kafasını omuzlarıma koymuş nefesi kulaklarımdaydı, elleri kalçamın üzerine kadar inmişti, benim içim bir tuhaf olmuştu, hiç hissetmediğim bir şey hissediyordum, ıslanmaya başlamıştım. Gülgün’ün kulağıma bir şeyler demesiyse kendime geldim, galiba erkek arkadaşının olmaması ile ilgili bir şeyler demişti. Şarkının bitmesini beklemeden yerimize geçmek istediğimi söyledim Gülgün’e, gürültülü ortam birden sessizleşmişti benim için, Gülgün bir şey diyordu ama duymuyordum, oradan gitmek istiyordum ama geldiğimiz otobüsle gitmeliydim. O geçe baya bir içmiştim, eve zar zor götürmüşlerdi. O geceden sonraki günlerde kendimi çok suçladım, nasıl böyle bir şey olabilirdi, utanıyordum kendimden.

Deniz kitapları giderken götürmemişsin.

Okuduğum kitaplar bunlar, götürmeye gerek duymadım, birilerine veririm diye bıraktım burada ama, alanda olmadı öyle kaldı işte.

İstersen alabilirsin hepsini. Bende herkeze birşeyler vermek istiyorum, neden vermek istiyorsam, sanki isteyen oldu, karşılıksız mı veriyorum, yoksa sevilmek için mi vermek istiyorum.

İçlerinden ilgimi çeken olursa alırım .

Eline bir kitabı aldı, kitap parçalara ayrılmıştı, sayfaları düzgün takip ediyor muydu acaba diye aklımdan geçirdim. Nevrozlar ve İnsan Gelişimi: Kendini Gerçekleştirme Mücadelesi idi kitabın ismi, kitapları bazı kişiler müzeye koyacakmış gibi korurdu, ben ise her tarafını çizer, üzerine o anda o okuduğum yer ile ilgili düşüncelerimi bile yazardım, bu kitabı da çok karalamışım, kapağına bile bir şeyler yazmışım, kitabı daha başlarında turuncu renkle altını çizmişim, okumaya başladı Gülgün. Kendimizi gerçekleştirmek yerine bizi zorlantılı davranışlarla pek istemediğimiz bir hayata mahkum kılan modelleri tanımlar: Etrafına baskı kuran genişlemeci tip, içe kapanarak ortamdan kendini silen tip; başkalarına bağlanan tip ve insan ilişkilerinden kendini çeken kopuk tip… neyi anlatıyor bu kitap tam olarak, al oku Gülgün şimdi anlatırsam eksik kalır birçok şey, zamanı değil hem şimdi.

Hadi gel annemlerin oda ya geçelim istersen, kitabı almayacak mısın.

Daha sonra belki alırım.

Beni doğuran ve ihtiyaçları için beni büyüten anne ve babamın odasıydı burası. Beklentilerine karşılık veremediğim için hayatlarını çalmış olmakla suçlandım kişilerin odasıydı. Evin en geniş odası burası gördüğün gibi, ama aynı zamanda en az ışık alan odası, baştan başa iki adım atsan üçüncü adımın yarıda kaldığı bir oda burası işte, kaç kere başı uçlarındaki duvara, içerisi aydınlık olsun diye bir pencere açmayı düşünmüşlerdi, ama hiç açamadılar, dışarıda bol olan ışık içeri hiç giremedi. Ertelediler, sınırlı ömürlerinde ki her şeyi.
Cinsellikten ikmale kalmış 31 kuşağının insanlarının kuralları vardı bu oda da. Erkeğin kuralları sikine göre şekillendirdi bir toplumda yaşamıştı annem, belkide ilk sevişmelerinde alışana kadar karanlıkta sevişmişlerdi. Kadını yatak odasına sıkıştıran, nüfus sayımlarında kadınların başlarını bile saymayan bir soyun çocukları değiller miydi anne ve babalarımız. Bu oda aynı zamanda benim tohumlarımın atıldığı oda, nasıl bir sevişmenin ürünüydüm acaba, kafayı bulmuş bir babanın zorla sahip olduğu bir kadının çocuğu muydum. Yoksa kötü giden ilişkilerini sağlamlaştırmak için atılan bir tohummuydum. Bir keresinde bu oda da iken annem bana ağlayarak, seni düşünmekten babanla birlikte yatınca birlikte olamıyoruz, bunu hiç unutma dedi. Konuşurken açık olamıyordu bana karşı. Şimdi bunları sana söylediğimi duysa çok kızar. Ve benim tohumlarımın atılmasından pişmanlık duyduklarını ilk dillendirdikleri odaydı burası.

Şimdi aklıma geldi bugün Dünya kadınlar günü, yürüyüşe gideriz bugün, artık Özgecanlar ölmesin diye. Olur gideriz Gülgün, ama ben bu tek günleri, hakim olanların verdikleri günler olarak görüyorum, bu günlerde kendilerinin göstermelik konuşma yapmalarına fırsat vermek için bu günleri değerli kılıyorlar ve bu günlerde ezilenlerin kendilerini yalancıktan da olsa değerli hisetmelerini sağlıyorlar. Niye sanki erkekler günü kutlanmıyor. Birde hangi kadınların kadınlar gününü kutlacaklar, fahişelerin mi, genel evdekilerin mi, erkek olupta kendini kadın hissedenlerin mi, kadın olupta kadınlardan hoşlananların mı, kızların da kutlayaçaklar mı ki.

Aman Deniz, herşeye de birşeyin var.

Gel mutfakta karşılıklı bi kahve içelim.

Tamam olur, sonra sinemaya veya tiyatroya gidelim olurmu, sıkıldım ben biraz.
Kahvelerimizi yaptık, dikdörtgen kırmızı masanın karşılıklı duran beyaz sandalyelerine oturduk.

Nasıl iyi oldu mu evi gördüğün.

Pek canlılığını yitirmeyen anılarım, burada daha da bir yoğunlaştı, eski den olan şeyler aklıma geldi, benim için yaşananların eski de kaldığını söylemem zor ama. Şu mutfak ta bile nice görmek duymak istemediğim şeyler oldu, biliyor musun o zamanlar küçük yarım ay şeklinde bir masa vardı, hatırladın mı, evet gri bir masaydı. Bu masada yemek yemek için resmi protokollerdeki hassasiyet olurdu, gelin kaynana arasında mutlaka ben oturur, babam ile annesi ay şeklindeki masanın iki uçuna karşılıklı otururdu. Bunları yazılı kurallar haline getirip mutfak girişine asmalıydık aslında, ya ben olmadığım bir gün bir misafir gelirde gelin kaynana yan yana veya karşılıklı yüzlerine bakacak şekilde oturursa nasıl olurdu, olurdu belki ama ağızlarının tadı bozulur ne yediklerini anlamazlardı.
Her evde olduğu gibi bizim ev de de herşey normaldi, umutsuzluk ve bitmek bilmeyen istekler hakimdi. Niye böyle olduğu üzerine uzun süre düşündüm. Umutsuzluk genelde beklentiler gerçekleşmediği zaman ortaya çıkan bir yok olma duygusuydu, umutsuzluk gelecek ile ilgili kaygılar yaşamamıza neden olmaktaydı. Ailem beklentilerini oluştururken kendi dışındaki birçok değişkeni dikkate almadan kendi arzularına ve isteklerine göre gelecek zamanı şekillendirmeye kalkıyor, adeta 'zamanı hapsetmeye' kalkıyordu, olaylar zaman içinde değişiyordu, bunu dikkate almıyorlardı, kişilerde zaman içinde değişiyordu. Değişimden hoşlanmazlardı bizimkiler. Gülgün şu düşünce çok saçma değil mi, birçok anne ve baba yeni doğmuş çocukları hakkında bile gelecek ile ilgili birçok beklentiye giriyor, bir insan üzerinde beklentiye girmek ve o kişi üzerinden kendini tanımlamak saçma değil mi. ve bizim dışımızda gelişen birçok olayı da kontrol altına almaya çalışmak, böyle beklenti oluşturulduğunda genelde beklentiler gerçekleşmiyordu ve sonucunda umutsuzluk yaşanmakta idi. Şunu öğrenemedi ailem; İstediğimiz, arzuladığımız, gerçekleştirmek istediğimiz bir durum karşısında, elimizden geleni yapmak, yani elimizdeki verilerle hareket etmesini öğrenmek gerektiğini, sonuçların kişinin eyleminin ve birçok etkenin meydana gelmesi sonucu oluştuğunu, kişinin kendi eylemleriyle ilgilenmesini öğrenmesi gerektiğini. Birde insanların sözlerine göre değil, davranışlarına bakarak kararlarını almalıydılar. Ne kadarda beylik laflar ediyorum. Sanki ben öğrenmiştim de. Teoride herşeyi biliyordum ama, kaç kere yaratmş olduğum yoksunluklarım, hayalime ulaşmamda küçük bir kıvılcımı büyük bir ateş olarak algılamama neden olmuştu. Hani bir söz vardıya sözüne değil özüne bak diye. İşte bunu diyorum Gülgün.

Neyse işte bizim ev ahalisinde durumlar böyle, yavaştan çıkalım. Senide bugün boğdum ama kusura bakma.

Yok boğmadında bazı yerlerde seni dinlemekte zorladım, bazı anlattıklarında senin özelinde, kavram dünyanda olduğundan anlamam için senin kavramlara verdiğin anlamları anlamam gerek. Herkeze de bu kadar zaman ayıramam, kısıtlı zamanım var.

Anlıyorum seni, ama son birşeyler daha söyliyeyim ve çıkalım.

Senin gezi parkında söylediğin bir şey vardı, haklar verilmez alınır demiştin. Ben bunun anlamını çok geç anladım. Gülgün. Evet bana kimse kişiliğimi yaşamam için bir şey sunmayacaktı önüme, ben kendi kişiliğim, bütünlüğüm için, bağımsızlığım için, ben buyum demek için, balta girmemiş ormanlarda yolu kendim açman gerekiyordu, buda her an belirsizlik ve kaygı veren bir durum demekti, ama bu benim demek için bu gerekliydi. Normal sıradan insanın düşüncesi kaygısız bir yaşam yaşamaktı. Sıradan insanların tek yaptığı özgür olmaktan kaçmak idi, yollarını bulmuşlardı. Ben birde şunu geç anladım, büyümüştüm ama çocuk gibi sorumluluklar alarak ve çocuk gibi ihtiyaçları karşılayarak yaşayabileceğimi düşünmüştüm, ama olmadığını yaşayarak gördüm, ihtiyaçlarım çocuk gibi değildi artık, her doğan ihtiyaç giderilmesi gerekirdi, bir kere o ihtiyacın farkına varıp gidermeye başladın mı işte artık o ihtiyacı giderme peşinde koşman gerekiyordu onu görmemezlikten gelinemezdi, bir ihtiyaç giderildiği andan itibaren o ihtiyaç hemen yükselişe geçmeye başlar tavan yaptığında işte artık onu gidermek için deli olmaya başlarsın, tavandan sonraki her dakika kendinle oyunlara girişirsin, ama hiçbir zaman gerçek ihtiyaç giderilmeden rahatlama olamıyor.
Yine ne kadar beylik laflar ediyordum, kendinin ne olduğunu biliyorsun dürüst ol. Gülgün şimdi bu sana anlatıklarım belki de benim görmek istediklerim, göstermek istediğim kişiyi gösteriyorum sana, belkide kendimi görmek istediğim gibi gösteriyorum, belkide senin beni görmek istediğin gibi olayları anlatıyorum. Açık seçik herşeyi olduğu gibi anlatmıyorum belki sana. Sana güvenmiyormuyum, güveniyorum ama ben belkide benliğime sahte bir kimlik kazandırmak istiyorum.


Duran Aydoğmuş

4 Ocak 2015 Pazar

Görmek istediklerimiz.

Gün ışının içerisini pek aydınlatmadığı, masaların sık aralıklarla yerleştirildiği, sütunlar arasına yerleşmiş gri rafların birinde ince, renksiz, saman kâğıdı, yazarının kim olduğu belli olmayan bir kitap gözüme takıldı. Tarih yazan yer yırtılmıştı. Siyah mürekkep kalem ile yazılmış, köşeleri hafif yırtılmış idi, latin harfleri ile yazılmıştı ama şimdi kullandığımız kelimelerden farklı idi. Kitabın başında bu yıl Adolf Hitler öldü deniyordu, yani 1945 Mayısından sonraki bir tarih idi. Dışarıdaki yağmurlu havayı görecek şekilde sütunlardan birine birleşik şekildeki cilalı masanın üzerine kitabı koydum.

Yanıtlar aramak için gelmemiş miydim, iyi de herşeye bir yanıt üretilebilirdi, senin aldığın yanıtın gerçekçimi hayalmi olduğunun ayrımına nasıl varacaktın. Donkişotun inandığı da kendine gerçek geliyordu. Hayali bir dünya da yaşayan biri seni hayalin içine pekala alabilirdi. Sırtım ağarmaya başlamıştı.

