Sevgi
üzerine düşünmek
Sevgiyi
düşünmeme ve yoğunlaşmama iten nedenler, kendi içimde ve
bulunduğum çevremdeki belirsizliklerdi. Sevgi üzerine aşağıda
sorduğum sorular zamanla aklıma geldi, sevgi üzerinde daha önce
düşünmüş kişilerin yazılarını okudum, kendimde ve çevremde
gözlemlerde bulundum, bu aşamada sevgi üzerine başka sorular
aklıma geldi.
Sevgi adına yapılan duygusal sömürüler oluyor mu, sevgi adına
oluşturulan kısıtlamalar oluyor mu. İnsanın yaratılışına
verdiğimiz anlama göre sevgiyi uygulamamız nasıl oluyor. İnsanın
yaratılışına verdiğimiz anlamlar sevginin anlamında nasıl
etkili oluyor. Sevgi bir insan gereksinmesi mi. Kişilik yapımıza
göre sevgiye verdiğimiz anlamlarda farklılaşmalar oluyor mu.
Sevgiyi bazı insanlar nasıl yaşıyor. sevgi bir yetenek işimi.
Sevgi bir duygu mu, sevgi bir eylem işimi. Sevgi sevilmek mi demek,
sevilmek için mi davranışta bulunuyoruz, yoksa sevilmediğimiz
halde sevmek için mi. Sevgi hangi düşünce ve eylemlerin
gölgesinde kaldığı sürece yaşanamıyor. Sevgi; korku, kaygı,
tutku, heyecan ve öfke gibi duygular içinde nasıl bir hal alıyor.
Sevgi yoksunluğu duyan kişilerde bir takım davranış bozuklukları
görülüyor mu, hayatı algılayışı nasıl oluyor. Sevginin
karşıtı ne oluyor. Sevginin kaynağı ne. Gerçek sevgi nasıl bir
kişilik yapısı gerektirir, gerçek sevgi nasıl bir toplumsal
ortama gerek duyar. Sevgi diğer ahlak kuralları ile nasıl bir
bağlantı içinde.
Bazı kişiler
yıkıcılık göstererek neyinin ihtiyacını karşılıyor. Şiddet,
nefret, büyüklenme ile sevgi arasında nasıl bir bağlantı var.
Bilgi ve
Bilimsel düşünce ile sevgi arasında nasıl bir bağ var.
Sevgi kelimesinin tanımını yapmaya
çalışmadım. Ama kendi kafamda sevgi kelimesini tanımlamaya
çalıştım. Zamanla alıntılar yaptım sevgi üzerine
düşünenlerden, başta alıntıları kişilerin adınla
sınıflandırdım, sonra bu alıntıları benim sevgi algılayışımla
hangi yazıdan sonra hangi yazı gelse benim sevgi algılayışımı
daha iyi anlatır diye düşündüm, ortaya aşağıdaki derleme
çıktı. (Alıntıların bir tekini bile yazarın iznini ve yayın
evinin iznini almadan yaptım, alıntı kurallarına uymadan kimden
alıntı yaptığımı gösterdim en altta. Metin içeriklerinde
italik, koyu siyah olan yerleri belirtmedim. Alıntı yaptığım
kitapları isteyene okumak üzere bir süreliğine verebilirim)
Ben diyorum ki. Sevgi bir yaşam
şeklidir. Sevgi insan hayatında önemli bir yere sahip, hastalıklı
sevgi yaşanmadığında kişiyi geliştiriyor. Kişi ve toplumun
sağlıklı yaşaması için sevgi yaşamalı. Ben merak ettiğim
soruların cevaplarını paylaşarak bilgi verdiğimi düşünüyorum.
Bilgi edinerek farkındalık* yaratmak önemli, farkındalık
kazanmakla iş bitmiyor, eyleme geçebilme yürekliliği olmalı da
insanda.
Yukarıda sorduğum soruları alıntılar
yaparak aşağıda açmaya çalışa çam.
Sevgi
Ben ahlak konusunda uzun yıllar çok
olumsuzdum. Çünkü 'ahlakı' yaşlı başlı, artık tamamen
kendini bırakmış, yaşama sevinci duymayan, hayatı yaşayamayan,
'bu yasak, bu ayıp, bu günah,' diye devamlı ceza ve yasak koymaya
çalışan insanların ağzından çıkan bir söz olarak anlardım.
Edebi de öyle anlardım. Bu adamların hayattan hiç zevk
alamadıkları için iki de bir böyle ahlak, ahlak diye bizi
rahatsız ettiklerini düşünürdüm. Sonra yavaş yavaş kadim
Yunan düşüncesine indiğim zaman anladım ki ahlak dediğimiz şey,
yaşamanın kendisidir. Yani 'ne yapmalıyım, nasıl yaşamalıyım,'
sorusu ile girilen alanın adı ahlaktır. Güzel insan olmak da
edepten başka bir şey değildir. Ahlakın görece olduğunu
düşünmüyorum. Bence ahlak evrenseldir. Belki edep için görünüşte
farklı bir şey söylenebilir çünkü bir kültürde edepli olan
öbür kültürde edepsizdir, ama gene de bütün kültürlerde ortak
edep kuralları vardır. Bunu ampirik çalışmalar da göstermiş.
Bilirsiniz, hayvanları kucağınıza aldığınız zaman anlıyorlar
sevip sevmediğinizi. Eski Moğollardan tutun da Avustralyalı
Aborjinler'e kadar ortak insan olma değerleri var saygı, sevgi gibi
(1)
Sıklıkla insanların şöyle
konuştuklarına tanık oluruz.
İçimde bir boşluk duygusu var. Mutlu
olmak için birçok şeye sahibim ama mutlu olamıyorum. Sürekli bir
huzursuzluk ve tedirginlik duyuyorum. Sanki birden kötü bir şey
olacakmış gibi hissediyorum. Aslında çevremde birçok insan var
ama ben çok yalnızım. İnsanlarla kurduğum ilişkiler bana
yetmiyor.
Ya da şöyle konuştuklarına tanık
oluruz:
“insanlar bencil ve anlayışsız.
Kimse kimsenin umurunda değil; sevgi, saygı ve nezaket gibi
değerleri yitirmişler. Oysa bizim çocukluğumuzda arkadaşlık
vardı. Sonra bizim komşularımız... dostlarımız vardı.”
Bu tür konuşmalarda ortak tema sevgi
arayışıdır; ya da şöyle diyelim, bu tür konuşmalarda bugün
her şeyden çok gereksinilen sevgiye duyulan özlem dile
getirilmektedir. (1a)
sevgiyi biliyor muyuz?
benim olmadığı zaman da sevmeyi?
benden olmadığı zaman da sevmeyi?
benim gibi olmadığı zaman da
sevmeyi?
bana benzemediği zaman da sevmeyi?
gerçek sevgiyi demek istiyorum...
biliyor muyuz?
bunu sormamız gerekiyor...
kendimize de, başkalarına da, dünyaya
da...
bunu sormamız gerekiyor...
Dr. Erdal Atabek
D: Çocuğun içinde yetiştiği ortam
'insan nedir?' sorusuna nasıl yanıt vermiş? Neleri düşünerek
insanın doğasını tanımlamışlar? İşte bu çok önemli bir
başlangıç noktası.
A: İnsanın doğasıyla ilgili
düşünce, çocuğun içinde yetiştiği ortamın nasıl bir yetişme
ve gelişme ortamı olacağını belirtiyor. Bunu mu demek
istiyorsunuz?
D: Evet. Bunlardan biri, insanı,
doğuştan kötü ya da kötü olmaya eğilimli kabul eder. Timur
aşina olduğu bir konudan söz edercesine hemen, “Ortaçağda bu
inanış çok yaygındı. Teolojik bir yaklaşım”, dedi. Ben,
teoloji kelimesini biraz daha açmak istedim.
D: Teoloji 'tanrıbilimi' yani
'ilahiyat' demektir. Yunanca theos, 'Tanrı' logos, 'bilim';
kelimelerinden oluşmuştur. Teolojiyle ilgilenen kişiye teolog,
ilahiyatçı veya tanrıbilimci denir.
A: Teşekkür ederiz Doğan hocam,
bilgimizi tazelemiş oldunuz.
T: Ortaçağda kilise, çocuğun
günahkâr olarak doğduğunu kabul ederdi.
D: Evet, Adem ile Havva'dan tevarüs
etmiş.
T: Tevarüs?
D: Yani, aktarılmış, geçmiş; Adem
ile Havva'nın çocukları, ilk günahı yüklenmiş olarak
doğuyorlardı.
A: Peki bu düşüncenin sonunda ne
oluyordu?
D: Hiç kimse kötü bir şeyi
geliştirmek istemez. Onu değiştirmek, kötülüklerden arındırmak
ister.
A: Buna kim karar verir?
D: Otoriteler.
A: Yani?
D: Yani gücü elinde bulunduranlar.
A: Yani bunlar kim? Gücü elinde
bulunduranlar kim?
D: Çocuk söz konusu ise, ailede gücü
elinde bulunduranlar, aile büyükleridir. Şirket söz konusu ise, o
şirketi yönetmekle sorumlu olan patron ve yönetim kurulu başkanı
ve üyeleridir. Eğitim, okul söz konusu ise, Arif'çiğim sen
biliyorsun gücü elinde bulunduranların kim olduğunu.