Kitap insanın tanımını yaparak başlıyordu,

... İnsan kendini anlatmak ve anlaşılmak ister, bi şekilde bir yere ait olmak ister, İnsan yalnız kalmamak için çabalar çoğunlukla. Öyle ki insan doğru peşinde değildir, Toplumun doğru dediği şeylere doğru demeye yatkındır. Değerleri de sabit değildir öyle pek. Değerlerini güçlünün değerleri ile yer değiştirmeye yatkındır, güçlü olmak ister insan, ünlü olmak ister, çok kişi tarafından bilinmek ister. Çok kişi tarafından bilinmek demek, çok anlaşılıyorum demek anlamına da geliyor. Öyle ki insan çok da tarafsız değildir, eşitlikçi değildir. İnsan bir yerde uyumsuzluk/terslik hissetse bile o topluma uyum sağlamak adına bazı şeyleri görmemezlikten, duymamazlıktan, aldırmamazlıktan gelerek akla uydurmaları yaparak uyum sağlar. Bunu yapar, çünkü yalnızlığın verdiği sıkıntıyla karşılaşmak istemez. Bulunduğu çevreye uyum sağladığında kendini güvende hisseder bir nevi, uyum sağlamadığında çevresindekiler onu tam kabul etmezler içlerine, ayrımcılığa maruz kalır. İnsan öyle bağımsızlık peşinde falanda değildir...

İnsanın tanımını yapmaya devam etti, sonra hayal ve gerçeklerin ayrımına değindi,

İnsan ilişkilerindeki rahatsızlıklar/uyumsuzluklar ile kendimizden beklentilerimiz/görmek/bulmak istediklerimiz ile yaptıklarımız/bulduğumuz/karşılaştığımız durumlar arasında farkın oluşması sonucunda zorlanımlı yapılar meydana gelir, bu zorlanımlı yapılar çatışmaları meydana getirir, çatışmalar kaygıya neden olur.

O an durdum, kitabı ters çevirdim, ellerimi kafama koydum, ne kadar böyle durdum bilmiyorum, şimşek sesi ile kendime geldim, karşımdaki genç bir erkek bana bakıyordu. Kitabı incelemeye devam ettim.

... Hz Muhammedin döneminde Kuran'a yazılanlar bir tane, ama bakın şimdi her okuyan neredeyse farklı algılıyor ve bir çok fırkalara ayrılmışlar, kaç tane Kuran var, kaç tane Muhammed var. Birde herkes ben haklıyım diyor, bir birlerine kendi doğrularını kabul ettirmek için savaşıyorlar. Şekilcilikte yarışıyorlar, adeta kim daha şekilci olursa o daha çok inançlı gibi bir şeye getiriyorlar. Herkes daha önce atalarından getirdikleri inançlara, örflere göre okuduğu bilgiyi yorumluyor...

Kitabı elime aldım. Birkaç kelime okudum sonra yine masaya bıraktım, sağ soluma bakındım, kitabı sonra yine elime aldım, sağ bacağımı oynatmaya başladığımı fark ettim, tuvaletim gelmişti. Kitabı bıraktım, masaların arasından yürümeye başladım. Ben yaşadığım toplumun bir ürünü müydüm, kendime ait düşüncelerim var mıydı, yoksa ben açık ceza evi mahkumumuydum, kendime görülmez duvarlar örmüş müydüm, bunu nasıl bilebilirdim ki.

Bugün bu kitaptan ne anlamıştım, anladığım kadarıyla, "Tarihi, yazanlar nasıl kendi inançlarına/görmek duymak istediklerine göre, tarihi şahsiyetlerin söylediklerini gerçekten anlamak yerine istedikleri tarafları nasıl aldıklarını, tarihi olayları nasıl kendi hayal dünyalarını/inançlarını/çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandıklarını ortaya koymaya çalışmış" Bazı yerlerde Hayal ile gerçek arasında yaşayan insanları Don kişot un yel değirmenlerine, koyunlara saldırısına dokundurarak, toplumların nasıl hayali düşmanlar yaratıp, bu hayali düşmanların topraklarını ele geçirmesini anlatıyor, bu düşüncelerin ve davranışların ardında yatan kişisel, toplumsal nedenleri ortaya koymaya çalışmış.

-Ve kitap sonunda bir konuyu, bir şahsiyeti bir olayı olduğu gibi/göründüğü gibi değerlendirmek istiyorsak neler yapmamız gerektiğini sıralamış.

Ün ve makam peşinde olmayacaksın, üretken ve gerçekler sizi rahatsız etse bile gerçeğe saygılı olacaksınız.
Bencilliğiniz ve gururunuz yüzünden hep haklı çıkma peşinde olmayacaksınız. Haklı çıkmak için tartışma hilelerine başvurmayacaksınız. Doğrularınızın değişebilir olduğunu ve hata yapabilirliğinizi kabul edeceksiniz.
Katılaşmış bir şekilde bir fikre bağlanmayacaksınız. Başka fikirleri dinlemesini ve eleştirel yaklaşmasını bileceksiniz.
Bir Mezhebe bağlı olmayacaksınız. Veya bir ideolojiye bağımlı olmayacaksınız, karşınızdaki insanlara açık ortamlarda varsa mezhebinizi ve ideolojinizin sorgulanmasına izin vereceksiniz.
Bilgi kaynaklarına birinci elden edinmemeleri -nakli veya rivayet şeklinde sözlü anlatımlardan beslenmeleri- Bilgiyi kaynağından almaya çalışın, bilgiyi vermek isteyenin kelimelere nasıl anlamlar yüklediğine bakılmalı. Yorum ve bilgi karıştırılmamalı.
Zaman kısıtlılığından dolayı eksik bilgi ile karar verilmemeli. Bu konu hakkında daha bilmediklerim neler diye kendine sormalı, hangi bilim dalları bu konu hakkında fikir yürütmüş diye düşünmeliyiz.
Arzularımıza ve beklentilerimize göre olaya yaklaşmamalıyız.


Neyse karnım açıktı, kığcım sandalye ye geçti, bacaklarım dondu adeta, otobüs koşturacağım, akşama geçe vardiyasına gideceğim, daha kızıma ödevleri için yardım etmeliyim.

Bi Kekemenin Hissettikleri.

Kekemelik kişinin benliğinin hissettiği kaygı durumunu hafifletmek için yaptığı bir savunma düzeneğidir. Ama kekeme olan kişinin istemediği bir durumdur.

Kekemelik kişide her zaman baş göstermez, bildiği bir şeyi bildiği bir çevrede söyler iken kekelemez. Belirsizlik anlarında ve ne söyleyeceğini karşısındaki kişiye tam olarak kararlaştıramadığında, karşı tarafı bir otorite/güç olarak gördüğünde ve söylediklerinin karşı tarafça nasıl değerlendireçeğini düşündüğünde ve değerli gördüğü şeyleri kaybedeceğini hissettiğinde kekelemeler başlar. Özgüven düşüklüğü olduğunda kekemelik artış gösterir, yani kendini değersiz gördüğünde, değersizleştirdiğinde, kendini bir işe yaramaz gördüğünde, çevresini tanıyamaz hale geldiğinde benlik hırpalanmaya başlar ve hırpalanan benlik savunmasız kalır, savunmasız kalan benlikler abartılı bir şekilde benliği bu durumlardan korumak için, -korumaz ise daha çok zarar görecektir- savunma düzenlerini uygulamaya geçer. Kekemelikte bir savunmadır -tabi genellemek istemiyorum, benim gördüklerim bunlar- Bir konuda bir şekilde tedirginlik duyuyorsa, o tedirginlik duyduğu konu hakkında düzgün cümleler kuramaz, ses tonu normal konuşma da çıktığı gibi çıkmaz.

Kekeleyen insan kekeleyeceğini anlayıp, daha önce kafasında oluşturduğu cümleyi farklı bir cümle olarak konuşmaya başlar. En zorlandığı nokta cümlenin başlangıcıdır ilk cümleden sonraki cümleler çorap söküğü gibi gelir. Konuşma cümlesini anlatacağı konunun önemine göre kurmaz da, girişte en kolay söyleyebileçeği kelimeyi seçer. Bazen cümleleri ağır ağır söyler, çünkü ağır ağır söylerken daha az kekeler. ve bazı kelimeleri söylemekte daha çok zorlanır,
söyleyemediği kelimeyi söylemeye çalışırken başı aşa yukarı hareket yapar, tabi bunu kelimeyi çıkarmak için yapar, istemsiz yapılan bir harekettir bu.

Kekemeye bu durumda yardımcı olunabilir, onun söyleyemediği kelimeyi anlayıp söylemeye çalışmak kelimeyi söylemeye yardımcı olur. ona güven verici bir şekilde yaklaşmak onu rahatladır.


Duran Aydoğmuş

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Özgürlük Üzerine


Özgürlük nasıl bir kavramdır ki, herkes tarafından dillendirilmekte.
Çevremde özgürlük tanımlarına verilen anlamlar şöyle; bir şeyden bağımsız olma, kendi isteklerini istediğin gibi yapabilmek, hiç kimseyi takmamak olarak da dillendirilmekte.
özgürlük kavramı her çağda var mıydı diye sormak gerek, özgürlük kelimesine farklı bir isim verilmiş olabilir mi. Her çağda ne kadar ön planda idi, ne kadar kişi tarafından dillendiriliyordu, tam olarak nasıl anlamlar verilmişti, nasıl anlam farklılaşmasına uğramıştı, bunu bilmiyorum.
Günümüzde özgürlük kavramı sanki çok ön planda olan bir kavram. Acaba bu kadar ön planda olmasının nedeni eksik olduğumuz bir alanın dillendirilmesi mi, hani bir insan kendinde bir şeyi eksik hisseder ya veya bir konuda rahatsızlığı olduğunda, devamlı onu dillendirir ya çevresinde. Özgürlükte toplumun sahip olamadığı bir şey olduğundan dolayı mı dillendirilmekte.
Özgürlük kelimesine verilen anlamlara nasıl bakabiliriz.
Bir kelime tek başına bir anlam ifade etmez, kelimelerin içi başta boştur, insanlar kelimelere anlamlar yükledikçe kelimeler işlev kazanır, bir kelime diğer bir kelimeyle zincir şeklinde bağlantılıdır, ama aynı zamanda diğer kelimelerden bir noktada ayrılmaktadır. Mesela bir işte ustalaşan kişi ustalaştığı işteki kelimeleri seçerek konuşur ama bu işe uzak olan biri kelimelere pek dikkat etmeden konuşur, çünkü o alandaki kelimelerin tam ayrımına varamamıştır. Özgürlük kelimesi ile yakın ilişki içinde olan zincirin en yakın halkalarını tespit etmeye çalışalım.
Özgürlük kavramını açmadan önce insanın doğasını açmaya çalışalım, çünkü insan doğasını açmaz isek, özgürlük kavramının insan için önemlimi/önemsizmi bilemeyiz.
Neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda bir karara varırken. İnsanın yaratılışına/İnsanın varoluşsal durumuna ve insanın gelişmesini yöneten yasalara bakarak bir karara varmalıyız. Böyle yapmadığımızda sana göre bana göre olur.
İnsan hayvana benzemiyor, bitkiye de benzemiyor, diğer hiçbir canlıya benzemiyor, hayvanları ve bitkilerin doğal bir ortamları var, bu doğal ortamlarından koparıldığında, hasta oluyorlar veya yaşamlarını sürdüremiyorlar, her hayvanın ve bitkinin doğal ortamını bildiğimizden onların hastalanmaması ve yaşamlarını sürdürmek için yapılması gerekenleri kesin çizgilerle çizebiliyoruz. Varoluş durumunu bildiğimiz bir şeyin yaşamını sağlıklı sürdürmesi için yapılması gerekenleri kolayca ortaya koyabiliriz. Yaşamlarını zamanın yok ediciliğinden ötürü sonlanırsa, diyebiliriz ki hayvana/bitkiye yaraşır bir şekilde yaşadılar.
Sanki insanın varoluşundan kaynaklanan bazı durumları/gereksinmeleri, tutkuları var.
İnsan diğer canlılara göre değişik bir varoluşsal yapıya sahip görünüyor, çünkü insan diğer insanlara bir şey anlatmak için intihar edebiliyor. Etrafında dönen olayları anlamadığında/uyum sağlayamadığında/hayat anlamsızlaştığında intihar edebiliyor. İnsanın çevresini anlama ve kendini anlatma/anlaşılma ihtiyacı içinde.
İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir canlıya ihtiyacı var -yalnızlığı bu yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını bildiği yerde gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aidiyet hissediyor. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. Anlaşılmadığında ve kendini anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri bozulduğunda, insan kendi kendini yadsıyabiliyor/aşağılık durumunda kendini görebiliyor. kişi kendi kendine çeşitli oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor.



Kendi dışındaki canlılarla ilişki kurmak onlarla bütünleşmek istiyor. karşı canlının kokusunu duymak bile iyi geliyor insana, yalnız kalmak çok zor gelir. ilişkiyi ya sağlıklı bir şekilde paylaşarak, saygı duyarak, güven içinde yürütür, yada narsist bir şekilde bu varoluşsal ihtiyacı gidermeye çalışır.
Kendini kendine kanıtlamak ister hep, güç sahibi olmak ister gibi, bunu da yaratıcılık ve yıkıcılıkla yapar.
Bir yere ait olmak ister. birşeylerle, birileriyle kendini tanıtmak ister, bunu bireyselliğini koruyarak yapar veya kendi bireyselliğini yitirerek de olsa bu varoluşsal ihtiyacı karşılamak için sürünün içinde kaybolarak yapar.
Kendine hep bir amaç hep bir yapılacak şeyler koyar, geride birşey bırakmak istemekte. Böyle yaparak ölümden mi kaçmak istemekte bilemedim.