A: Sınıfta öğretmen, okulda müdür
ve daha sonra eğitim hiyerarşisinin tümü.
D: Değişik alanlarda böyle otorite
dediğimiz insanlar ve kurumlar vardır.
T: Yani çocuğa bakışımıza göre
bir çocuk yetiştirme ve eğitim ortamı oluşturuyoruz. Baba, bunu
demek istiyorsun herhalde.
D: Evet. ortaçağa, insanın günahkâr
doğduğunu düşünürken, bugün bilim, insanın muhteşem bir
potansiyelle doğduğunu gösteriyor. Bu potansiyel
geliştirilmelidir. Çocuk kendi gelişimine en uygun ortam içinde
yetiştirilmelidir, eğitilmelidir. “Çocuk doğuştan kötüdür
değiştirilmelidir” ile “iyidir geliştirilmelidir” olmak
üzere iki temel eğitim felsefesinden hala söz edebiliriz.
A: Bu iki anlayışa birer isim
versek?...
D: Verelim. Gücü elinde bulunduran
otoriter kişilerin yaklaşımı, çocuğu daha önce belirlenmiş
kalıplara sokma niyetini esas alır. Neden böyle bir şey yapmak
isterler, neden böyle bir niyetleri vardır? Çünkü çocuğun
kötülüklerden kurtulmasını, işe yarar iyi bir insan olmasını
isterler. Niyetleri kesinlikle çocuğa kötülük yapmak değildir.
Bu yaklaşıma, kalıplayıcı yaklaşım adını verelim. Bu temel
konuyu, ilerleyen sayfalarda da ele alacağız.
T: Çocukların hangi kalıplarla
kalıplanacağını, biraz önce sözünü ettiğimiz otoriteler
karar verir, değil mi?
D: Evet, evet. Yani, çocuğun kendisi,
ben şu olacağım, ben şöyle biri olmak istiyorum, deme hakkına
sahip değildir.
A: yani kişinin değil, gücü elinde
bulunduranların seçimleri önemli.
T: Peki, var sayalım ki o kişi,
otoritenin kendisi için yaptığı seçimi istemiyor. O zaman ne
olacak?
D: Onun öyle bir özgürlüğü yok.
Kendinden güçlü olanın seçimini kabul etmek zorunda.
T: Kabul etmezse?
D: Kalıplayıcı yaklaşımı kullanan
anlayışın temel inancı güçtür.
T: Yani?
D: Yani, güçlü olan her zaman
haklıdır ve güçsüzlerin onun sözüne itaat etmesi gerekir.
T: İtaat etmezse?
D: Cezalandırılır. İbretiâlem için
cezalandırılır ve o nedenle ikinci bir kez kimse o tür
itaatsizliği yapamaz.
T: Yani temelde korku var.
D: Evet. Korku, kalıplayıcı
yaklaşımın temelidir. Korku temel olduğu için bu dünya görüşüne
'korku kültürü' adını veriyorum. Böyle bir dünya görüşü
içinde korkmak, itaat etmek, otoriteye karşı sesini çıkarmamak,
söyleneni sorgusuz sualsiz yapmak meziyet olarak kabul edilir.
A: Ve insanlar ailede ve okula bu
meziyetleri geliştirsin diye eğitilir. Doğan hocam bir önerim
var, bu tür yaklaşıma ékalıplayan korku kültürü” diyebilir
miyiz?
T: Ben bu ifadeyi sevdim, her şeyi
açık ve net anlatıyor.
D: Ben de sevdim. Tamam, ilk yaklaşımın
adını bulduk: “Kalıplayan korku kültürü.” Yalnız bir şeyi
eksik bıraktır.
T: Neyi eksik bıraktık?
D: Otorite, kişinin canıyla, özüyle
ilgilenmez; davranışıyla, görünümüyle, kendi bakışına,
kalıplarına yakışır olup olmadığıyla ilgilenir.
T: Yani, kişinin 'yüzü'yle
ilgilenir.
D: Evet. O nedenle, “yüz baskın
kalıplayan korku kültürü” demek daha doğru olur ama ileride
konuşurken kalıplayan korku kültürü ya da kısaca yalnız korku
kültürü dediğimde ne demek istediğimi anlarsınız artık. Her
ikisi de başıyla onaylayarak anladığını belirtti. Arif
heyecanla, “Gelelim ikincisine,” dedi.
D: İkinci yaklaşım, esasta çocuğun
muhteşem bir potansiyel olduğunu düşünür. Bu potansiyeli,
gelişebileceğinin en üst düzeyinde geliştirmek ister. Bu nedenle
buna, geliştirici yaklaşım diyelim. Bu yaklaşımdakilerin de
niyeti çocuğa iyilik yapmaktır. Çocuğun güçlü, anlamlı,
coşkulu bir yaşamı olmasını isterler. (3)
Mutluluğum kendimde, sizde değil.
Yalnızca gelgeç olduğunuz için
değil.
Olmadığım gibi olmamı istediğiniz
için de.
Mutlu olamam değişirsem, salt sizin
bencilliğinizi doyurmak için.
Hoşnut da olamam eleştirdiğinizde
beni, sizin gibi düşünmediğim
Ya da görmediğim için.
Uyumsuz diyorsunuz bana.
Oysa inançlarınıza her karşı
çıkışımda,
Siz de benimkilere karşı
çıkıyorsunuz.
Aklınızı biçimlendirmeye
çalışmıyorum.
Biliyorum kendinizi bulma savaşı
veriyorsunuz.
Bana akıl vermenizi de kabul edemem
Çünkü kendimi bulma çabasındayım
ben de.
Saydam olduğumu söylüyorsunuz
Ve kolayca unutulacağımı.
Öyleyse, kim olduğunuzu kanıtlamak
için,
Yaşamımı kullanmaya kalkmanız niye?
Michelle (4)
İnsanın ölmemesi için nasıl
bedensel gereksinmelerinin doyurulması gerekiyorsa, deli olmaması
için de insan varoluşunun kendine özgü koşullarından doğan
temel ruhsal gereksinmeleri doyurmanın pek çok yolu vardır ve bu
çeşitli doyum yolları arasındaki ayrım, çeşitli akıl sağlığı
dereceleri arasındaki ayrıma benzer. Temel gereksinmelerden biri
doyum bulamamışsa, sonuç deliliktir. Bu gereksinme, doyurulmuş
ama -insanın varoluş niteliği açısından- yetersiz kalmışsa,
sonuç (ya açıkça kendini gösteren ya da toplumsal olarak
belirlenen bir sakatlık biçiminde) nevrozdur. İnsan kendisiyle
başkaları arasında ilişki kurmalıdır; ama bunu, birlikte-yaşama
biçiminde ya da yabancılaşmış bir biçimde yaparsa,
bağımsızlığını ve bütünlüğünü yitirir; zayıf
kalır, acı çeker, düşmanlık duyar
ya da duyumsamazlık içinde kalır; ancak başkalarıyla sevgi
yoluyla ilişki kurduğu zaman kendini onlarla birlikte duyar, aynı
zamanda bütünlüğünü korur.(5)
İnsan yaşamı ve insanlık gerçek
birlikteliklerde varlık kazanmaktadır. Burada insan sadece kendi
sonluluğu ve tamamlanma ihtiyacı duyan geçiciliği ile sınırlı
olduğunu öğrenmemekte aynı zamanda gerçeklikle olan ilişkisin
arttığını da öğrenmektedir.(5a)
Sevgi olmadıkça insanlar arası
bağlantı, ilişki, iletişim, etkileşim kurulamaz. Sevgiden yoksun
bir ortamda insanın kendisine ve başkalarına güven ve saygı
duyması sağlanamaz. İnsanın yaşamı bir görev saymasına,
çalışmasına, kendini gerçekleştirmesine, yaratıcı olmasına
ancak sevgiyle ulaşılır. Tek cümleyle, sevgi olmadan «insan»
olunmaz. Sevgi tanımı zor bir kavramdır. İnsanın kendisine,
başkalarına, canlı varlıklara, nesnelere, duygu ve düşüncelere
karşı duyduğu güçlü bir bağlılık, ilgi ve yakınlık;
bunların insanın ruhsal yaşantısında bıraktığı güzel, hoş,
iyi, tatlı bir duygulanım durumudur sevgi. Bu duygulanım durumu
insana dirlik, düzenlik, neşe ve sevinç verir. Kısaca, sevgi
insanı mutlu eder. Sevgi gereksinimi yaşam boyu sürer. İnsanlar
yaşam boyu bu gereksinime doyum aramak için çalışıp çabalar.