Yukardaki teorik açıklamalardan sonra, insanların çoğunluğunun nasıl davranışlar içinde bulunduklarını şu ana kadar ki gözlemlerim çerçevesinde değerlendireyim.
İnsanın asıl sorunu;
Bir şekilde bir yere ait olmak ister, kendini anlatmak ve anlaşılmak ister, insan yalnız kalmamak için çabalar çoğunlukla. Öyle ki insan doğru peşinde de değildir, toplumun doğru dediği şeylere doğru demeye yatkındır insan. Değerleri de sabit değildir öyle pek. Değerlerini güçlünün değerleri ile yer değiştirmeye yatkındır, güçlü olmak ister insan, ünlü olmak ister, çok kişi tarafından bilinmek ister. Çok kişi tarafından bilinmek demek, çok anlaşılıyorum demek anlamına da geliyor. Öyle ki insan çok da tarafsız değildir, eşitlikçi değildir. İnsan bir yerde uyumsuzluk/terslik hissetse bile o topluma uyum sağlamak adına bazı şeyleri görmemezlikten, duymamazlıktan, aldırmamazlıktan veya akla uydurmaları yaparak uyum sağlar, bunu yapar çünkü yalnızlığın verdiği sıkıntıyla karşılaşmak istemez. Bulunduğu çevreye uyum sağladığında kendini güvende hisseder bir nevi, uyum sağlamadığında çevresindekiler onu tam kabul etmezler içlerine, ayrımcılığa maruz kalır. İnsan öyle bağımsızlık peşinde falanda değildir, bir kişiye birisi kendini iyi hissettiriyorsa ve bu kendini iyi hissettiren kişinin hareketleri ters bile gelse kişiye, kişi o kişinin ilgisinden kopamaz. İnsan seçim yapmaktan pek de hoşlanmaz, değişimi pek de sevmez. Zaten çoğu kişi de seçimlerinin çok da bilincinde değildir. Çünkü seçim yapabilmek için iki şey gereklidir, bu iki şey de insanda pek yoktur; birincisi kendi düşünceleri üzerinde düşünmeden oluşturmuş olduğu hayat görüşleri vardır, aldığı kararları nasıl verdiğine pek dikkat etmez, yoksunluklarının, güçsüzlüklerinin pekte farkında değildir. Yani bilinçli/farkında değildir kendinin. İkincisi ise insan değişimden hoşlanmaz, değişimin getirdiği belirsizlikleri/kaygıları normal karşılamasını bilmez.
Yani insanın sorunu özgür olmak değildir.
Bu tespitten sonra, yinede özgürlüğün insan için bir anlamı olup olmadığına bakmaya çalışayım.
İnsan ilk doğduğunda hiçbir seçim yapaçak yeteneğe sahip değildir, ve Hiçbir konuda bilinçli şekilde bir şeyi elde etmek için emek vermesini bilmez, duygularını tanımaz.
İnsan kendi kendini yapılandırır, doğuştan gelen bir bilgisi yoktur, Hiçbir kavramsal bilgisi yoktur, kelimelere anlamlar vererek kendi anlam dünyasını kendi yapılandırmaktadır, yapılandırırken içsel ve dışsal baskılardan ne kadar uzak ise veya içsel ve dışsal basıkları ne kadar az hissediyorsa o kadar iyi bir yapılandırma yapar, yetenekli olur ve o kadar doğal görüntüsüne kavuşur.
Şimdi burada doğal görünmenin ve yetenekli olmanın ne demek olduğunu açıklıyayım ve özgürlük ile nasıl bağlantı kurduğumu açıklayayım.
Doğal görünmek demek ruh sağlığı yerinde insan demek aynı zamanda, ruh sağlığı yerinde insan demek, söyledikleri ile yaptıkları arasında uçurum olmayan demek, özü sözü bir olan insan demek, kendini olduğu gibi kabul edebilen insan demek, yalansız dolansız olan demek, aşağılık üstünlük mücadelesinde olmayan demek, karşılaştırmalar içinde olmayan demek. Kendini gerçekte olduğundan farklı göstermeye çalışmayan insan demek.
Yetenekli insan, kendi fiziki ihtiyaçlarını karşılayacak beceriye ve bilinçe ulaşmış insandır, yaptığı seçimlerin sonuçlarının farkında olan insan demektir, seçimlerini bilinçli almaya çalışan kişidir de, aynı zamanda imkanlarının fakında olup bu imkanlarına göre kendine işe yarar birşeyler üreten kişidir de. Yetenek tecrübeyle yakın ilişkilidir, yetenek emek gerektiren bir uraştır da.
Yeteneklerimiz ölçüsünde karşımıza imkanlar çıkar, imkanlarımız çercevesinde birşeylere ulaşabiliriz, seçeneklerimiz olur. Özgürlük seçenekler arasında seçim yapmaktır derler, ama seçeneklerimiz de bizim imkanlarımıza bağlıdır, imkanlarda yeteneklere bağlı birşeydir.
Doğal olmak/ruh sağlığı yerinde insan olmak insan keyiflerin en büyüğünü yaşatır, içsel rahatlama sağlar insan. Çok daha az kaygısız ve endişesiz bir hayat sağlar insana -gerçi insanın beklentileri, gereksinmeleri, umutları olduğu sürece kaygılar hep olur ama-



İnsanın ruh sağlığını/doğal görünmesini bozan ve yeneklerimizi engelleyen bazı nedenler ortaya çıkar.
İnsan ilişkilerindeki rahatsızlıklar/uyumsuzluklar ile kendimizden beklentilerimiz/görmek/bulmak istedilerimiz ile yaptıklarımız/bulduğumuz/karşılaştığımız durumlar arasında farkın oluşması sonucunda zorlanımlı yapılar meydana gelir bu zorlanımlı yapıların/çatışmaların arkasındaki nedenler kaygılardır. İnsan kaygıları karşısında, kendini olmadığı gibi göstermeye girer, kendi farkında olmadan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları uygular -yüceltme, büyüklenme, yansıtma gibi...- Kendi çatışmalarımızla ne kadar yüz yüze gelirsek ve kendi çözümlerimizi/çözümlemelerimizi ne kadar çok ararsak o kadar çok içsel özgürlüğümüze kavuşuruz. Ve ne kadar çok kaygı ile mücadele etmeye razı isek o kadar çok kendi kendimizi yönetmeye yaklaşabiliriz. Yoksa açık ceza evlerinde yaşamaya mahkumuzdur.



Açık ceza evlerinden bahsetmek istiyorum, Açık ceza evlerde olanların kapalı caza evlerinden farkı fiziki olarak dolaşım serbestisine sahiptir. Ama açık ceza evindekiler de hareket serbestisine sahipmiş gibi davranmazlar. Açık ceza evlerinde tel örgülü duvarlar yoktur, onun yerine kişilerin kendine koymuş olduğu sınırlar vardır, kendini sınırlandırmalarıdır, veya bağımlılıkları onların tel örgüleridir. Kaygıları ve korkuları duvarlarıdır, bazen ise alışkanlıklarıdır, bazılarında ise sınırsız özgürlük istemleridir. Bazı açık ceza evine girenlere baktığımda ise kafalarında yarattıkları ideal dünyayı arayışlarıdır. Açık ceza evinde şöyle kişilerde vardır, katı bir şekilde bir inança veya doğruya boyun eğmişler. Açık ceza evindekilerin ortak özelliği; sanki bir şeyle bağlıymış gibi hareketsiz olmaları, farklı bir alana geçememektir. Olandan çok olması gerekenden konuşurlar, eski durumu korumaya çalışırlar.
Açık ceza evlerindekilerin suçları nedir, suçlarını kim belirlemiştir, ne zaman serbest kalaçaklardır, açık ceza evinden bazen kacışlar yaparlar mı, kaçtıklarında onları yakalayıp tekrar geri döndüren nedir, açık ceza evinden çıktıklarında uyum sorunu yaşarlar mı.
Açık ceza evlerini yaratan ortamlar nasıl ortamlardır, sosyolojik, psikolojik faktörler nelerdir.
Açık ceza evinde yaşayan gruplardan örnekler vereceğim, nasıl kapalı ceza evlerinde çeşitli cezalardan hüküm giymiş kişiler varsa, bu açık ceza evlerinde de çeşitli cezalardan mahkum olmuş kişiler vardır. Bu örnekler sorulara yanıt olaçaktır.



Bir gün genç bir delikanlı çevresindeki insanlardan farklı olduğunu anlamış, bunu ona fark ettirmişler, ve bu farklılık onda geleçek ile ilgili kendinde bir eksiklik hissetmesine neden olmuş, bu eksik olduğu noktayı açıklığa kavuşturamamış, bunun gerçekten eksik olup olmadığını denememiş, ama o kendisinde bu konu hakkında bir eksiklik hissetmiş, bunu kendine karşı sesli dillendirememişsede içten içe bu eksikliği hissetmiş, ve kendini eksik gördüğü şey ile ilgili kendini baskılamış, zorlanımlı bir durum oluşmuş, ve bu zorlanımlı durum karşısında bu kendini eksik gördüğünden başaramayaçağını düşündüğü şeyi yüceltmiş devamlı, onu ulaşılamaz yapmış, ona övgüler düzmüş. Arasıra bu durumu düzeltmek için denemeler yapmış ama yine başaramayaçağının verdiği kaygı ile -kaygı diyorum, korku değil, korku somut olan birşeydir, kaygıda gerçekçi bir şey yoktur, kişi kendi algısında kaygıyı yaratır- geri çekilmiş ve kendine bu konuda birçok sınırlar çizmiştir. Topluma karşı ve kendine karşı bu başarısız hissettiği şeyi açıklaması gerekiyordu. Niçin mi , kendi benliğini kaygıya karşı korumak için. Bir taraftan bu şeye ihtiyacı vardı, bir taraftandan düşündü bu durumu, başarmalıyım diyordu, bir ara hiç görmemezlikten gelmeyi, artık sahte denemeleride bırakmayı, hiç denememeyi, bunun yerine kendini başka şeylere vermeyi düşündü bu yolu bir süre denedi ama ihtiyacı vardı bu şeye, onsuz olamazdı, işte kendisiyle çelişkilere de başlamıştı, kendisiyle çatışıyordu, zorlanıyordu çok, ve bu zorlanmalı/çatışmalı duruma karşı Bir şey yapamıyordu, ve bu durumda psikolojik sorunlar oluşmaya başlamıştı. Kendini eksik görmesi/aşağı görmesi yüzünden olayı yücelterek kendine görünmeyen sınırlar çizmişti.



Bir başka örnek vereyim; Bağımlı bir genç veya çok değer verdiği bir varlığı kaybetme kaygısı yüzünden açık ceza evi mahkumu olmuş birini anlatayım. Değer verdiği kişi de narsist bir kişi, açık ceza evindeki kişi kendi isteklerini kendi düşüncelerini şekillendirmeye ne zaman kalksa, ne zaman ben buyum dese, değer verdiği kişi onu kendi düşüncelerine cekmek için kendi hayatını sonlandırmakla tehtit ediyormuş, sonlandırma girişimlerinde bulunuyormuş. Değer verdiği kişiyi kaybetmemek için de kendini geri çekiyormuş, düşüncelerini bir bütün haline getiremiyormuş, değer verdiği kişinin çizdiği görünmeyen sınırlar var ve bu sınırları geçmesine izin vermiyor, değerli gördüğü kişinin bu sınırları diğer kişinin açık ceza evi sınırları oluyor. Ve değer verdiği kişi kendisini açık ceza evindeki kişiye adamıştı, her istediğini yapıyordu, kendi duygularını tanımasına, mücadele etmesine izin vermiyordu, rahat bir dünya yaratıyordu, ama dünyayı gerçekci bir şekilde tanımasına izin vermiyordu. Açık ceza evindeki kişinin değer vermesinin ve bağımlı olmasının nedeni de, değer verdiği kişinin varlığı onun var olma nedeniydi, onu var eden şeydi, ona karşı vicdani bir durumuda vardı, bu vicdani durumda onun sınırları aşmasında engeldi. Kendi bütünlüğünü bir türlü oluşturamıyordu, bu durum onda özgüven eksikliği yaratmıştı, gerçekçi de algılayamıyordu dünyayı.



Başka bir açık ceza evinden bahsedeceğim, kendi seçimlerini yapamayan, seçim yapmaktan çekinen insanlardan bahsedeceğim, seçimlerini kadere bırakan insanlar bunlar, kontrolün kendisinde olduğuna inanmayan, bulundukları toplum tarafından hayatları şekillenen, bulundukları toplumun kurallarını hiç sorgulamayan, toplumun dedikleri onlar için çok önemlidir, bireysel bir istekte pek bulunamazlar, bulundukları toplumdan ayrı bir yaşam onlar için büyük belirsizlikler demektir, belirsizlikten hiç hoşlanmazlar, yabancı, elalem gibi kavramlardan çok söz edilir. Hiç şüpheçi, eleştirel düşünmezler -bakalım bu tutumlar bu kişileri nasıl bir ceza evine sokacak-. Zamanla değişmez doğruları oluşur bu kişileri, bu doğrulara inandıkları için toplumdan değer göreceklerini bildikleri için bu doğrulara inanırlar, doğrularına sıkı sıkıya bağlıdır, doğruları sorgulanamazdır, bu doğruları çürüten başka gelişmeler olsada bu gelişmelere kendilerini kaparlar, çünkü bu doğrulara göre hayatlarını harcadılar ve çevrelerini oluşturdular, doğruları onları var eden şeyler, bu doğrular sayesinde bu dünyada insanlar arasında bir yer edindiler, ve tüm bir ömürlerini bu doğruları savunarak geçmiştir, bu doğruları yok saymak, bir ömür boyu uraşlarını yok saymak anlamına geleçektir, ömürlerini yok saymayı göze alamazlar. Doğruları sabitlemişlerdir -dogmatik hale getirmişlerdir- bu doğrular onları bir yere sabitlemiştir, dünyanın ilerlemesine değişmesine karşı onlar devamlı daralan bir cemberin içinde gibidirler, ceza evi haline gelmiştir koca dünya onlar için.



Açık ceza evlerinden bahsetmeye devam ediyorum, şimdi bahsedeceğim açık ceza evi diğerlerinden farklı olacak, buraya kadar daha çok bireylerin kendilerini nasıl açık ceza evine attıklarından bahsettim. Şimdi ise birysel açık ceza evinde yaşayan kişilerin oluşturduğu ailelerden ve ülkelerden bahsedeceğim. Bu ailede hiç kimse bir birinin görüşünü dinlemez, karşısındakinin sıkıntılarını içten dinliyeyim anlamaya çalışayım yoktur, kendi beklenti ve isteklerine göre, hayallerindeki dünyaya göre karşı tarafı şekillendirmeye çalışırlar, önem verdiklerine önem verilmesini bekler ama önem vermezler kimseye, karşı tarafındaki kişi onun hayalindeki dünyayı yaratacak şekilde hareket etmediğinde, karşı tarafı suçlayıcı tarzda davranmaya başlar -senin yüzünden bir önümüze bakamıyoruz gibi şeyler söylerler-. Ailede ki kişilerden ayrı düşünemessin, ayrı hareket geliştiremessin, geliştirdiğinde seni çeşitli yöntemlerle geri döndürmeye çalışırlar, düşüncelerini ifade etmene izin vermezler, ailedeki bir kişi nasıl farklı düşünürmüş, bunu kabul edilemez bulurlar, yalnız kalacaksın ve dışarısının kötü olduğu ile korkuturlar bir birini. Kişinin duygularına önem verilmez, duygular pek paylaşılmazda, duygular gizlenir. Kişiler fiziksel olgunluğa kavuşurken, duygusal olgunluğa kavuşamazlar -mesela bir kıza karşı içinden ne geldiğini hissetse bile o anda onu söyleyemez- bir Bir birlerinin düşüncelerinin serbestce oluşmasına izin vermezler, anne ve babalar daha küçüklükten çocuklarına kendi inançlarını benimsetmeye çalışırlar -ağaç yaşken eğilir derler-, laik bir yapı yoktur aile içinde. Toplum tarafından verilen değere göre kendilerini değerli veya değersiz hissederler, yakın çevrelerindeki akrabaları ile gizliden rekabet içindedir, bu ailelerde başarı bir amacdır, ekonomik güç sahibi olmak bir amactır, maddi bir şey elde etmek bir amactır, maddi birşeylerin sahibi olmak onlar için bir değerdir, maddi bir şey sahibi oldun mu kendi önemi artacakmış gibi hissederler, saygınlık kazanacaklarına inanırlar. İnsan ilişkilerinde her başarısızlığa ulaştıklarında kendini maddi birşeylerin sahibi olmaya adarlar, karşılaştıkları insanlara ilk yaklaşmalarını bile maddiyatla ölçerler. Bu ailede insanlar yalnız kalmamak için öylesine yüzeysel ilişkiler içinde olmayı öğrenmişlerdir, can sıkıntısı çekerler bir birlerinin yanında iken -çünkü oturmalar kasılmakla geçer-. Can sıkıntısından kurtulmak için öylesine gürültülü ortamlarda zaman geçirirler.


Duran Aydoğmuş.

15 Nisan 2014 Salı

İnsana insan olduğu için değer veren var mı ?

İnsana insan olduğu için değer veren var mı ?

Veya şöyle sorayım

İnsan kendine insan olduğu için değer veriyor mu ?

Ne demek istiyorum ben şimdi ?

Değer vermek ne demek, 

Değerlerimiz bizi var eden şeyler midir?

Değerlerimizi nasıl oluşturuyoruz.

Kendimizi nasıl tanımlıyorsak, ona değer verir ve ona göre değerlerimizi oluşturuyoruz diye bilir miyiz.

Peki kendimizi nasıl tanımlıyoruz.

Değer verdiklerimiz değerlerimizdir diyebiliriz mi ?. Değerlerimiz aile yapısını belirler, aile yapısı toplumun yapısını oluşturur diyebilir miyiz ?

İnsan kişiliğinin büyük bir kısmını aile çevresinde oluşturur, ailenin değer verdikleri onun değer verdikleri olur çoğunlukla, veya yaptığımız hareketlerin sonucunda çevremizden aldığımız övgü/dışlama veya olumlu tepkilere/cezaya göre değerlerimizi belirleriz.
Aile içinde değerler her zaman sabit de değildir, aile büyükleri bazen kendi değerlerini çocuklarında değer olarak görmek istemezler, bu değişimin nedeni ise değer verdikleri şeylerin toplum tarafından kabul görmemesi veya güçlü görüneçekleri şeye önem vermeyi seçtirirler.

Teorik kısa bir açıklamadan sonra, şimdi pratikte nasıl kendimizi tanımlıyoruz, ve değerlerimiz nelerdiri açıklayayım.

Yıllar içinde bazı gözlemlerde bulundum; bu gözlemlerimi hayatımda bir şekilde bir süre bulunmuş insanlardan, aileden ve akraba çevremden, yakın arkadaş çevremden, iş yaşamımdan ve kendi kendimi gözlemleyerek edindim. Hepsinin düşüncelerimin oluşmasında öyle veya böyle etkisi oldu, hangi kişi hangi düşüncemin oluşmasında etkisi olduğunu çoğu zaman hatırlamıyorum.

Gözlemlerimle, duyumlarımla ve teorik bilgilerle ulaştığım bazı sonuçları genellemeye giderek toplumun genelinin "neye değer verdiğine" bakacağım, tabi burada yapacağım tanım benim bilinç düzeyimle ve algımla sınırlıdır.

Şimdi insanların "Kendini nasıl tanımladıkları" ile ilgili gözlemlerimi ve duyumlarımı yazayım ve bunun sonunda insanın neye değer verdiği ile ilgili bir tanıma varmaya çalışayım.

Bir kere ben hep bir karşılaştırma içinde oldum, ve birileri beni hep birileri ile karşılaştırdı. Sınıfta derslerin iyi olmalı, şu kişi bak nasıl iyi dersleri, bak bu kişi nasıl girişken, sen kimin oğlusun. Onlar yabancı gibi kelimeleri çok duydum, yabancılara göre bizim meziyetlerimiz hep daha fazla idi, küçümseyici söylemler söyleniyordu. Kendinden olanı yanlışta olsa kollayacaksın gibi sözleri duydum.

Yakışıklı, güzel kızlar ilgi odağı oluyordu, temiz elbiseli bakımlı kişilere olumlu anlamda daha farklı davranılıyordu. Maddi olarak güçlü veya anne/babası/akrabası belli makamlarda olan kişilere diğer kişilerden daha özenli davranılıyordu.

Sonra şunlarıda çok duydum, bu çocuk mühendis, bu çocuğun arabası var, bu çocuğun iki evi var, bunların şusu var busu var, bizim niye olmasın, bizim neyimiz eksik. Ben şuraya gittim bunu aldım, şöyle yedim ettim. Şu karıyla gezdim şöyle yaptım böyle yaptım. Benim şöyle cevrem var, böyle tanıdıklarım var. Bizim mezhebimiz çoğunlukta, bizim mezhebimiz en iyisi. Bizim cınsımız/sülalemiz şöyle böyle gibi söylemler duydum-yanlı bir kayırma ve olumsuz şeyleri göz ardı ederek, hesaba katmayarak üstün görünme mücadelesidir bu-.

Bazı kişiler kendilerini tanımlarken bir şeyle kendilerini özdeşleştirmeye çalışırlar. Mesela marka ile, malın kalitesine pek bakmazlar ama şu marka bu marka araştırması takip ederler, şu modaymış bu şeyler bu sene modaymış bizde böyle yapalım diyorlar -giyinmek tarzdır, sanattır, ama burada sanat ve tarz yok, modaya ve markaya karşı değilim- marka ile kendini özdeşleştirip çevresinden bu giyinişine göre değer bekleyenler var. Marka ve modaya göre giyinemediğinde kendinde eksiklik hissedenler var.

Birde şöyle şeyler gördüm, yaşadığın çevreye denk bir hayat standardın varsa kabul görüyorsun. Maddi durumun yaşadığın çevrenin standartlarının altında ise o çevreye kabul edilmessin. Standartların üzerinde isen ve hala o çevrede isen o çevredeki kişiler senden bir beklenti içinde olarak seninle daha fazla içli dışlı olmaya çalışırlar, burada ki amaçları çevresine göre güçlü kişinin yanında görünmek isterler, çünkü kendisini güçlü kişinin yanında bulunarak kendini güçlü göstermeye çalışır, kendini öyle tanımlar.

Anne ve babalarda şunu çok duyuyorum, kendilerini çocuklarına göre tanımlıyorlar, benim çocuğum üniversite mezunu, benim çocuklarım çok terbiyeli, benim çocuklarım şöylede böylede diye diye bitiremiyorlar.

Kişilerden şunlarıda işittim, şunu yapamadım, bunu alamadım, bu istediğim gibi olmadı, ya benim daha yapacaklarım çok bu hayatta. Ben de okuyamadım işte. Bana da annem ve babamdan birşeyler kalsaydı keşke. Bende çok kiloluyum ya, benim şaçlarım şu renk olsaydı, benim şuram böyle olsaydı ne kadar iyi olurdu. Ya bu kişiler neden böyle. Bu söylemlerde hep bir kendini eksik görme, aşağı görme durumları var -hep üstün görünme peşinde olan kişilerin bu davranışlarının altında yatan asıl neden aşağılık psikolojisidir- kendinden bir memnuniyetsizlik hali var, çünkü kendisini diğer kişilere göre tanımlıyor, toplum tarafından kabul görülmeyeceği endişesi yaşıyor ve kendisini diğer insanlardan ayrıcalıklı hissetmek istiyor.

Insanların şöyle davrandığını da gördüm, ben şöyle çevreciyimdir, söyle yardımseverimdir, ben kendi hakkımı savunurum, biz hep insanlar hakkında iyi düşünürüz, biz insan ayırmayız derler ama aslından bunlar sadece sözlerdedir, fiili eylemde ve davranışlarında/gözlerdeki bakışlarında böyle değillerdir. Kendilerini sözlerindeki gibi tanıtmak isterler sadece.

Bu gözlemlerimden kişilerin kendini nasıl tanımladıklarına ulaşabiliriz.

Şunu diyebiliriz,

Kişiler kendilerini toplumdan gördükleri onaya göre tanımlarlar.
Elde ettikleri maddi duruma göre tanımlarlar.
Başkaları üzerinden, başkalarının yaptıkları üzerinden kendilerini tanımlar. Çevresinde bulundurduğu kişilere göre kendini tanımlar.
Soya/mezhebe göre tanımlar, kendi soyunu kayırarak kendine üstünlük elde ederek bir yere oturtur ve bu yerden kendi konumunu belirleyerek tanımlar.
Diğer kişilerle karşılaştırmalara girer, kendini karşılaştırır, çoğunlukla kendi durumunu yandsır/bazı durumları görmezlikten gelir.
Kendini olduğundan farklı göstermekte, kendini olduğundan farklı görmek istiyor, kendilerini olmak istedikleri kendileri gibi gösteriyorlar. Kendini görmekten hoşlanacağı kişi haline sokarak kendini tanımlıyor.

Çoğunluk kendini yaptığım bu çıkarsamalara göre tanımlarlar,

şimdi kendilerini böyle tanımlayan kişilerin toplum arasında ki davranışlarına, düşüncelerine, ilişkilerine bakalım.

Kendilerini açmaktan korkuyorlar, olduğukları gibi göstermekten korkuyorlar, hiç doğal davranışlar sergilemiyorlar, içten değiller. Oturmalar çoğunlukla kasılmakla geçiyor, kendilerini karşı tarafa kabul ettirmek için yapılan konuşmalarla geçiyor.

Toplumda bir güç sahibimi, değilmi ye bakıyorlar, ona göre birlikte olup olmamaya karar veriyorlar.
Hep bir güç savaşı, hep bir değer görüp görmeme kaygısıyla ilişkilere şekil veriyorlar. Bir menfaat varsa o ilişkiye yaklışıyorlar, menfaatler bittimi ilişkide bitiyor.