(6)
sevgi görünümü altında, sık sık
en büyük saldırılar yöneltilir insana, çünkü sevgimizi
koşullar öne sürerek sunarız: <Eğer iyi notlar getirsen seni
çok seveceğim, <Güzel davranırsan ve benim ölçütlerime
uyarsan seni seveceğim> Bu dünyada salt <Seni seveceğim>
diyen hiç olmazsa bir kişi olmasını isterim. Aile ilişkilerinin
de böyle olması gerekir. Robert freost <Yuva, gittiğinizde her
zaman içeriye alındığınız bir yerdir> diyor. Bu yuvada
<Söylemiştim sana. Bunu yapmaman gerekirdi> denmez, tam
tersine, anne ve baba çıkıp bir sargı bezi getirerek . Haydi otur
yaranı saracağım … bir kez daha dene> der. Evet, tek bir
kişi! Çok fazla şey istemek değildir bu. Bir başkası için bu
tek kişi olun. Size de sunulduğu zaman kabul edin onu, çünkü
verilmesi kadar alınması da güçtür. Kimilerimiz için almak
vermekten daha güçtür. Dolayısıyla, vereceğiniz en büyük
savaşım, salt kendiniz olma savaşımıdır. Bunun gerçekleştirmek
için, yaşamınız boyunca, sizi kendilerine uymaya zorlayan
kişilerin yaşadığı bir dünyada savaş vermek zorunda
kalacaksınız. Ama, <kendiniz: den vazgeçerseniz, geriye hiçbir
şeyiniz kalmayacaktır. Ancak sahip olduğumuz özelliklerin tümünü
bir araya getirebilirsek tam olarak kendimiz olabiliriz. Ancak bundan
sonra <Ben varım. Oluşuyor, gelişiyorum. Ben seven bir insanım,
çünkü bütün varlığımı hiçbir sis perdesi koymadan sunuyorum
size. Kendimi özgürce sunuyorum> diyebilirsiniz. Söylenebilecek
ne güzel sözlerdir bunlar! Kendinizi yoksun etmeyin bundan.
Kendinizi kendinizden yoksun etmeyin.
Kendini okumak, kendini bilmektir.
Ve sizler yüreğinizden okumaya
başladığınızda;
bütün insan kardeşlerinize sevgiyi
okursunuz.
Sevgi olursunuz.
Mevlânâ
Celaleddin-i Belhi Rumi
Sevginin, belli bir olgunluğa
erişmeden, rastgele herkesin tadabileceği bir duygu olmadığıdır.
Bu kitap bütün kişiliğini yaratıcı yönde geliştirmedikçe
sevme yetisi, gerçek alçakgönüllülük, gözüpeklik, inanç ve
disiplin olmadan sevgide doygunluğa eremeyeceğini göstermektir. Bu
özelliklerin az bulunduğu bir ekinde sevme yetisi, ele geçirilmesi
zor bir başarı olarak kalır. İnsanlar sevgiyi hiç de önemsiz
bir şey olarak düşünmezler. Onun açlığını çekerler; mutlu
mutsuz sayısız film görür, sevgi üstüne söylenmiş yüzlerce
değersiz şarkı dinlerler – gene de sevgi konusunda öğrenilmesi
gereken birçok şeyin bulunduğunu pek az kişi düşünür.
Bu garip tutum, tek başına ya da
başka önyargılarla birleşerek bizi böyle düşünmeye götüren
birçok önermeden doğmuştur. Büyük çoğunluk sevme sorununu,
sevmek'ten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu
olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl
sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir.
Sevgi konusunda öğrenilecek bir şey
olmadığı sanısını doğuran ikinci önerme de sevginin bir yeti
sorunu değil, bir nesne sorunu sanılmasıdır. İnsanlar sevme'nin
kolay olduğunu, asıl güçlülüğün sevecek – ya da sevilecek –
nesneyi bulmak olduğunu sanırlar.
Sevgi konusunda öğrenilecek bir şey
olmadığı sanısını doğuran üçüncü yanlış tutu da
başlangıçtaki “aşk olma” eyleminin sürekli sevme, daha doğru
bir deyişle “sevgi içinde olma” durumuyla karıştırılmasıdır.
Birbirlerine hepimizin şu anda olduğumuz gibi yabancı olan iki
kişinin aralarındaki duvar birden yıkılır, bu iki kişi
birbirlerine karşı yakınlık duyar, bir olursa, bu birleşme anı
yaşamın en başdöndürücü, en heyecan dolu anlarından biri
olur. Herkesten kopmuş, yalnız, sevgisiz insanlar için daha da
güzel, daha da inanılmaz bir şey olur o zaman. Bu inanılması güç
yakınlaşma cinsel çekme ya da birleşmeyle başlar ya da birlikte
olursa daha da kolaylaşır. Bununla birlikte, salt bu nedenle
sürekli olamaz bu çeşit sevgi. İki kişi birbirlerini daha iyi
tanıdıkça, yakınlıkları inanılmazlığını gitgide yitirir;
sonunda düşmanlık, umut kırıklığı, birbirinden bıkma duygusu
başlangıçtaki coşkudan artakalan her şeyi alıp götürür. Oysa
başlangıçta bütün
bunlar hiç bilinmez; aslında o coşkun
tutku, birbiri için “deli” olma, sevginin büyüklüğüne kanıt
sanılır; bu olsa olsa o kişilerin daha önce içinde bulundukları
yalnızlık duygusunun büyüklüğüne kanıttır. Sevgiyi, varolma
sorununun olgun insana yaraşır bir çözüm yolu olarak mı, yoksa
birlikte-yaşama denebilecek, olgunlaşmamış sevgi olarak mı
anlıyoruz?
Birlikte-yaşamanın edilgen bir biçim,
boyun eğme, ya da klinik bir terim kullanarak söylersek,
mazoşizm'dir. Mazoşist kişi o dayanılmaz ayrılık ve yalnızlık
duygusundan kurtulmak için kendisini yöneten, yol gösteren,
koruyan, bir bakıma onun yaşamı, oksijeni olan birisine sığınır;
onun bir parçası olur. Mazoşist birisinin karar vermesi, tehlikeye
girmesi gerekmez; hiçbir zaman
yalnız değildir o -ama bağımsız da
değildir. Mazoşist kişi alınyazısına, hastalığa, ritimli
müziğe, uyuşturucu maddelere, ipnotizmayla yaratılan kendinden
geçme durumlarına da sığınabilir. Bütün
bunlarda kişi kendi bütünlüğünü
yadsır, dışındaki birinin ya da bir şeyin aracı durumuna girer:
yaşama sorununu yaratıcı eylemle çözme gereğini duymaz.
Birlikte-yaşamanın etken biçimi, yönetmeyi seçmek, ya da
mazoşizme denk düşecek bir ruhbilim terimi kullanırsak,
sadizm'dir. Sadist, yalnızlığından, hapsolmuşluk duygusundan,
başka birisini kendisine sığıntı yaparak, onu kendi parçası
durumuna sokarak kaçmak ister. (7)
Sevgi saldırganlık ile birleştiği
zaman kontrol etme isteği doğar. Saldırgan kişilerdeki sevgi,
sevdiğini disipline etmek şeklinde ortaya çıkar. Bu, çoğunlukla
zarar veren bir sevgidir. (8)
Özenme, kıskançlık, hırs, türü
ne olursa olsun açlık: Bütün bunlar tutkularıdır; oysa sevgi
zorunluluk altında değil, yalnızca özgürlük içinde
gerçekleşebilecek bir eylemdir; insanca güçlerin ortaya
dökülmesidir. (9)
Haset, kıskançlık ve açgözlülük
arasındaki farkları görmek gerekir. Haset, arzulanan bir şeyin
başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği
inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o
istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye
yönelir. Şu da var; Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan
ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan en
eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama
öznenin en az iki kişiyle ilişkili içinde olmasını gerektirir:
Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden
alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında,
sevilen kişiyle özne arasına bir üçüncü kişi girmiştir.
Açgözlülükse özneyi sürekli uyaran ama doyurulması imkansız
bir istektir, hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin
verebileceğinden fazlasına yönelen bir istek.(10)
“Kıskançlık, elde edilenin
muhafaza edilememesi ve ondan yalnız başına yararlanılamaması
endişesidir” Spinoza bu tutkunun, korku ve ümitsizlik gibi,
olumsuz bir duygudan meydana geldiğini söylemektedir. Kin bağladığı
kimsenin yokluğunu düşünen insan sevinir. Çeşitli kıskançlık
şekilleri vardır. Basit kıskançlık, aşikar sadakatsizlik haline
karşı gösterilen normal bir tepkidir. Marazi kıskançlık ise,
bazan bir hastalık şeklinde kendini gösterir. Marazi kıskançlık
duyan kimsenin evreninde etkileyici, fakat gerçek olmayan zihinsel
bir görüşe bağlı güçlü içgüdüler yer alır. Burada ilkel
bir kuvvet, bir ümitsizlik hali, bir ızdırap çekme yeteneği,
daima kendini gösteren bir işaret buluruz. Burada “düşünceler
başıboş dolaşırlar. Duygular acıdırlar. Ruh ümitsizlik
içindedir. Ümitsizlik içindedir; çünkü, yaradılışının
istediği şeyi bulamaz” (Langgasser) Marazi kıskançlığın
temelinde bir bilinç ve algı bozukluğu, Yanlış bir yorumlama yer
alır. Bu bir tutkudur. Bu tutkunun bilinç halleri geçmişe bağlı
kalırlar Durumların ve düşüncelerin daralmalarına,
fakirleşmelerine yol açarlar. Bu gibi hallerde, gelecek bir
dereceye kadar zorlaşır. Bir örseleme, yok olma izlenimini meydana
getirir. (11)
Sevgi eksikliği insanlarda
güvensizlik yaratır. Başkalarına ilgi göstermeyen, onları
sevmeyen insanlar, kendilerinin başkaları tarafından ilgi
görmediklerini, sevilmediklerini sanırlar. Kendilerinin
göstermedikleri ilgi ve sevgiyi bulamayınca da, bunu ya
kendilerindeki eksikliğe ya da başkalarının anlayışsızlığına,
hatta kötülüğüne bağlarlar. Böyle insanlar kendilerini aşırı
ölçüde önemserler. Beden yapılarını ideal, yüzlerini çok
güzel, akıllarını işlek, zekâlarını parlak, eğitimlerini
yüksek, giyimlerini modaya uygun, ekonomik durumlarını çok iyi,
toplumsal rollerini
etkin bulurlar. Başkalarını çirkin,
aptal; bilgisiz, fakir, yetkisiz, yeteneksiz görürler. Bu nedenle
üstünlük duygusuna kapılırlar, insanın kendisini başkalarından
üstün görmesi aşağılık duygusundan kaynaklanan olumsuz savunma
düzenlerinden biridir. Ya da kendini aşağı ve eksik gören insan,
bunu beden yapısına, boyuna, kilosuna, aklına, zekâsına,
eğitimine, giyimine, ekonomik durumuna, toplumsal rolüne bağlar.
Bu nedenle kendisini başkalarının karşısında çirkin, aptal,
bilgisiz, pasaklı, fakir, yetkisiz, yeteneksiz olarak değerlendirir
ve aşağılık duygusuna kapılır. Kendisine önem vermez,
başkalarını ise aşırı ölçüde önemser. özetle, ilgi ve
sevgi eksikliğine bağlı olarak gelişen aşağılık ya da
üstünlük duyguları insanın kendisine ve başkalarına karşı
güvensiz olmasına yol açar.
(12)
Adler'e göre anne ve babanın çocuk
eğitiminde temel amacı, ona sosyal dayanışma ve paylaşma
duygusunu kazandırmaktır. Ancak özellikle bugün egemen olan aile
eğitimi anlayışından baskın faktör, bencilliktir. Birçok
eğitimsiz anne baba, sosyal ilişkilerinde bencilce davranarak
çocuklarına kötü örnek olmaktadır. Bu tür anne babalar,
çocuklarının başkalarının zararına bile olsa, değerli bir
varlık olmalarını beklemektedirler. Bu nedenle bazı anne babalar
çocuklarına, herkesten üstün olmayı ve kendilerini olduklarından
farklı yansıtmayı bir erdemmiş gibi aşılamaktadırlar. Bu büyük
bir hatadır. Çünkü bu koşullarda yetişmiş bütün çocuklar,
kendi üstünlüklerini diğerlerine kabul ettirmek istemekte ve
çevresindeki en güçlü kişiye gösterilen itaati, kendileri için
başkalarından beklemektedirler. Bu durum kaçınılmaz biçimde bir
yandan çocukların arasında çatışmaya neden olurken, öte yandan
çocuğu anne babasına ve çevresine karşı düşmanca bir tavrı
benimsemeye zorlamaktadır. (13)
Bir nazlı kuşa benzer
Çocuk dediğin.
Ev ister ekmek ister
Öpülmek okşanmak ister
Cahit Külebi
Değerler açısından bakıldığından
narsizimin akıl ve sevgiyle çeliştiği açıkça görülür. Bunun
ayrıntılı bir biçimde anlatılması gerekmez. Narsisist eğilim –
yoğunluğuna göre – yapısı gereği kişiyi gerçekliği olduğu
gibi görmekten, nesnel olarak algılamaktan alıkoyar; başka
deyişle aklın işleyişini kısıtlar. Narsisit eğilimin sevgiyi
neden kısıtladığını görebilmek bu denli kolay
olmayabilir. - özellikle Freud'un
bütün sevgilerde güçlü narsisist bir tamamlayıcı öğe
bulunduğunu belirten sözünü düşünürsek iş daha da güçleşir;
Freud'a göre bir kadına aşık olan erkek kadını kendi
narsisizminin nesnesi yapar; bu yüzden erkeğin bir parçası olan
kadın olağanüstü bir güçle arzulanan bir varlık olur. Kadın
da erkek karşısında aynı tutumu izleyebilir; böylece sevgi değil
de bir tür folie a deux (iki kişilik çılgınlık) olan <büyük
aşk> ortaya çıkar. Her iki kişi de narsisizmlerinden kurtulmuş
değildirler; (başkaları şöyle dursun) birbirlerine karşı bile
gerçek, derin bir ilgi duyamazlar; alıngan ve kuşkuludurlar; büyük
bir olasılıkla ikisi de kendilerine taze, narsisist doyumlar
sağlayacak yeni kişilere gereksinme duyacaklardır. Narsisist
kişinin gözünde eşi hiçbir zaman kendi hakları olan ya da kendi
gerçekliği içinde varolan birisi değildir; yalnızca eşinin
narsisist bir biçimde yüceltilmiş
benliğinin bir gölgesidir. Oysa hastalıklı olmayan sevgi,
kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama gene de
birbirlerine açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan
sürekli bir ilişkidir. (14)
En yaygın bireysel yalanlar arasında
“Ben sevilmeye değmez sıradan bir kişiyim” bulunur. Aynı
şekilde “Başkaları benden üstün” veya “Ben dayanılmaz
biriyim” ya da “Bütün kadınlar bana bayılıyor”, “Benim
gibi erkek yok” şeklindeki sözlerde, sık kullanılan bireysel
yalanlardır. Kendini aşırı ölçüde önemli görmenin de,
değersiz görmenin de, insana hiçbir katkısı yoktur. Bu tür
duygular, övünme ya da yerinme biçiminde seslendirilebilir. Ancak
her ikisinde de özgüven duygusu eksikliği, ortak noktayı
oluşturur. Toplumsal yalanlar ise, genelikle kalıp yargıların
kılişeleşmiş biçimlerinde oluşur. Örneğin; “İnsanlara
güvenmeyeceksin” derler ki bu söz gerçekte bana güvenmeyin
demektir. “Bütün erkekler aynı”, “Kadınların hepsi bir
birine benzer” şeklinde klişeler kullanılır. Benzer
genellemeler, farklı etnik köken ve dinsel inançlara sahip
insanlar içinde geçerlidir. Kişisel
ve toplumsal yalanlar, kişiler arasındaki özgün ve masum
ilişkileri önyargılarla gölgelediği için, zararlıdır.
Yalanlar bireyin kendi gerçekliğini nesnel biçimde
algılayamamasının ürünüdür. Bu tutum karşısındaki insanın
kişisel özelliklerini anlamayı da güçleştirir.(15)
Seven kişinin, gereksiz şeylerden
hoşlanmayan ve ikiyüzlülüğe göz yummayan bir insan olduğu
düşüncesindeyim. Seven insanın doğal olduğuna da inanıyorum.
Dünyada en çok görmek istediğim şey, insanoğlunun başlangıçtaki
doğallığına, duyumsadığını ve düşündüğünü olduğu gibi
söyleyen, başkalarının duygu ve düşüncelerine kolayca uyum
sağlayabilen küçük bir çocuğun doğallığına dönmesidir.
(16)
sevgi yolunda aldığınızdan çok
verirsiniz. Üstelik kendinizi kuşkusuz bencil insanların sizden
yararlanmasına engel olacak kadar çok seversiniz öç almaya
kalkışmassınız ama kendinizi açıkca ifade edersiniz.
Söylediğiniz şudur: “benden yararlanmaya kalkışmandan
hoşlanmıyorum. Bana saygı göstermemen, kaba davranman hoşuma
gitmiyor. Beni diliyle, duygusal, bedensel olarak kötüye kullanacak
birisine ihtiyacım yok. Senden daha üstün olduğum için değil,
güzel olanı sevdiğim için bana sövüp saymanı duymak
istemiyorum. Gülmeyi seviyorum eğlenmeyi, sevmeyi seviyorum. Bencil
olduğum için değil yanımda kurban rolü oynayan birini
istemiyorum. Bu seni sevmediğim anlamına gelmiyor ama senin düşünün
sorumluluğunu ben üstlenemem. Benimle ilişkin Parazitinin
çok ağırına gideçek çünkü
biriktirdiğin atıklarına göre davranmak istemiyorum.” Bu
bencillik değil öz sevgidir. Bencillik, kontröl ve korku hemen her
ilişkinin sonunu getirecektir vericilik, özgürlük ve sevgi
ilişkilerin en güzelini yaratır: (16a)
Duru sudan daha temizdir benim sevgim;
sevgiyle bu oynayış da hakkımdır
benim;
halden hale girer başkalarında sevgi:
neyse hep odur benim sevgim ve
sevgilim.
Ömer Hayyam
Eğriliğin koyasın, doğru yola
gelesin,
Kibr ü kîni çıkargıl, erden nasîb
alasın.
Yunus Emre
Haim
Ginott' kitabından, bir okul müdürüne yazıp vermiş.