Maddi olarak güçlü olanlarla birlikte olmaya çalışırlar, maddi olarak güçlü görünmeye çalışırlar devamlı, şöyle düşünür, kendimi iyi hissetmem için maddi olarak güçlü olmalıyım, maddi olarak güçsüz olursam çevremden değer görmem, maddi varlığım kadar sayılırım , maddi olarak güçsüz insanları boş insan olarak görür.

Duygular hep olduğunda farklı gösterilir, duygumuzu açığa çıkardığımızda ne elde edeçeğiz, ne kaybedeçeğizi düşünerek duygular ertelenir.

Yalnız kalmamak için öylesine ilişkilerin içinde oluyorlar.

Soyları ve mezhepleri ile övünürler, hep kendi soylarını daha köklü göstermeye çalışırlar, daha kalabalık göstermeye çalışırlar, mezheplerini haklı çıkarma mücadelesinde olurlar. Bireysel olarak birşey düşünmeye cesaret edemezler -cesaret edememelerinin nedeni yalnız kalacaklarından korkarlar-

Her soru soruş, önyargılardan arınmadan sorulur, her sorunun altında gizli bir amaç barınmakta, bu soruyu sorsam acaba nasıl olur... çevreden değer gördükleri kadar bilgi alırlar. Soru sorarak gerçeği aramak yerine, toplumda sahte bir değer görmeyi tercih ederler. Çoğunluk içinde sesiz kalarak doğruları işine geldiğikleri gibi görürler.

Kendilerini birileriyle karşılaştırmaya girerler. İhtiyaçlarını karşılamak çok basit iken, ihtiyaçlarını hırs ve arzularına terk ederler. Eksiklik hissederler kendinde, İnsan olduğumuzdan dolayı değerli iken değersizlik hissini yaşarlar.

Bu kişiler aileleri oluşturuyor, ailelerde toplumları oluşturuyor. Toplumlarda ülkeleri oluşturuyor.

Bu kişilerin oluşturduğu ailerlerde ilişkiler içten değildir. Gerçeğe değer verilmez iken soya sopa köklülüğe çokluğa değer verilir. Bireyin istek ve arzularına değer verilmez ve saygı duyulmaz iken kişinin toplumda edindiği yere değer verilir, duygular bolca engelle karşılaşır.

Benim değer verme kelimesine yüklediğim anlam şu; Değer vermek insanın kendini ve karşısındakini kabul etmesidir, yani insan olarak varolduğu için kabul etmesidir. Karşılaştırmalara girmemesidir, üstünlük alçaklık gibi tanımlara girmemesidir, ayrıcalıklı görmemektir, bir takım sıfatlarla kendini tanımlamamasıdır, kendini yadsımamasıdır, kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaz, yani kendini olduğu gibi kabul etmesidir. Kendini olduğu gibi kabul eden insan ÖZGÜRDÜR kendi içinde. Kendine değer veren insandır bu kişi. Kendine değer veren insan karşısındaki insanlarada kendisi gibi davranır.

Duran Aydoğmuş.

13.04.2014

12 Mart 2014 Çarşamba

İlişkiler Üzerine

İlişkilerdeki Birliktelik Üzerine bir yazıda denebilir.

İlişkilerin birlikteliği üzerine yazmaya çalışacağım, ilişkiden sadece kız erkek arasındaki ilişki anlaşılmasın, iki arkadaş arasındaki ilişkileri de kastediyorum.

Nasıl yürütülür tam olarak bilmiyorum, ama bazı önemli gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.

İnsan kendini insanlar arasında tanımlar, duygularını insanlar arasında tanır ve bir nesne ile temasa geçtiğinde ondan aldığı tepkiye göre kendi duygusunu tanır, duygular okuyarak veya gözlemle bilinemiyor. Olayların içinde davranışlarımızı şekillendiriyoruz, olayların işinde, ilişkilerin içinde iken hayata bakışımız şekilleniyor. Bir eylemin içine girmeden, ilişkiler içinde roller almadan, tutumlarımızın ne olacağını düşünsel olarak şekillendirsek de, eylem içinde düşünceden farklılık gösteriyor, eylemler içinde bulunarak düşüncelerimiz daha iyi olgunlaşıyor, düşüncelerimizi daha netleştirebiliyoruz. Karşılaştırmalarda bulunabiliyoruz. Her eylemde bulunuşumuzda ne istediğimizi daha iyi bilebiliyoruz. Sağlıklı bir yapıya sahip isek yıllar içinde fiziksel bir olgunluğa erişiyoruz, ama fiziksel olgunluğa erişmiş kişilerin duygusal olgunluğa eriştiği söylenemez, ikisi bir birinden ayrı şeylerdir, duygusal olgunluk diye bir şey vardır, duygular olduğu gibi söylenmeli, duygusal olgunluğa erişmeyen insanlar, kendini ve duygularını pek tanımaz. Duygusal olgunluğa erişememenin bazı toplumsal ve bireysel psikolojik nedenleri vardır… Tabi düşüncelerimiz üzerine düşünmek her eylemden sonra olmaz ise olmaz.

Bir ilişkiye başlamaya karar vermek işin ilk başı, ilişkiye başlama karını vermek için çok düşünülmez, ne düşünebilirsin ki ilk başta, fiziki görünüşünü beğenip beğenmediğini düşünebilirsin. Mantıklı davranış şöyle olmalı, karşındaki kişiden aldığın somut davranışlarla, tepkilerle ilişkiyi yürütüp yürütmemeye karar verirsin, ilişkinin ilk başında da bu bilgilere ulaşamayacağına göre, ilişkiye öylesine başlanır sadece. Ama bu benim dediğim mantıklı bir başlangıç kararıdır. –Ben yıllarca bir ilişkiye başlama konusunda -kızlar konusunda- mantıklı olmayan bir düşünce içindeydim, ilişkiye başlamadan önce birçok yönden değerlendirmelerde bulunuyordum, ilişkiye başlamak sanki son aşama gibi düşünüyordum, birçok şeyi planlamaya çalışıyordum, her şeyiyle bana uyarsa ilişkiye başlamaya karar veriyordum, ilişkinin birçok aşamasını ilk aşamada değerlendiriyordum, tabi bu düşüncenin mantıksız olduğunu nasıl anladım, çünkü bu düşüncem hayat bulmadı bir yerlerde-. Çoğu kişi geçmiş yaşantılarından edindikleri deneyimlerle, karşısındaki insanın onun beklentilerini ve hayallerini karşılayıp karşılayamayacağını tahmin ederek ilişkiye başlamaya karar verir. Ve daha birçok sınırlamalar getirir kendine, bu sınırlamalar kişinin duygularına ket vurarak yaptığı gibi, örf ve adetlerinde sınırlandırmaları olabilir. İnsanlar ne istediğini çok ta bilmezler aslında veya yoksunluklarının etkisi ile bir karar verirler.

İlişki yavaş yavaş başlar. Başta flört ile başlar, kaçamak bakışlar, küçük dokunuşlar, dans etmeler falan olur... Sevip sevemeyeceğine karar verirsin, duygularında netlik oluşması için kendine zaman tanırsın... İyi ilişkiler küçük bir çocuğu büyütmek gibi özen ister. Beklenti ve hayallerimize göre bir birliktelik istiyorsak bu birliktelik baştan olmaz zaten. Bir birliktelikte sen artık kendi isteklerine göre hareket edemezsin tam anlamıyla –Bireyselliklerini kaybedeceklerinden bazı kişiler çok korkar, ama bu birlikteliği bağımlı şekilde değil de, bağlılık şeklinde yaparsak sıkıntı olmaz-, çünkü oynadığınız oyun iki kişiliktir, iki kişide oyunun içinde olmak zorunda bir kişi ile oyun oynanmaz, sonuç alınmaz bu oyundan, bir kişi çok çabalasa da karşı taraf pas atmaz ise oyun durup kalır.
İlişkide ki her hangi bir taraf ilişkiyi yürütecek durumda olmaya bilir, ilişki nasıl yürütülür onu da bilmeye bilir, psikolojik olarak rahatsızlıkları vardır, geçmiş yaşamından etkileri üzerinden atamıyordur, fiziksel olarak rahatsızlıkları vardır, bu rahatsızlıklar ilişki sürecinde de ortaya çıkmıştır, bu normaldir, ama normal karşılanmaz ise ilişki çözümlenemez bir duruma gidebilir. Normal karşılandığında ve devamında ilişkinin devam ettirilmek istenmesi çok önemlidir.

Normal karşılandığında, sorunlar ortaya ayrılık nedeni olarak atılmıyorsa, sorunlar ilişkinin devamının nasıl sağlanması için ortaya atılıyorsa bu ilişki çözümlenebilir. Çözümlemede şu noktaların önemli olduğunu düşünüyorum. Sorunun neden kaynaklandığı üzerine; Kimsenin etkisi altında kalmadan serbest bir şekilde konuşulmalı, karşımızdaki insanın algısından, duygu durumundan bakmaya çalışmak çok önemli, asla yargılayıcı cümleler kurulmamalı, karşı tarafı aşağılayıcı, küçümseyici şekilde konuşmalar geçmemeli, karşı tarafın yaptığı hataların var olduğu düşünülüyorsa bile onun yüzüne vurulmamalı, kendi içinde kendisiyle yüzleşmesine imkân verilmeli, senden bir şey olmaz, sen şöylesin böylesin demek karşı tarafta egosal bir durum oluşmasına neden olabilir.

Karşı tarafla hiçbir şekilde tamamen aynı insan olamayız, aynı insan olmaya da kalkışmamak gerek. Farklı hisleri olacaktır karşı tarafında, karşımızdaki insanın da kendine özel/kişiliğine göre hobileri ve uraşları olabilmeli, bunlar engellenmeye kalkılmamalı, karşı tarafında kendi karakterine göre bir oyun oynama şekli vardır, kendi oyununu ilişki içinde oynamasına izin verilirse o ilişkide olmaktan zevk alır, oyundan haz alır. Tabi oyunda bir takım sorumluluklar vardır, bazı sorumlulukları kişiler birlikte yerine getirebildiği gibi bazılarını ise tek başına yerine getirmesi gerek. İlişkide olmak zevk veriyorsa, sorumlulukları almaya istekli oluyor, zevk almaktan kastım kişi o ilişkide kendini değerli hissediyorsa, aidiyet hissediyorsa, kendini güvende hissediyorsa ve duygu ve düşüncelerine değer verildiğini biliyorsa, hazlarını doyurabiliyorsa o ilişkiden zevk alır.

Şu diyeceğim önemli şimdi, sorumlulukları kişiler kendileri belirlemeleri, kendi durumlarına göre çizmeli, toplumun yüklediği sorumluluklar, örf ve adetler her zaman her ilişkiye göre doğru olmaya biliyor. Şunu iyi bilmeliyiz ki kendi hayatımızda aldığımız sorumluluk kadar özgürüzdür –yetişkin gibi isteklerimiz var ise yetişkin gibi sorumluluklar almalıyız, çocuk gibi sorumluluklar alıp yetişkin gibi isteklerin oluyorsan kendine sıkıntı yapıyorsun, ama şu da olmuyor ben çocuk gibi sorumluluk alacağım ve çocuk gibi isteklerim olacak diyorsan bunda da şöyle sorun çıkıyor, artık sen yetişkinsindir biyolojik ve kendini kendine kanıtlama gibi ihtiyaçların vardır, bağımlı olamıyorsundur, bu ihtiyaçlarını bir başkası senin yerine karşılayamıyordur artık, kendin sorumluluk alarak karşılayacaksındır- veya ilişkiyi yürütebilmek için gerekli sorumlulukları aldığımız kadar ilişki yürür.

Sorumluluktan niçin kaçarız ki, bilinçli bir kaçış mıdır bu, yoksa bilinçsiz mi. Bilinçli yapanlarda var, bilinçsiz yapanlarda var.

Bilinçli yapanlar zaten birlikteliği yürütmek istemeyenlerdir, sorumluluk almak ona göre değildir.
Bilinçsiz yapanlar ise; bencildirler, ben merkezlidirler, kendini çok önemserler, kendi hayallerindeki dünyayı gerçekleştirmeye çalışırlar sadece, ilişkiden önce kendi hayalleri önceliklidir. Sorumluluk alınacağı yerde, sorumluluk almaktan kaçar, bu kaçışı çeşitli bahaneler öne sürerek haklı çıkmaya çalışır. Bağımlılıklarından vazgeçemediği için sorumluluk almaz. Eski durumu korumak için sorumluluk alamaz, yeni durumlardan çekinir.

Bir ilişkiyi birlikte tutan ne maddiyat, nede cinselliktir, ne de menfaat. Maddiyat birliktelik için gerekli bir araçtır, olması gerek bir şeydir. Kız erkek arasında cinsellik olmaz ise o ilişki eksik kalır, ama sadece cinsellik üzerine kurulursa ilişki, o ilişki de uzun ömürlü olmaz, cinsellik insan ömrü boyunca hep aynı kalamaz, ve cinsel olarak isteklilik karşı tarafa hissettiğin duygularla yakın ilişkilidir.
İnsan tüm gereksinmelerine yaklaşık olarak cevap bulduğunda, tatmin sağladığında o ilişki içinde kendini zorlamadan, o ilişkiyi birlikte yürütmeye istekli olur.