Bir
toplama kampından sağ kurtulmuş bir insanım. Gözlerim, hiçbir
insanın görmemesi gereken şeyler gördü. Bilgili mühendisler
tarafından yapılan gaz odaları. İyi öğrenim görmüş doktorlar
tarafından zehirlenen çocuklar. Eğitilmiş hemşireler tarafından
öldürülen bebekler. Lise ve Yüksekokul mezunları tarafından
vurularak öldürülen kadınlar ve bebekler. Bu nedenle, öğrenim
olgusuna
kuşkuyla bakıyorum. Sizden tek dileğim şu: Öğrencilerinize
insan olmayı öğretin. Çabalarınız bilgili canavarlar, yetenekli
ruh hastaları ya da eğitilmiş Eichmannlar yaratmamalı.
Okuma-yazma, yazım, tarih ve matematik, ancak öğrencilerimizin
insan olmasını sağlarlarsa önem kazanırlar. (17)
Okumuş
Ve Lakin Boynunda Yular
Okumuş ve lakin boynunda yular
Eşeklik ne kadar tımar o kadar
Sırtında ağır yük aşınır nallar
Hamallık ne kadar semer o kadar
Her okuyan insan adam sayılmaz
Eğitim bilgisi imar o kadar
İnsan olmayana saygı duyulmaz
Okuyup okutan mimar o kadar
Kötü söz diyenin yanında kalır
Manası ne kadar çamur o kadar
Doğrunun tokadı şiddetli olur
İftira ne kadar şamar o kadar
Akıllıya hasret yağar zır deli
Tımarhane yeri tamir o kadar
Başın göğe değse zihniyet belli
Mayası ne kadar hamur o kadar
Mustafa Deniz
Vicdan
İki yolun ayrımında ben durup
Gah o yandan, gah bu yandan korkarım
Devden değil, sinek kadar gücüyle
Ben kendini dev sayandan korkarım
Hakk evinde hak divanı kurulmuş
Her kazancın öz kıymeti sorulmuş
İddiası boynumuza yük ılmuş
Bağışlanan şeref şandan korkarım
Bu dünyadan umacağım mizandır
Korktuğum kes bu mizanı bozandır
Tok herifin kudurması, yamandır
Acandan yok,ben doyandan korkarım
Uyarsak biz nefs adlanan elçiye
Tükürürüz vicdan kesen ölçüye
Odur veren düz, kıymeti her şeye
Vicdanından korkmayandan korkarım
Bahtiyar VAHAPZADE
Öğrencileri de öğretmene bir
şeyler öğretir; tiyatro oyuncusuna seyircisi şevk verir, hastası
ruhçözümleyiciyi iyi eder – ama bu ancak, bu kişiler birbirini
düpedüz birer nesne olarak görmez de birbirleriyle candan,
yaratıcı bir biçimde ilgilenirlerse olur. Burada şu gerçeği
vurgulamak belki de gereksizdir; verme eylemi olarak sevme yetisi,
kişiliğin gelişmesine bağlıdır. Yaratıcılığın baskın bir
duruma gelmesini öngörür; bu durumda kişi bağımlılığını,
kendine tutulmasının verdiği güçsüzlüğü, başkalarını
kullanma, hep alıcı olma isteğini yenmiş, kendi insanca güçlerine
inanmakta, istediği amaçlara ulaşmakta kendi güçlerine güvenme
gözüpekliğini elde etmiştir. Bu özellikler ne ölçüde eksikse,
kişi kendini vermekten – bu yüzden de sevmekten – o denli
korkar.
Şükranla cömertlik arasında sıkı
bir bağ vardır. iyi nesnenin özümsenişinin Sonucu olan iç
zenginlik, bireye bu. nesnenin armağanlarını başkalarıyla
paylaşma imkanı verir. Böylece daha dostane bir dış dünyanın
içe yansıtılması da mümkün olur ve bir zenginleşme duygusu
ortaya çıkar. Öyle ki, cömertliğin çoğu zaman yeterince takdir
edilmemesi bile verme yeteneğini fazla zedelemeyecektir. Buna
karşılık bu iç zenginlik ve kuvvet duygusuna yeterince sahip
olmayan insanların cömertlik nöbetlerinden sonra çoğu zaman
abartılı bir takdir ve şükran beklentisi içine girdikleri
görülür; bunun Sonucu da soyulmuş ve yoksullaştırılmış olma
duygularına bağlı zulmedilme kaygılarının şiddetlenmesidir.
(18)
Sevginin etkinlik özelliği, verme
eyleminden başka her türlü sevgide görülen belli temel öğelerde
de ortaya çıkar. Bu temel öğeler ilgi, sorumluluk, saygı ve
bilgi'dir. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için
duyduğumuz etkin ilgidir. Bu etkin ilginin bulunmadığı yerde
sevgi olmaz. Kişi uğrunda çalıştığı şeyleri sever, sevdiği
şey için de emek harcar. İlgi ve bakım, sevginin başka bir
yönünü ortaya çıkarır; bu da sorumluluktur. Günümüzde
sorumluluk bir görev, ya da kişiye dışarıdan yüklenmiş bir şey
olarak anlaşılır. Oysa gerçek anlamıyla sorumluluk, bütünüyle
gönülden gelen bir davranıştır; açık olsun, üstü kapalı
olsun, başka birisinin gereksinmelerine verdiğimiz yanıttır.
“Sorumlu” olmak demek, “yanıt vermeye” hazır olabilmek
demektir.
Sorumluluk, sevginin üçüncü
tamamlayıcısı olan saygı'yla birlikte değilse çabucak
zorbalığa, karşısındakini kendine bağlamaya dönüşebilir.
Korkmak ya da çekinmek demek değildir saygı; sözcüğün kökenine
göre (Latince, respicere: bakmak) bir insanı olduğu gibi
görebilmek, onun kendine özgü bireyselliğini fark edebilmektir.
Bu anlamıyla saygı, kişinin çıkar için kullanılamayacağını
gösterir. Sevdiğim kişinin büyüyüp gelişmesinin kendi
yararına, kendine göre
olmasını isterim, bana yararı
dokunsun diye değil. Karşımdakini seviyorsam, kadın olsun, erkek
olsun, onunla bir duyarım kendimi: ama o kişidir, benim işime
yarayacak bir nesne değildir. Açıkça görülüyor ki saygı
duyabilmek için bağımsız olmak gerekiyor: koltuk değneği
olmadan, başka birisini zorla kendime bağlayıp kullanmadan ayakta
durabiliyor ya da yürüyebiliyorsam
bağımsızım demektir. Saygı ancak
özgürlüğü bulunduğu yerde vardır.
Saygı duyabilmek için bir insanı
tanımak gerekir, bilginin önderliği olmaksızın ilgi ve
sorumluluk körü körüne olur. İlgiyle kazanılmamışsa bilgi de
boştur. Bilginin birçok katmanları vardır; sevginin parçası
olan bilgi yalnız dışta kalmaz, öze işler. Bu tür bilgiyi,
kendimizle uğramayı bir yana bırakır, karşımızdakini olduğu
gibi görebilirsek kazanırız ancak. Bilginin sevgi sorunuyla daha
derin bir ilişkisi daha vardır. Yalnızlığının hapishanesinden
çıkıp başka birisiyle kaynaşmak için duyulan temel gereksinme,
insana özgü başka bir istekle, “insanın ne olduğunu”
öğrenmek isteğiyle çok yakından ilgilidir. Biyolojik yönleriyle
yaşam bir mucize, bir giz olmaya devam ederken, insan da onu insan
yapan yönleriyle – kendisi ve öbür insanlar için -büyük bir
giz olarak kalır. Kendimizi tanırız; ama bütün çabalarımıza
karşın gene de tanımıyoruzdur. Öbür insanları tanırız, ama
tanımayız da onları, çünkü nesne değilizdir, karşımızdakiler
de birer nesne değildir. Varlığımızın yada başka birisinin
varlığının ne denli derinine inersek, bilgi'nin son amaca bizden
o denli uzaklaşır. Genede insan ruhunun gizine ermeyi, “o”
dediğimiz en iç öze varmayı istemekten kendimizi alamayız. Bu
gize ermenin bir tek yolu, umutsuz bir yolu vardır, başka birisi
üzerinde tam egemenlik kurmak, onun üzerinde, ona bizim
istemediğimizi yaptıracak, duyuracak, düşündürecek bir güç
kazanmaktır; bu da onu bir nesne, bizim nesnemiz durumuna sokar. Bu
“gizi” öğrenmenin öbür yolu da sevgidir. Sevgi, etkin olarak
başka bir insanın içine girmektir; böylece bilme isteğimiz
birleşmeyle doyurulmuş olur. Bir olma eyleminde beni seni tanırım,
herkesi tanırım -ve hiçbir şeyi gerçekten “tanımam”.
İlgi, sorumluluk, saygı ve bilgi
birbirlerine bağlıdır. Olgun bir kimsede bir arada bulunması
gereken davranışlardır bunlar: Başka deyişle kendi güçlerini
yaratıcı duruma getiren, yalnız emek verdiği şeyleri isteyen,
her şeyi bilme, her şeyi yapabilmek gibi narsisist amaçlar peşinde
koşmayan, yalnızca gerçekten yaratıcı olmanın verdiği iç
güvenden doğan bir alçakgönüllülüğe ermiş insanda
bulunması gereken özelliklerdir. (19)
...insanın
bakıma da gereksinmesi olduğuna inanıyorum. Bunu yürekten
söylüyorum. Sevilmeye gereksinmemiz vardır. Duyumsanmaya,
dokunulmaya, şu ya da bu tür bir sevgi gösterisine gereksinmemiz
vardır. Özel eğitim alanında çalışanlarımız, Skeels'in, bir
kimsesiz çocuklar yurdunda yaptığı o harika incelemeyi mutlaka
bilirler. Skeels, yurda getirilen terkedilmiş çocukların gün
geçtikçe canlılıklarını yitirip duygusuzlaştıklarını ve
sonunda, yalnızca bir yerde oturup durduklarını saptar. Bu
çocuklar yurda geldiklerinde zeka düzeyi açısından normal
çocuklardır, ama yaklaşık bir buçuk yıl kadar sonra zekaları
gerilemekte ve bu gerileme ciddi boyutlara ulaşmaktadır. Skeels
bunun nedenini merak eder. On iki çocuğu örnek olarak alır. Öteki
çocukları oldukları gibi bırakır. Ancak, epeyce gürültü
kopar, çünkü yetkililer bunu yapmasını istemezler. Bu on iki
çocuğu, zekaca iyi gelişmemiş genç kızların olduğu bir yurda
götürür ve çocukların her birini kızlardan birine verir. Kızlar
zeki değildirler ama sevecendirler. Bir sürü çok zeki çocuk,
zekadan başka
şeyleri
olmadığı için bir yere ulaşamazlar. Buna karşılık, sıradan
ama sevecenlik dolu, insana coşku veren, iyi yürekli ve güvenilir
birçok çocuk tanıyorum. Bunlar başarılı olmaya adaydır.
Skeels'in bu terkedilmiş çocukları verdiği kızlar, çocukları
içtenlikle severler ve günün bitiminde çocukların ayrılıp
otobüse binerken üzüntüyle ağlarlar. Değişen tek şey
sevecenlik olmuştur; bu çocukların ilgiyle karşılanması,
sevilmesi, kendileriyle oyunlar oynanması ve bağımsız bireyler
olarak görülmelerinin dışında hiçbir şey değişmemiştir.
Skeels geçenlerde “Head Start on Head Start” (Öncelikten de
önce) başlıklı bir yazı yazdı. Hepiniz okumalısınız bunu.
Yazıda, bu on iki çocuk üzerinde yaptığı incelemeden söz
ediyor. Yurtta bırakılan denetim grubundaki çocukların her biri,
bugün, ya akıl hastası ya da geri zekalı bir durumda bir
hastanede tedavi altında bulunuyormuş. Oysa, zekaca geri olan
kızların ilgilendiği çocukların tümü evlenmiş, yalnızca biri
boşanmış, hiç biri devletten yardım almıyor ve hepsi kendi
geçimlerini sağlayabiliyormuş. Değişken tek şey, birisi beni
gördü, birisi bana dokundu, birisi beni duyumsadı, birisi bana
birazcık ilgi gösterdi olgusuydu. (20)
Sonunda yeniyetmelik çağına giren
çocuk bencilliğini yener; artık karşısındaki her şeyden önce
onun gereksinmelerini karşılamaya yarayacak bir araç değildir. O
kişinin gereksinmeleri de kendisininkiler ölçüsünde – aslında
çok daha – önemlidir. Vermek, almaktan daha doyurucu, daha haz
verici, sevmek sevilmekten daha önemli bir şey olur. Kişi
sevmekle, kendine tutulma (narsisizm) ve kendi çevresinde
merkezleşme durumlarının yarattığı yalnızlık, kopmuşluk
duygusunun hapishanesinden kurtulur. Yani bir birleşme, paylaşma,
bütünleşme duygusu tadar. Bundan başka sevilme durumundaki alma,
bağlı olma, bu yüzden de küçük, çaresiz, hasta ya da “uslu”
olma duygusu yerine, severek sevgi yaratma gücünü duyar. Çocuk
sevgisi şu yoldan gider:
“Sevildiğim için seviyorum!”
Büyüklerin sevgisi şu yoldan gider, “Sevdiğim için
seviliyorum.” Olgunlaşmamış sevgi, “Seni, sana gereksinmem
olduğu için seviyorum” der. Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için
sana gereksinmem var” der. (21)
Seven insan güçlü ve etkindir.
Çünkü o diğer insanlara eşit ve dengeli ilişkiler içinde
ben-sen diyaloğu kurar ve “biz” duygusunu yaşar. Oysa sevgisiz
bir insan, ben-ben bencilliği ve edilgenliği içinde acı çeker.
Kendi ilgisini ve merakını tümüyle kendi benliğine yöneltmiş
olan bu tür insanlara göre, insanlara sahip olmak onları sevmekten
daha önemlidir. Üstelik sevmek, çoğu kez zayıf ve kırılgan
insanlara özgü bir güç arayışıdır. Güçlüler sevmezler
sadece sevilirler. (22)
Sevgi yetisinin çok önemli bir
türevi de şükran duygusudur. Bu duygu, iyi nesneyle ilişkinin
gelişmesinde vazgeçilmez bir etkendir ve aynı zamanda kişinin hem
başkalarındaki hem de kendisindeki iyiliği görmesini sağlar.
(22a)
Bir : Çitin üstünde oturmak
Bazıları herhangi bir değiş tokuş
eylemine katılmayı reddederek masumiyetlerini korumak ister.
Başkalarından bir şey kabul etmektense kendilerini tamamen dışa
kapatırlar ve bu şekilde birisine karşı yükümlülük duymazlar.
Bu durum. Ellerini kirletmek istemeyen, olayları sadece izleyen
kişilerin masumiyetidir. Bu tür insanlar, kendilerinin özel ya da
başkalarından daha iyi olduklarına inanır ama çoğu zaman
içlerinde bir boşluk ve hoşnutsuzluk vardır çünkü aslında
hayatlarını ana değil, tali yollarda sürdürmektedirler.
Depresif kişilerin çoğu bu tutum
içindedir. Almayı reddetmeleri anne ya da babaları, hatta her
ikisiyle olan ilişkileriyle başlar. Daha sonra bu reddediş, diğer
ilişkilerine ve kendilerine sunulan bütün iyi şeylere de
genellenir. Verileni reddetme gerekçesi, genelde verilen şeyi
yeteri kadar iyi ya da yeterli bulmamalarıdır. Bazen de bunun,
karşılarındaki kişinin yetersizliğinden kaynaklandığını
söylerler. Gerekçe ne olursa olsun sonuç aynıdır, bu kişiler
hep edilgen kalır ve kendilerini bir boşlukta hisseder.
Bütünlük
Anne babalarından almaya istekle
kabul edenlerde bütünlük hâlini görürüz. Bu kişiler anne
babalarını olduğu gibi kabul etmeye, onların verdiklerini de
minnettarlıkla kabul etmeye hazırdır. Bu alış durumu, sürekli
bir enerji akışı ve mutluluk duygusu yaratır, dolu dolu alıp
verdikleri ilişkiler yaşamlarını sağlar.
İki: Yardımcı sendromu
Masumiyeti elde etmenin ikinci yolu,
başkaları üzerinde hak sahibi olma duygusundan geçer. Bu durum
başkalarının bize verdiğinden daha fazlasını verdiğimizde
gerçekleşebilir. Masumiyetin bu türü genelde geçicidir çünkü
karşımızdakinden bir şey alır almaz hak iddiamız sona erer.
Bazıları başkalarından bir şey kabul etmektense bu hak iddiasını
dört elle sarılmayı tercih eder. Bu durumu en iyi açıklayabilecek
cümle şudur: “Senin bir yükümlülük hissetmeni istiyorum.”
İdealistlerin çoğunda rastlanan bu davranış kalıbı “yardımcı
sendromu” olarak bilinir.
Ne var ki yükümlülük duygusundan
kurtulmak isteği, ilişkilerde olumlu sonuç doğurmayabilir.
Yalnızca vermek isteyen bir eş, aslında bir üstünlük duygusunu
sürdürmek istemektedir ve bu durum ilişkideki eşitliği bozar. Bu
tür kişiler, başkalarından bir şey almayı reddettiği için,
başkaları da bir süre sonra onlardan bir şey almayı reddedecek,
onlardan uzaklaşacak, hatta onlara kızmaya başlayacaktır.
Yardımcılar yalnız kalır ve herkese küser.
Üç: Değiş tokuş
Masumiyeti elde etmenin üçüncü ve
en güzel yolu hem vermenin hem de almanın ardından gelen hafiflik
hissidir. Bu alışveriş dengesi ilişkilerde de sağlıklı bir
süreçtir ve karşısından bir şey alan insanın, eşit miktarda
karşılık vereceği anlamına gelir.
Önemli olan yalnızca değiş tokuşun
dengesi değil, alışveriş eyleminin kendisidir. Alışverişteki
miktarlar ne kadar küçük olursa olsun, bu eyleme bolluk ve
mutluluk duyguları eşlik eder. Mutluluk kolayca elde edilen bir şey
değildir, mutluluğu bizler yaratırız. Alışverişin büyüklüğü
beraberinden doyum, adalet ve huzuru getirir. Masumiyeti elde etmenin
yolları arasında değiş tokuş en özgürleştirici olandır ve
elde edilen masumiyet hoşnutluk yaratır.