Şimdi insan gereksinmelerine bakalım.

İnsan diğer canlılara göre değişik bir varoluşsal yapıya sahip görünüyor, çünkü insan diğer insanlara
bir şey anlatmak için intihar edebiliyor. Etrafında dönen olayları anlamadığında/uyum
sağlayamadığında/hayat anlamsızlaştığında da intihar edebiliyor. İnsanın çevresini anlama ve kendini anlatma/anlaşılma ihtiyacı içinde.

İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli
işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir canlıya ihtiyacı var -yalnızlığı bu
yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını bildiği yerde
gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aid hissediyor kendini. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. İnsan kendi kendini
yadsıyabiliyor/aşağılık durumuna kendini getirebiliyor. Anlaşılmadığında ve kendini
anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri bozulduğundan kişi kendi kendine çeşitli
oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor.

Buradan anladığımız İnsan sosyal, psikolojik, ve fiziksel bir varlıktır. Bunları bir şekilde tatmin yolları arar bunun için;

Kendi dışındaki canlılarla ilişki kurmak onlarla bütünleşmek istiyor. karşı canlının kokusunu duymak bile iyi geliyor insana, yalnız kalmak çok zor gelir. ilişkiyi ya sağlıklı bir şekilde paylaşarak, saygı duyarak, güven içinde yürütür, yada narsist bir şekilde bu varoluşsal ihtiyacı gidermeye çalışır. 
Kendini kendine kanıtlamak ister hep, güç sahibi olmak ister gibi, bunu da yaratıcılık ve yıkıcılıkla yapar.
Bir yere ait olmak ister. birşeylerle, birileriyle kendini tanıtmak ister, bunu bireyselliğini koruyarak yapar veya kendi bireyselliğini yitirerek de olsa bu varoluşsal ihtiyacı karşılamak için sürünün içinde kaybolarak yapar.
Kendine hep bir amaç hep bir yapılacak şeyler koyar,  geride birşey bırakmak istemekte.

Duran Aydoğmuş

11.03.2014

12 Ocak 2014 Pazar

Düşünmek Üzerine


Düşünmek üzerine

Biz; (Biz'i; ben, sen, o anlamında kullanıyorum)
Hayatımızı çok bilinçli mi oluşturduk.
Düşüncelerimizi deneysel, somut verilerlemi oluşturduk, yoksa duygusal bağlarlamı.
Düşüncelerimiz üzerine düşünmeden oluşturulan bir hayat, hayat mı dır.

Düşüncelerimiz üzerine niçin düşünmemiz gerektiğini hiç aklımıza getirdik mi.
Düşüncelerimiz üzerine düşündük mü.
Düşüncelerimizi nasıl düşünmemiz gerektiğini düşündük mü.

Düşünce sürecinin nasıl oluştuğunu düşündük mü.
Neyi bilmediğimiz üzerine düşündük mü.

İnsan düşünmekten kaçar mı.
İnsan düşünme tembelliği eder mi.
İnsan düşünme hataları yapar mı.

İnsanlar çeşitli yollarla düşüncelerini oluştururlar. Bu düşünceleri ikiye ayırabiliriz; Bulanık, açık olmayan düşüncelerle, ayrımına varılmayan bilgilerle oluşturulan düşünceler. Açık bir şekilde bilginin ayrımına varıp, iyi bir işlemden geçmiş fikirlerdir. Ve bu iki durum sonucunda oluşan fikirleri de inanç ağırlıklı (ideolojik, fanatizm şeklinde, tabular, mitler, söylenceler) ve sorgulayan/eleştiren doğruyu arayan hayat görüşleri şeklinde ayırabiliriz.

Ben bu yazıda hayatta neyin iyi, neyin kötü olduğunu söylemiyeceğim. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da söylemiyeçeğim. Ben zaten iyi ve kötü ayrımını kesin olarak yapamıyorum, çünkü iyi ve kötü ayrımını yapabilmem için insanı bilmeliyim/insanın doğasını bilmeliyim diyorum, insanın tanımını yapmadan yapılan iyi ve kötü ayrımları kişiye göredir.
Ben bu yazıda şunları açmaya çalışacağım, Düşüncelerimiz üzerine düşünüyor muyuz, düşünme ile bağlantılı kavramlar nelerdir, düşüncenin önünde ki engeller nelerdir, ne zaman düşüncelerimiz üzerine düşünmeye karar veririz. Mantıklı düşünmenin bileşenleri nelerdir.

Düşüncelerimiz üzerine düşünüyor muyuz,
Çoğu kişi düşünceleri üzerine düşünmeden, düşünme süreçlerini bilmeden, düşünce hatalarına düştüklerinin bile farkında varmadan bazı hayat görüşleri oluşturuyorlar, veya çevrelerindeki hayat görüşlerini benimseyerek, çevresine uyum sağlıyorlar. Şunu görüyorum, insanlar çok kompleks bir konu hakkında bile kestirme yollardan bir çıkarımda bulunabiliyorlar, veya çok az/yetersiz bir kanıtla çok büyük bir çıkarımda bulunabiliyorlar. Kendi düşünceleri üzerinde düşünmeyen kişiler, bir başkasının düşüncesi üzerinde de düşünmezler, kendi düşünceleri üzerinde düşünmeyen kişiler otorite gördüğü kişiden bir şey aktarıldığında bu kişinin düşüncesini nasıl oluşturduğuna bakmadan bu düşüncenin aynısını alıyor/söylemeye balkıyor. Çoğu kişiye bu varsayıma çıkarıma nasıl ulaştığını sorduğumda, illaki bana bir açıklama yapıyor, şu şu nedenden dolayı, şöyle oluyor diyor, ama burada şunu fark ediyorum ki çok ta mantıklı olmayan önemli/kritik bir düşünce sürecinden geçirmeden, değerlendirmeye/harmanlanmadan, tartışılmadan oluşmuş olmaları, bu çıkarımlara/varsayımlara ulaşırlarken genelde kendi çevresinde destek gören, kendi inancına ters gelmeyen, duygusal bağların devrede olduğu, sonucu önceden belirlemiş ve kanıtları sonuca göre toplayan kişiler olduklarını görüyorum. Ve bu gözlemimi genelleyerek, insanların çoğunun böyle olduğunu idda ediyorum.

Yukarıdaki ifadelerimi açıklamaya/açmaya çalışayım,
Çoğu kişi düşüncelerini nasıl oluşturuyora bakalım,

Duygusal anlamda etkilendiğimiz kişiler bizim düşüncelerimiz ve kişiliklerimizin oluşmasında çok etkilidir. İhtiyaçlarımızı en iyi karşılayan kişiye karşı duygusal bir yakınlık hissederiz ve bu kişi çoğunlukla en yakınımızda ki kişi olur, bu kişinin karakteristik/kişilik özelliklerini kendimize büyük çoğunlukta alırız -bu kişinin davranışlarını gözlemleyerek, olaylar karşısındaki tepkilerini görerek ediniriz- kişiliğimizin büyük bir çoğunluğunu burada oluştururuz. İnançlarımız bu yakın ilişkilerde oluşmaktadır. Bir çok yerden haber tarzında bilgiler ediniriz, aileden, çevremizden, okuldan, gazetelerden, televizyondan, bu edindiğimiz bilgiler üzerinde eleştirel/kritik/önemli bir düşünüş şeklinde düşünmemiş isek, bu bilgiler üzerindeki değerlendirmelerimiz rastegele olur veya çoğunlukla duygusal anlamda beslendiğimiz kişilerin değerlendirmeleri gibi, ve çocuk iken büyüme ortamının etkileri altında kalarak düşünür ve ona göre karar verir çoğu kişi.
Çoğu kişi ayrıntılı, detaylı düşünmekten kaçınıyor, düşünürken çok kestirme yollar kullanıyorlarda, düşünce tembelliği yapıyorlar -güçlü/otorite kişinin düşüncelerini sorgulamadan onaylamak, düşünce tembelli yapar-. Düşünmekten de hoşlanmaz birçok kişi, çevresindeki kişiler gibi davranmak daha cazip gelir, düşündüğünde karşılaşaçağı sonuçlardan korkar, kişiyi huzursuz edebileçeğini düşünür ve bu düşünceden ötürü düşünmekten vazgecer.

İnsanlar çok kaygılı olduklarında ve kabul etmek istemediği durumlarda olayları normal zamana göre çok farklı düşünüp değerlendiriyor, akla uydurmaları çok fazla yapıyor, bilişsel çarpıtlamalara çok sık başvuruyor. Mesela çocuğunu aniden kaybeden bir anne çocuğunun ölmediğine kendini ikna ediyor, bir iki ay bu söylemi söylüyor, sonra benliğinin bu kaybı kaldıraçağını hissettiğinde kabul ediyor. Normal düşünmeye devam ediyor.

Ben düşünme konusunda düşünen, kendi düşünceleri üzerinde düşünmeye çalışan biri olarak görüyorum kendimi. Ben neyi bilmediğimi biliyorum/bilmeye çalışıyorum, düşüncelerim üzerine düşünmeye başlamış biriyim, eleştirel/kritik/önemli düşünce aşamalarını biliyorum, sistematik düşünmenin nasıl olması gerektiğini biliyorum. Ne zaman akla uydurmaları yaptığımı bilebiliyorum, düşüncemin önündeki engelleri, düşünce hatalarımın ne zaman olduğunu biliyorum.

Düşünme üzerine bir yeterlilik kazanmadan önemli bir düşünmenin olamayaçağını biliyorum , bu durumun farkına varmak gerek. Bir kişi her hangi bir konu hakkında, bir birey olarak bir değerlendirmeye ulaşabilmesi için, yeterli yeterliliğe ulaşmalıdır. Doğru düzgün bir düşünce beceresine sahip olduktan sonra herhangi bir konu üzerinde değerlendirmeye gitmelidir. Denizde kayığın içine bırakılmış bir kişi kayığı kullanma ve yüzme becerisini/yeterliliğini kazanmamışsa bu kayığın içinde kurtarılmayı bekler, denize atlarsada boğulur – Demokrasilerde oy kullananlar yönetim şekillerini ve oy kullandığı siyasi partiyi iyi tanımalıdır, bilincsiz bir şekilde oy kullanmak, kurtarılmayı beklemek gibi veya yüzmeyi bilmediğimiz halde denize atlamak gibidir-.

Şimdi düşünme ile ilgili olduğunu düşündüğüm bazı kavramlara bakalım, bunları açmaya çalışayım.

Düşünmeyi düşünürken, şu kavramlar üzerinde de düşünmem gerekti, bu kavramlar, dürtü,
zihin, bilgi, akıl, ve insanın doğası/yaratılışı üzerine de durdum. Düşünmeye nasıl başlarız, düşüncelerimizi nasıl oluştururuzu bu kavramları açınca anlaşılacaktır. Benim ne dediğimin daha iyi anlaşılması için kavramları ve insan doğası/yaratılışını açmaya çalışaçağım.

Dürtü, bir bebek ilk doğduğunda anneyi emmeye çalışması, bir ihtiyaç/gereksinim hissettiğinden ötürüdür, ama bu gereksinim bilinçli bir gereksinim değildir, çoçuk daha ilk doğduğunda emmeye başlar, ilk emmekten sonra ikinçi emmeye çocuk nasıl başlar, açıkmanın ne demek olduğunu bilmez, çocuk aç kalmanın sonuçlarını bilmez -bunlar hep sonradan öğreniliyor- ama içinden birşeyse onu dürtmekte, bu dürtü ilk haldeki duruma dönmek istemekte sanki, dengesi bozulmuşta dengeye gelmek istiyor sanki. Ama bu dengeye gelme dürtüsü nasıl olmakta -ilk çocuk doğduğunda hiçbir bilgiye sahip değildir ama bu dürtü nereden geliyor- dürtü sonuçunda oluşan bir gereksinim, dengeye gelme durumu, zihnin ilk oluşumunu şekillendirmeye başlıyor. Başka bir dürtüde, Birşeyi tanımlama mı desem birşeye anlam verme dürtüsümü desem, çocuk bir nesneyi tanımlamak istiyor, bebek başta herşeyi kendine çekiyor -ben merkezli bir zihin var- sonra kendini yavaş yavaş ayrıştırmaya başlıyor -anneden kendini ayrı görmeye başlıyor- başta cansız nesnelerle canlı nesnelerin tam ayrımına varamaz, cansız nesnelere canlı gibi özellikler yükler. Hep bir sefer önce oluşturduğu, kafasında ki şemayı tamamlama ihtiyacı içinde sanki, şemada bir eksiklik hissedir gibi. Bir başka dürtü ise, Ergenliğe giren, zihinsel özürlü bir çocuk, düşünmeden, aklını kullanmadan, cinsellik üzerine bir bilgisi de olmadan birşeylerin dürtmesi ile bir cinsellik gereksinmesi doğuyor -öz doyuma ulaşmaya çalışıyor-, bu gereksinme bu kişiyi düşünmeye itmiyor veya zihinsel bir gelişmede sağlamıyor. Zihinsel gelişimi tam olarak tamamlanan bir çocukta dürtüsel olarak oluşan cinsellik ihtiyacı/gereksinmesi, bu gereksinme sonucunda kişi bu gereksinmeyi giderme yollarına gitmek ister ve bu gereksinmeyi gidermek için düşünmeye başlar -cinsellik ihtiyacı doduğunda giderilmediğinde kişide bir rahatsızlık yaratmaya başlar, ilk başta öz doyum yollarını dener çoğu kişi bu gereksinmeyi gidermek için, bu gereksinme sadece o anlık giderilir, kişi ilk doyumdan -ilk türtü oluştuğundan- sonra o gereksinmeyi doyuracak eylemler içine girer, yani kişi dengeye gelmeye çalışır.

Zihin kavramını açıklamaya çalışayım, zihin gelişen bir şey, zihin geliştikce belli kavramlar anlaşılmaya başlanır, somut nesnelerin diğer nesnelerle ilişkileri anlaşılmaya başlanır -0 ile 2 yaş arası çocuk kendini dış dünya ile ayıramaz, soyut kavramları anlayamaz. 5 yaşlarında soyut kavramları somut kavramlardan ayırt etmeye başlarız, 7 yaşlarında nesnelerin diğer nesnelerle ilişkilerini anlamaya başlarız.- aşama aşama nesneleri kendimizden ayrı görmeye başlarız, nesneleri canlı veya başka bir şekilde değil oldukları gibi görmeye başlarız. Zihin dışardan etki ile hasar görebilmekte, hasar gören zihin farklı algı geliştirebilmekte.
Bilgi, algılayana göre değişen, duyu organlarımız dışında birşeyle algılanamayan, doğuştan itibaren oluşan, doğumdan önce var olmayan. Dış dünyanın bize vermiş olduğu görselliğe, her bir görselliğe bir takım isimler vererek ve bu isimlere özellikler yükleyerek dış dünyanın ayrımına varma çabasındaki uğraşlar bilgiyi üretirler. Bilgiyi üretme şekilleri/yöntemleri farklılıklar göstermektedir. Aklımızda belli belirsiz bir şekil ve diğer nesnelerle ilişkili birşey oluşuyorsa burada artık bilgi oluşmaya başlamıştır diyebilir. Kişinin kafasında oluşan her bilgi yeni bir bilgidir, bu bilgiye sahip diğer kişilerin kafasındaki bilgiden bir nokta da farklıdır -Herkezin ürettiği bilgi bir diğerinden birazda olsa ayrıdır, aynı tamınlarıda verseler, canlılık, hissettiği yoğunluk bakımından farklıdır.- Herkez kendi bilgisini oluşturuyor bir nevi- herkez kendi bilgisini oluştursada bu bilgileri düzenli veya düzensiz, deneyimleyerek/deneysel gözlemsel veya gözlemlemeden duyusal/sezgisel olarak oluşturuyor.

Akıl. Dürtülerin meydana çıkması ile zihin gelişiyor, zihin normal bir gelişim gösterdiği sürece somut ve soyut bilgiler algılanmaya başlanıyor, bu algılanan bilgiler, akıl tarafından değerlendirmeye tutuluyor. Akıl düşüncenin nasıl sonuclanacağını belirliyor.

Insan doğası, insandan başka canlı olmasaydı, insan kendini nasıl tanımlardı, insan kendini tanımlarken diğer diğer canlılar ile arasındaki ayrıma vararak kendi tanımını yapmıştır. Şöyle şeyler denir, geleçek nesillere bilgilerini/tecrübelerini aktarır, insan en üstün varlıktır dünyada, diğer canlılardan faklılaştığımız noktaları ortaya koymaya çalışırız kendimizi tanımlarken. Ama insan kendini başka nasıl tanımlayabilirdiki -hep bir nesneyi tanımlarken özelliklerini sayarken diğer nesnelerden ayrıldığı noktaları ortaya koymaya çalışmayız mı.- İnsan ilk nefes almaya başladığında hiç bir bilgisi yoktur hayat ile ilgili hiç bir değeri/yargısı da yoktur, büyüdükçe alışkanlıklar, değerler ve hayat ile ilgili yargılara varmaya başlar. İnsan kendini bir yere ait olarak görmek istiyor, diğer insanlarla birlikte bir toplumda olmak istiyor, kendini değerli görmek, birşey yaratıyor/bir işe yarıyor olarak görmek istiyor, insan kendini diğer insanlardan farklı/ayrıcalıklı görmek istiyor, tanınmak, önemsenmek istiyor. Kısaca insan anlaşılmak ve anlatmak istiyor, bu anlaşılma ve anlatma işini çeşitli yollara başvurarak yapabiliyor, bazen yıkarak, bazen yaparak kendini anlatabiliyor. İnsanın doğası kaygıya pek yatkın değildir, tüm bu saydıklarımı başaramadığında inanılmaz bir kaygıya düşüyor. Insan kaygıya düşmemek için yukarıda saydıklarıma uyum sağlıyor, uyum sağlayamayaçak bilgiler aldığında aklını kullanarak bu bilgilerin bazılarını reddederek, görmezlikten gelerek veya umursamayarak uyum sağlamayı deniyor, halk arasında şunu derler ya çocuk babasından/çevresinden pek farklı olmaz anlamında "Armut dipine düşer" evet çoğunlukla armut dibine düşüyor. Kaygı ile ne kadar mücadele edebiliyorsak o kadar serbest düşünebiliyor ve o kadar gerçekçi bilgi ile ilgileniyoruz. Yukardaki tüm saydıklarımdan ne kadar soyutlanmış isek vede kaygı ile mücadele edemediğimizde akıl inanılmaz oyunlara girebiliyor, zihin yapısı hasar görebiliyor, ve olmadık hayali düşünceler üretebiliyor.


Düşünmenin üzerindeki engeller nelerdir,

Okumak için okumak düşünce üzerinde bir engeldir, şöyle ki,
Kitap okumak için kitap okuyan kişiler düşünmez, veya bir meslek sahibi olayım diye üniversiteye gidip de okuyanlarda düşünmez, kitap yazarının düşüncelerini takip eder sadece, takip ettiği konu üzerinde daha önceden kendine sormuş olduğu sorular yoksa, bu konu üzerinde daha sonra durmazda, bu kişi okuyarak pek iyi bir işte yapmaz.
Düşünen kişi devamlı sorular sorar kendine ve çevresine, mesela kişi bir konu hakkında bir noktaya takılmıştır, bu takıldığı yerde durup gözlemler yapar, neyi bilmediğini iyi bilmeye çalışır, bu bilmediği yeri ondan önce bilenler varmı diye araştırır, bu bilmediği konu hakkında çevresindeki kişilerden bu bilmediği yeri bilenler varsa onlarla konuşarak bilmediği yer konusunda yardım ister, kişinin çevresinde bu bilmediği yere yardım edecek biri yoksa dünyada bu konu hakkında fikir yürütmüş kişileri bulmaya çalışır ve bu konu hakkında fikir yürütmüş kişileri bulup okursa bu kişinin okuması iyi bir okumadır. Ama bir konu hakkında bir rahatsızlık bir belirsizlik duymadan, kendine bu konu hakkında sorular sormadan okuma işine girişen kişilerde bu okumalar kişi üzerinde bir zehir etkisi yapabilir -uykum gelsin diye, zaman geçsin diye okunan hafif popiler roman tarzı kitaplar yapmaz tabi-, nasıl zehir etkisi yapar, kafasına sadece bu yazarın düşünceleri girer ama ezberi bir şekilde kalıp halinde kendine alır -Okuyan kişinin oluşturmadığı, yazarın hayat tecrübeleri, gözlemleri ve kendi yaşam bağlamı içinde oluşturduğu düşüncelerdir- bu düşünceler kafaya yerleşirse ve bu yerleşen düşünceleri sağ solda söylemeye kalkar ise bu kişi kendi düşünceleri olmadığı için iyi bir şekilde karşı tarafa aktaramaz da, okumuş olduğu yazarın düşünceleri kişinin kendi hayatında da istediği bir etkiyi yapmaz. Sarhoş olmuş ortalıkta dolanan kişiye benzer bu kişinin durumu ayılacaktır bir gün, ama ayıldığında sarhoşkendi söylediklerini hatırlamayaçaktır-hangi noktada ayılaçaktır-. Sersem sersem dolaşmıştır, kendi hayat gerçekliğinden uzaklaşmıştır, okumuş olduğu kitaplardaki yazarlar gibi konuşmaya kalkışmak sarhoşluktur.
Mantıklı düşünme yöntemlerini bilmemesi, düşünceyi geliştirme yöntemleri ile hiç tanışmaması ve ilgilendiği konu hakkında yeterli bir kavramsal bilgiye sahip değilse düşünemez kişi.
Korku, kaygı ve baskılar düşünmenin önünde bir engeldir, bir şeyden korkmam gerektiğine inanmış isem, bu korktuğum şey üzerinde bir sorgulama yapamam, sorgulanmayan şey üzerinde serbes bir düşünce geliştirilemez, ançak onun isteklerine göre hareket edilebilir, hareket tarzını da sorgulayamazsın. Korktuğumuz şeyler düşüncemiz üzerinde bir engeldir. Kaygı duyduğumuzda davranışlarımızı gerçekçi olmayan bir şekilde değiştiririz -Savunma mekanizmalarına/düzenlerine başvurma durumu- davranışlarımızı gerçekçi olmayaçak şekilde değiştirdiğimize göre düşüncelerimizde bir düzensizlik oluştuğunu görebiliriz, ben kaygılandığımda mantıklı olamayan düşünceler geliştiriyorum, kendim hakkında değerlendirmelerim değişiklik gösteriyor. Kaygı durumu kişinin düşüncesi önünde bir engeldir. Dıştan bir baskı olabildiği gibi içtende kendimize bir baskı uygularız, dıştan baskı durumunda şunu böyle yap bunu böyle yap, kişinin her düşüncesine müdahale, kişinin her hatasında hatasını düzeltme fırsatı vermeden hatasını ulu orta yerde açıklamak da baskıdır. Iç baskıda ise kişi kensinden yüksek beklentilere girer, şunu yapamadım şunu yapmalıyım, şu niye olmadı, şunu yaparsam günah, şunu yaparsam şu kişi neder, şunu yaparsam insanların gözünde nasıl algılanırım, bu gibi söylemler içindeki kişi engellere takılmış demektir. Düşüncelerini serbestce birikimli şekilde oluşturamaz.
Otoriteye bağımlı bir kişi olarak yetişmek, ve otoritenin dışına çıkamamak.
Katılaşmış bir şekilde bir inanca bağlanmak, sadece inancının desteklediği bilgileri almaya hevesli olan kişilerin bu tutumları düşümelerinin önünde bir engeldir.
Çocukluğunda yaşamış olduğu zorluklarda, kişinin mantıklı düşünmesinin önünde engeldir. Şöyle ki. İnsan sağlıklı olduğu sürece, kendi içsel gelişimini sürdürebiliyor, insan ilişkileri normal oluyor, bunu normal bir süreç içinde yapabiliyor. Güvensiz ortamlar sağlıklı ortamın oluşmasına engel olmakta. Bu güvensiz ortam şöyle oluşmakta, insanın insan olmasından dolayı bazı gereksinmeleri/ihtiyaçları vardır, bunlara cevap verilmediğinde, bu güvensiz ortamın ortaya çıktığını düşünüyorum. Bu gereksinmeler şöyle; Kişi değerli/dengede olduğunu hissetmek ister, çocuk kendini anne ile özdeşleştirir belli bir yaşa kadar, ve annesi dayak yiyorsa, anne bu dayak yemenin etkisiyle çocuğuna gerekli emzirmeyi/ilgiyi veremez ise, çocuk yeterli sütü/ilgiyi alamaz ise kendisinde bir dengesizlik/değersizlik hisseder. Bu dengesizlik sonucunda çocuk emmek için ağlamaya başlar ve isteğinin anlaşılmasını/karşılanmasını bekler. İnsanlar bebeklikten itibaren kendini anlatmak ve anlaşılmak ister/İnsan anlaşılarak ve kendini anlatarak yaşamını sürdürmek istiyor. Anlaşılmak için başta çeşitli işaretlerle bunu yapmaya girişir, anlatmak için kendisi gibi bir canlıya ihtiyacı vardır -yalnızlığı bu yüzden sevmez-. Anlaşıldığını bildiği yerde bulunmak istiyor ve anlaşıldığını bildiği yerde gelişimini sürdürebiliyor. Hiç kimse tarafından anlaşılmadığını (en uç sınırda) düşündüğünde onu tek anlayan yere anne karnına geri dönmek istiyor. Anlaşıldığını hissettiğinde kendini değerli görüyor. Bir yere aid hissediyor kendini. Değerli gördüğü yerde kök salmak istiyor. Anlaşılmadığında ve kendini anlatamadığında kendisiyle ve çevresiyle ilişkileri bozulmaya başlar ve kişi kendi kendine çeşitli oyunlara girişebiliyor/akıl sağlığı bozuluyor. Çevresiyle ilişki içinde olmak ister/yalnızlık istemez. Kişi kendini anlatamadığında ve anlaşılmadığını hissettiğinde kişide belli belirsiz bir kaygı oluşuyor ve bu kaygıdan kendi benliğini korumak için savunma mekanizmaları geliştirmeye başlıyor ve ileriki yaşlardaki insan ilişkilerinde algısı bozuluyor ve mantıklı düşünce sürecleri etkileniyor. Duygusal/emosyonel bozukluklar başgösteriyor. Bu durum kişinin mantıklı düşünmesi önünde bir engeldir.
Yaşamış olduğu kötü deneyimler bazen kişide kalıcı duygusal bozulmalara neden olabiliyor ve kişi bu kötü durumdan kurtulamadığında düşüncesi de çok sağlıklı olamayabiliyor, bu durum düşünmenin önünde bir engeldir.
Düşünce hataları ve akla uydurmalar mantıklı düşünme önünde bir engeldir,
Bu hataları sıralarsam, genelleme, filtreleme, olayı kişiselleştirme, akıl okuma/senaryolaştırma.