Aktarmak
Bazı ilişkilerde ise bir özgürleşme
durumu söz konusu olamaz çünkü alıcı ve verici arasında
ilişkinin doğası gereği asla aşılamayacak bir eşitsizlik
vardır. Bu ilişkilere örnek, anne ve baba ve çocuklar, öğretmen
ve öğrenciler sayılabilir . Anne ve babalar ve öğretmenler ilik
ve en önemli verici, çocuklar ve öğrenciler ise alıcıdır. Anne
babaların çocuklarından, öğretmenlerinden de öğrencilerinden
bir şey aldığı doğrudur ama bu durum eşitsizliği ortadan
kaldırmaz, sadece biraz yumuşatır.
Anne babalar da bir zamanlar çocuk,
öğretmenler de öğrenci olduğu için buradaki denge, aldıkları
bir sonraki nesle aktarmalarıyla kurulu. Sonraki nesil de zamanı
geldiğinde aynı şekilde davranacaktır.
Anne baba ve çocukları, öğretmenler
ve öğrencileri arasındaki ilişkiye benzer durumlar, dengeyi
sağlamanın mümkün olmadığı diğer ilişki türleri arasında
da görülebilir. Bu ilişkilerde dengeyi kurmanın yolu, bir sonraki
nesle aktarmaktan geçer.
Minnettarlık
Son olarak, alışverişi dengelemek
açısından teşekkür etme konusundan söz etmek istiyorum.
Teşekkür ederken hediyeye karşılık verme yükümlüğünden
kurtulmuş olmayız ama bazen verilebilecek en uygun karşılık bir
teşekkürdür. Kişi sakat ya da hasta, hatta ölmek üzere olabilir
ya da bazen âşıklar arasında da bu gibi durumlara rastlanabilir.
Alışverişin dengesini sağlama
gereği dışında, bir de yerçekimi kuvvetine benzer ve toplumun
üyelerini birbirine çeken ve bağlayan “esas sevgi” gücü
vardır. Bu sevgi, almanın ve vermenin öncülü ve eşlikçisidir.
Alırken gösterilen minnettarlık bu sevgi türünün bir
ifadesidir.
Teşekkür eden kişi, “Sen bana,
benim sana bir şey verebilmemden bağımsız olarak veriyorsun ve bu
yüzden ben de bunu senden bir hediye olarak minnetle kabul ediyorum”
demiş olur.
Teşekkürü kabul eden kişi de şunu
söylemiş olur: “Senin sevgin ve hediyemi kabul etme inceliğin,
baba verebileceğin her şeyden çok daha değerlidir.
Teşekkür ederek yalnızca
verdiklerimizi değil, birbirimizin için taşıdığımız anlamı
da onaylamış oluruz. (23)
Sevdiğinden
Nefret Edilir mi?
Geçen
yıllarda yaptığım bir televizyon programında evlilik öncesi
gerekli koşullardan birinin evlenecek olan kişilerin duygusal
olgunluğa erişmesi olduğunu ifade ettim. "Sevgi nedir?"
diye sordum ve sorduğum soruya kendim cevap vermek üzere şunları
söyledim:
"Sevgi bir eylemdir. Bu eylemi yapan kişi
sevdiği kişinin gelişmesi ve mutlu olmasını ister; eyleminin
temelindeki niyet budur."
"Peki bunun karşılığında
ne bekler?" Bu soruya da yine kendim cevap verdim: "Bu
eylemin karşılığında kişinin beklediği sevdiği kişinin
mutluluğudur; onun ötesinde başka bir beklentisi yoktur."
"Kısa
vadeli mi düşünüyorsunuz, yoksa uzun vadeli mi? Eğer kısa
vadeli düşünen biri iseniz ve yaşamınızı kısa vadeli
beklentiler üzerine kurmuşsanız, o zaman yukarıda söylediğim
türden bir sevgi sizin yaşamınız çerçevesinde pek anlamlı
olmayacaktır. Ama uzun vadeli, bir ömür boyu düşünüyorsanız,
o zaman böylesine sevmenin anlamı tüm hayatınızı
etkileyecektir!"
Bu tema üzerinde konuyu biraz daha
derinleştirmek istiyordum, ama sağımda orta sıralarda oturan bir
konuk hanımefendi "Söyleyeceğim çok önemli bir şey var!"
yüz ifadesi ile elini kaldırıyor ve gözümün içine bakıyordu.
Benim beklentim, "Bu bayan benim söylediklerimi destekleyecek
ve 'ben böyle bir evlilik içindeyim ve ömür boyu mutluluk
yaşadım,' diyecek şeklinde idi. Gerçi orta yaşlı hanımefendi
pek öyle mutlu ve rahat gözükmüyordu; hatta oldukça asabi ve
gergin gözüküyordu. Kendisine söz verdim.
"Doğan
Bey," diye söze başladı ve şöyle devam etti: "Ben
dediğiniz şekilde sevdim ve 22 yaşında evlendiğim kişinin
gelişmesi ve mutlu olması için elimden gelen her şeyi yaptım.
Onun mutluluğu benim için önemliydi. Ve sizin dediğiniz gibi o
gelişti, güçlendi. Üç çocuğumuz oldu. Onların ikisi evli;
kendi aileleri içinde mutlular. Evdeki kızım üniversiteye gidiyor
ve hayatından memnun."
Hanımefendi bunları söylerken
içimden beklentimin doğru olduğunu ve bayanın, 'ben böyle bir
evlilik içindeyim ve ömür boyu mutluluk yaşadım,' demekte
olduğunu düşünüyordum. Ama, düşüncem doğru değilmiş.
Hanımefendi, çok anlamlı bir "Ama," kelimesinin ardından
şunları söyledi:
"Ama şimdi kendinden 37 yaş küçük
bir öğrenciyle aşk hayatı yaşıyor. Onun için bir ev tuttu;
beraber yaşıyorlar. Zina suç olmaktan çıktı, bir şey
yapılamıyor. Toplum gittikçe çürümeye başladı. Kendisi
toplumun ileri kişilerinden biri olacak durumda olan bu kişi, bu
kadar yıllık ailesini bıraktı. Ve şimdi benden boşanmak
istiyor. Sevgimin karşılığı bu mu olacaktı?"
"Ben
dediğiniz türden bir sevgiye inanmıyorum. Kadın kocasını
denetlemeli, öyle pek serbest bırakmamalı. Gelişip kendini
bulunca kocanın gözü dışarıda oluyor. Onun o kadar gelişmesine
çanak tutunca siz kendiniz kaybediyorsunuz. Kusura bakmayın ben
böyle düşünüyorum."
Bu sözleri söylerken konuk
olarak gelmiş bayanların birkaçı kafalarını tasdik anlamında
sallıyorlar ve hanımefendi ile aynı kanıda olduklarını
belirtiyorlardı.
"Şu anda ona karşı nasıl
hissediyorsunuz?" diye sorduğumda hiç beklemeden çok net bir
cevap verdi:
"Nefret ediyorum!"
Hangi
beklenti içinde sevgi?
Hanımefendinin
söyledikleri üzerinde çok düşündüm. Herkesin önünde bu
kişisel öykü üstünde daha çok konuşmak yakışık almayacağı
için programın geri kalan kısmında başka konukların soru ve
gözlemlerine geçtim. Ama 'nefret eden bu bayanın' söyledikleri
hiç aklımdan çıkmadı.
Cevap vermeye çalıştığım
temel soru şu:
"Bu bayan gerçekten sevmiş olabilir
mi?"
Kendisi gerçekten sevdiğini söylüyor. Gerçekten
sevip sevmediğini bilecek kişi o değil mi? Sevgi içerde bir duygu
olarak belirir ve bu temel duygu kişinin tüm eylemlerine 'sevgi'nin
damgasını vurur. O, "Sevdim ve severek onun gelişmesi yönünde
davrandım," diyor ise, kim onun dediğini yalanlayabilir? Kişi
duygusunu ancak kendisi bilmez mi?
"Bu bayan gerçekten
sevmiş olabilir mi?" sorusunu sormama neden olan temel gözlemim
şu: "Benim dediğim anlamda seven bir insan nasıl olur da o
sevdiği kişiden böylesine kesin ve net bir şekilde nefret
edebilir?"
Benim dediğim anlamda o temiz sevgiyi
genellikle anne ve babanın çocukları sevmesinde bulabilirsiniz. Bu
tür anababalar çocuklarına gelişme olanakları sağlamak için
çırpınırlar. Kendileri yorulurlar, hırpalanırlar ama çocuğun
eğitimi için olanak sağlama çabasını devam ettirirler. Bu
anababalara sorarsınız, "Niçin bu kadar kendinizi
hırpalıyorsunuz, okumasa ne olur sanki?" size hayretle
bakarlar; çünkü onlar çocuklarını seviyorlar. Ne demek sevmek?
Onun gelişmesi ve mutlu olması için elinden geleni ardına
koymamak demektir. Bunun karşılığında ne beklerler? Eğer bu
gerçekten saf bir niyet ise, o zaman onun gelişip mutlu olmasından
başka hiç bir şey.