Bu engeller ortadan kalktığında serbest bir şekilde düşünce gelişmeye başlayabilir veya bu engellerin hiç olmadığı kişilerde mantıklı ve serbes bir şekilde düşünebilmektedirler. Tüm bu engellerin farkında kişi ne zaman varır, ve bu engelleri aşma ihtiyaçını ne zaman hisseder. Düşüncelerimiz üzerinde düşünmeye ne zaman gereksinim duyarız açaba ?

Çoğu kişi kendini mutlu/değerli hissettiği bir yerde bulunuyor ve kendini değerli hissettiren düşünceleri/yeri/kişilerin doğruluğunu sorgulamıyor.
Fakat, hayatın karmaşıklığını hisseden, çevresiyle çelişkilere düşen kişi, uyum ve kendi içinde dengesizlik/değersizlik hissini yaşayan, rahatsızlık duyan kişi, hayatını belli bir düzene koymak ve çevresini anlamak/anlamlandırmak için olayları incelemeye başlar, insan oğlu belirsizlikten hoşlanmaz, çevresini anlamak ve kendini çevresindekilere anlatmak ister.

İnsanı asıl düşünmeye, yoğun düşünceye iten veya intihara sürükleyen bir süreci açmaya çalışaçağım, İnsanı bir düşüncesi üzerinde ilerici/protest/devrimci/karşıt düşünmeye iten, o davranışı/düşüncesi sonunda gördüğü zarardır, bir köleyi efendisine başkaldırmaya iten ne ise, kişinin de kendisine verdiği zarar sonucunda kendisine başkaldırışı aynı nedendir. Artık son noktaya gelmiştir, artık o zararlar sonucunda uğradığı kaygılar/başarısızlıklar/hep aynı yerde tepinmeler/ondan bu durum içinde bulunmanın çok şeyleri götürdüğü hissinde, kişi bu durumu aşması için cesaret edemediği şeyi aşacak cesareti düşünmez artık, bu davranışı yapmadığında artık kendini bir hiç gibi hissetmeye başlar işte bu noktaya gelen kişinin iki yolu vardır, ya intihar ya da başkaldırı.

Şimdi burada intihar ve başkaldırıyı açmalıyım.

İntihar şöyle acayım, intihar hayatı sonlandırma şeklinde olabilir, intihar bir olaya karşı verilen bir tepki şeklidir veya intiharı şöylede düşünebiliriz, kendini avutacak sahte üstünlüklere/ün arayışına girmek, hayatı kadere, tesadüflere bağlamak, kendini oyalayacak şeylerle uğraşmaya çalışmak, bu durumu düşünememeye çalışmak. Bu saydığım durumlarda kendi hayatını belirlemekten vazgecer kişi bu da bir nevi intihardır.

Başkaldırıyı ise şöyle açayım, Kişi ilk başta kendi durumundan rahatsızlık duyar, kendine durumuna başkaldırır -kendini sorgular, geçmişindeki düşüncelerini sorgular, kendi üzerinde analizler yapar-. Hayatının anlamsızlığına karşı bir diyeçeği vardır artık -Hayatı nasıl algılaması gerektiği üzerine düşünmeye başlar, hayata nasıl bakmalı, hayatı gerçekçi şekilde nasıl algılamak gerek üzerine düşünmeye başlar- Hayır artık yeter der. İnsan doğumdan itibaren kelimelere verdiği anlamlar ile edindiği bilgi birikimi ve gözlemler sonucunda kendi algı dünyasını oluşturuyor, bu algı dünyasına göre olayları değerlendirmeye başlıyor, algımıza göre gözlemlerimizi değerlendirmekten vazgeçme hali vardır, sistematik/önemli düşünce sonucunda ki gözlemlerimizle olayları değerlendirme vardır. Hayır demeden önceki tüm dünyasına hayırdır, dünyası alt üst olur artık, değer verdikleri artık değerli değildir, kişi neyi nasıl değerlendireçeğini de bilemez artık, onu var eden değerlere hayır der. Kısaca algı dünyasına hayır der kişi, algı dünyasını nasıl oluşturduğu üzerine durur. Kavramlara verdiği anlamları sorgulamaya, varsayımlar sonucunda yaptığı çıkarsamaları sorgular, varsayımlarına bakmaya başlar. Düşünsel olarak başkıldırıdır bu, artık kendi hayatını kendi kuracaktır.

Şu durumu merak ediyorum, bir erkek çocuk küçüklüğünde anne ve babanın şiddet olaylarına tanık olmuş ve bu çocuğun daha küçük yaşlarda anlamakta zorluk çektiği durumlarla karşılaşması sonucunda güven eksikliği ve kaygı/titreme oluşmuş. Hemen onu yargılayaçakları, kötüleyeçekleri düşüncesi oluşmuş. Güven eksikliği sonucu kendini savunamaz durumuna düşmüş, yaşadığı kaygı/titreme sonucunda da, kendi benliğini korumak için -kaygıyı/titremeyi azaltmak için- savunma düzenleri geliştirmiştir - bu çocuk 13 yaşlarında olmasına rağmen, okulundaki sınıfında ve aile çevresindeki kişilerin yanında hiçbir kelime konuşmuyor -ancak çok güven duyduğu kişilerin yanında konuşuyor- ve kendisi şunu söylüyor ben de konuşmak istiyorum ama içimde birşeyse konuşturmuyor beni diyor. Bu çocuk benim yukarıdaki devrimci sorgulama dediğim sorgulamayı intiharı seçmeyerek ne zaman protest/devrimci düşünceyi yapar. Benim farkına vardığım gibi kendi durumunun farkına varırmı, veya ben fark ettirebilirmiyim. Bilişsel olarak kendine müdahale edebilirmi. Yeni düşünceleri ile yaptığı eylemler sonucunda kendini iyileştirebilir mi ?. Ben şunu çok iyi biliyorum ki nevrotik/evhamlı hastalarda kişiler istemedikleri/kendine mantıklı gelmeyen davranışlar veya düşünceleri bile istemediği halde kendini durduramıyor özellikle kaygı durumları yükseldiğinde.

Hanki mantıklı sorular sayesinde, en sağlıklı düşünce kurulabilir. Bir hayal dünyasına girmiş isek bu hayal dünyasından nasıl çıkabiliriz.

Yazının burasından sonra daha çok kritik/önemli/eleştirel düşünce üzerinde duracağım.
Düşünceleri üzerine düşünmeye başlayacak kişinin en başta karşılaştığı en büyük engel, daha önce edindiği düşüncelerdir. Sonra edindiği yeni düşünceleri hemen kabul etmesidir, nasıl düşüneceğini bilmez -bilgi alma konusunda eski alışkanlıklarını devam ettirir, bilgi almanın düşünmek olduğunu sanır, bilgi yüklü olmanın düşünmek olduğunu sanır, düşünce tembelliğini kolay atamaz, bir konu üzerine uzun süre odaklanamaz-

Düşünmek bir süreçtir, düşünmek bir izi takip etmek gibidir, düşünmek kelimelerle yer kapmaca oynamaktır, kelimelere anlamlar yükleyerek bir konuya bütünsel bakma cabasıdır. Düşünmek kelimeleri zincirleme şeklinde bir birine bağlamaktır. Düşünmek akla uydurmaları yapmamaktır. Hiçbir inanca, ideolojiye, bir güce bağlanmadan, kendi değerlerine bağlanmadan, Hiçbir şeye bağımlılık göstermeden, neyi kaybedeceğini düşünmeden serbestçe iz takip etmektir Bir düşünceyi oluştururken nelerden etkilendim, etki altında kaldığım bi güç var mı, bu konu hakkında elde ettiğim bilgilere nasıl ulaştım, bu düşüncemi oluştururken eksik bıraktığım bir nokta var mı, çeşitli bölümlerin bakış açılarıyla konuya yaklaştım mı. bu düşüncemin temelinde hangi varsayımlar yatmakta, bu düşüncem sonucunda hangi sonuçlara varırım, bu düşüncemi oluştururken bu düşünceye alternatif düşünceler üzerinde hiçbir değerlendirme yaptım mı, hangi bağlam içinde bu düşüncemi oluşturdum. Bu düşüncemin oluşmasında etkili olan kavramlar üzerinde ne kadar düşündüm.

Kendi düşüncelerini oluşturmak, sıfırdan bir ev yapmaya benzer. Bir ev yaparken ilk başta arsa araştırması yaparsın -bu düşüncemi hangi zemine oturtayım, bu oluşturduğum zemin sağlam mıdır, bu zemin üzerine düşüncelerini oluşturan kişilerin, bu oluşturdukları düşünceleri sonuçları nasıl olmuştur. Mesela bazı kişiler düşüncelerinin zeminine insanı alır. Bazıları ise doğayı, bazıları ise başka şeyleri... ve bu zemin üzerinde düşüncelerini oluşturmaya başlar-. Arsa yerini belirledikten sonra, bu zemine uygun taş, çimento, demir, tuğla araştırmaya başlar - kişinin fikirlerini oluşturacak gözlemlere girer, bu bilgiyimi alsam diğer bilgiyemi yönelsem, bu bilgi buraya otururmu, birinci el bilgimi yoksa, iyi elekten geçmemişmi, sağlamlığı test edilmişmi, yoksa teorik bir bilgimi, hangi bilgi benim amacıma en iyi ulaşmamı sağlar...- bunların araştırmasını yaptıktıtan sonra bu malzemelere ulaşılabiliyorsa, evin yerleşim planını yapmaya başlarız, tasarımını, kaç kat yapılaçağı,-Bir konu hakkında araştırma yaparken bu araştırmamızı bir hipotez çerçevesinde, araştırma planını yaparız, araştırmanın sınırlarını çizeriz, nereye kadar açılacağız...- Malzemeler hazır, planda hazır olduktan sonra artık malzemeleri harmanlayıp plana göre binayı inşaa etmeye başlarız -sağlıklı bir zihin ile ve sağlıklı mantık yürütmeler ile malzemeleri plana uydurmaya başlarız- inşaat bittikten sonra iç düzgüye geceriz -düşüncelerimize son şekli verme aşaması, düşünceleri yeniden gözden geçirme, varılan sonuçların bizi neye götüreçeğini düşünürüz.-
Ev birçok aşamadan sonra tamamlandı, işte bu evi ben yaptım demek var, evin yapılışının her aşamasında bulunduk, adeta tırnaklarıya kuyu kazıldı. Bu evin her aşamasında bulunan kişi için bu ev değerli olur -düşüncemizi kendimiz oluşturmuş isek, bizim için hayatımızda o kadar yer kaplar, o kadar önemli ve değerlidir- evimizi oluşturan tüm bileşenleri biliriz -kendi düşüncemizi oluşturduk isek düşüncemizin tüm bileşenlerini biliriz-.
Bir kişi kendi düşüncesini oluşturmadığı halde, düşünürün uzun süreçlerden sonra oluşturduğu çıkarımları alıp söylemesi -beylik laflar etmesi- kişiye uzun sürede Bir şey kazandırmadığı gibi onu daha da düşünce tembeli yapar -evin Hiçbir aşamasında çalışmayan kişi, evi ben yaptım demesi gibi bir şey, kendi hayatını değil bir başkasın hayatını yaşar.

Evi kendi can güvenliğimiz için sağlam yapmak gerek, günlük çıkarlar, bazı menfaatler uğruna evi çürük zemine yapmamak ve 9 şiddetinde depreme, tüm doğal afetlere dayanıklı yapmak gerek – düşüncelerimiz ide en sağlam zemine oturtmaya bakmak gerek, günlük çıkarlar uğruna girmemek gerek, düşünce tembelli yapmadan düşüncelerimizi oluşturmak gerek. Bir düşünceyi bir çok olasılık karşısında deneyerek oluştrumak gerek, yoksa dar bir alanda deneyerek oluşturduğumuz düşünce diğer bir ortama girdiğinde hemen çökmesin/9 şiddetinde depreme dayanıklı olsun.- tabi şunu unutmamak gerek, geçmişte öyle sağlam düşünceler çöküp git tiki, oluşturduğumuz düşünceleri de körü körüne bağlı kalmamalıyız, bizim için ne kadar da değerli olsalar, çok tutarlı dediğimiz düşünceler üzerinde ki düşünceleri bile zamanla düşünmeliyiz - ara ara eve bakım gerek -

Duran Aydoğmuş