Eğer anababa değişik koşullar ileri
sürüyorsa, "Biz elden ayaktan düşünce bize bakarlar; okursa
daha iyi bakar!" diyorsa, o zaman çocuk okuyup kendine
bakmadığı zaman ona kızar.
Eğer anababa çocuğu
kendilerine iyice bağlamak, bağımlı kılmak için onu okula
gönderiyor ve olanaklar sağlıyorsa, çocuk gelişip kendi gönlünce
birini sevdiği zaman o çocuğa çok kızarlar; "Yazıklar
olsun sana verdiğimiz emeklere!" derler. Çocuk kendisi olmaya
ve bağımsızca hareket etmeye devam ederse, onu evlatlıktan
reddedip, ondan 'nefret' dahi edebilirler.
Ne
demek istiyorum?
Demek
istediğim şu: Olumsuz duygular genellikle bir beklenti zemini
üstüne oluşurlar. Kişi beklediğiniz şeyi yapmadığı zaman
üzülürsünüz, kızarsınız, nefret edersiniz. Programa konuk
olarak gelmiş kadın bana öyle geliyor ki, benim sevgiden ne demek
istediğimi hiç anlamamıştı. O konuştukça kafasını sallayan
diğer hanımlarda sanırım böyle bir sevginin olabileceğine
inanamıyorlardı. Benim sevgi tanımım onlara bir hayal ve
gerçekten uzak bir rüya gibi geliyordu.
Değerli okurum,
televizyon programında konuşan bayan olduğu için bu yazımda bir
bayanın erkeğe olan sevgisinden söz ettim. Bir erkeğin kadına
olan sevgisinden söz ediyor olsa idim, hiç bir şey değişmezdi.
Yani, "Sevgi bir eylemdir. Bu eylemi yapan kişi sevdiği
kişinin gelişmesi ve mutlu olmasını ister; eyleminin temelindeki
niyet budur." Kişi kadın ya da erkek olmuş fark etmez.
Peki,
neden insanlar bu tür bir sevgiyi anlamakta, daha doğrusu böyle
bir sevginin var olabileceğine inanmakta zorlanıyorlar? Bu
insanlarda anlayış kıtlığı mı var?
Hayır; bu tür
sevginin olabileceğine inanmakta zorlanan insanlar da hiç bir
zihinsel bozukluk yok. Onlar da diğer insanlar kadar akıllı veya
onlar kadar aptal. Onlar bu tür sevgiye inanmakta zorlanıyorlar,
çünkü böyle bir sevginin olduğunu yaşamlarında görmediler;
kendi anababalarının karı-koca ve çocuk ilişkisinde görmediler
ve yaşamadılar.
Peki, neden insanlar böyle bir sevgiyi
yaşayamadılar?
Çünkü "mış gibi bir sevgi
ortamı"nda büyüdüler de onun için.
Ne demek "mış
gibi bir sevgi ortamı?" Bu da önümüzdeki yazının konusu
olacak. (24)
Mış
Gibi Bir Sevgi
Önce "mış gibi"nin tanımını yapalım. Kişinin
gösterdiği ile iç dünyası arasındaki farklılık "mış
gibi" durumlar yaratır. Örneğin, evinizde yiyecek yok, ama
beklenmedik şekilde siz yemek yerken misafir geldi. Evdeki yemeği
onlara ikram edecek olursanız siz ve çocuklarınız aç
kalacaksınız; ama adet, gelenek görenek, "yemeğe buyrun,"
demenizi gerektiriyor.
Eğer içinizden gerçekten yemeğinizi onlarla paylaşmayı
istiyorsanız, davetiniz mış gibi olmaz; gerçek bir davet olur.
Çünkü iç dünyanız ile dışarıda söylediğiniz söz arasında
fark yoktur. Fakat, kendinizin ve çocuklarınızın aç kalmasını
istemediğiniz için yemeği kendinize saklamayı düşünüyorsanız,
ama adet yerini bulsun diye, "yemeğe buyrun" diyorsanız o
zaman bu davet "mış gibi" bir davet olur.
İnsanlar ne zaman mış gibi
davranırlar?
İnsanlar içlerinden geçen duygu ve düşünceleri
paylaşamadıkları zaman mış gibi davranmaya başlarlar. Peki o
zaman şu soru akla geliyor: neden insanlar içlerinden geçen duygu
ve düşünceyi paylaşamazlar? Korktukları için. İçindekini
olduğu gibi söylediği veya içinden geçtiği gibi davrandığı
zaman insan ortaya çıkacak sonuçtan korkmaya başladığı zaman,
o istemediği sonucu engellemek için
kendi istediği gibi değil,
ortamın istediği gibi davranmaya başlar.
Örneğin, yemeğe davet etmezse misafirlerin güceneceğini
düşünür. Misafirleri gücendirmek onun önem verdiği insanların
kendisine karşı bir tavır almasına yol açabilir ve gittikçe
sevilmeyen bir adam durumuna düşebilir. Böyle bir durum onun
sosyal etkinliğini etkilediği gibi gücünün gittikçe azalmasına
da yol açabilir.
Böyle olumsuz bir sonucu göze almaktansa bir gün biraz aç
kalmayı göze almak daha ehveni şerdir; ve "buyurmaz
mıydınız?" denir. Ama cansız, isteksiz bir şekilde. Siz
daveti yerine getirdiniz, belki karşıdaki anlar ve "yok
sağolun, biz yedik, tokuz" der. İçiniz rahatlar ve ikinci kez
ısrar etmezsiniz. Tabii bunun da pek belirgin olmaması gerekir.
Korku kültürü mış gibi
yaşamın kaynağıdır
Korku kültürü öyle bir kültürdür ki, insanlar arasındaki
ilişkinin ancak korku ile düzene sokulabileceği varsayımı bu
kültürün temelidir. Bu kültürde kişinin bazı kişilerden
korkuyor olması ve bazı kişileri korkutuyor olması yaşamın
vazgeçilmez bir parçasıdır. Aksi halde yaşam kaosa dönüşür
ve herkes ne yapacağını şaşırır.
Korku kültüründe yaşama
düzen getiren şey kimin kimi korkutacağını ve kimden korkacağını
bilmesidir. Bu kültürde en kutsal korku Allah korkusudur, daha
sonra baba korkusu gelir. Otorite korkulacak bir kişidir ve otorite
korkulmazsa gücünü kaybeder. O nedenle bu kültür içinde çocuk
yetiştiren babalar çocuklarını uyurken severler; aksi halde çocuk
babasından korkmaz ve şımarır. Bu çocuk için iyi birşey
değildir.
İnsan ilişkileri korkutma yolu ile birbirini denetlemeye
yöneliktir. Nikahta eşler birbirlerinin ayağına basarak evliliğe
başlarlar, çünkü ayağa basan "sözünü geçireceğini,
diğerini denetleyeceğini" umar. Bu kültürde kimin kimden
korkacağı çok iyi yapılanmış ve mertebeli bir ilişki yapısı
oluşturulmuştur. İnsanlar birbirleriyle konuşurken sürekli
"kimin kimden korkması gerektiği"ni akıllarında
tutarlar.
Yaşamın her yönünü sarmış olan bu korku kültürü içinde
kişi iç dünyasını paylaşmamayı öğrenir. Çünkü iç dünya
yaşam kadar değişken, sıcak, canlı, hem güçlü hem zayıf, hem
emin hem kuşkulu bir dünyadır. Bu dünyanızı gösterirseniz iki
önemli hata yapmış olursunuz:
1- Zayıf tarafınızı göstermiş olursunuz ve bu nedenle de
korkutma potansiyelinizden büyük fireler verirsiniz; sözünüz
dinlenilmemeye başlanır. Gücünüzü kaybedersiniz.
2- Siz iç dünyanızı açarsanız o kişiye de iç dünyasını
açması için bir davet göndermiş oluyorsunuz; o zaman karşıdakini
zayıf tarafını göstermesine davet çıkarmış oluyorsunuz. Böyle
bir davete maruz kalmak karşıdakince, "seni zayıflatmak
istiyorum," anlamında yorumlanabilir ve bu nedenle sizden
hoşlanmayabilir.
Mış gibi yaşam ortamında yetişen kendisi olamaz
Korku kültürü mış gibi bir yaşam ortamı oluşturur ve bu
ortamda büyüyen kişi kendini ifade etmeyi değil, kendini
saklamayı öğrenir. Zamanla iç dünyasından kopuk, ne
hissettiğini, ne istediğini bilemeyen insanlar yetişmeye başlar.
Bu kişi için önemli olan 'başkalarının kendisinden ne
istediği'dir. Böylece uzaktan komutlu bir robot gibi yaşamayı
öğrenir. Bu kişinin tüm bilinci, kendi yaşamını
gerçekleştirmeye değil, gücünün yettiği bir başka kişinin
yaşamını denetlemeye ve yön vermeye odaklanmıştır. Kendi özgün
yaşamını yaşamak olanaksız ve uzak bir hayal olarak gözükür.
Hiç bir zaman kendi iç dünyasıyla bilinçli olarak barışık bir
yaşam sürdürmeyi gerçekleştiremez.
Kendisi olamayan bir
başkasını sevemez
Böyle bir yaşam süreci içinde yetişmiş kişi kendisi olamaz
ve kendisi olmanın ne demek olduğunu da tam kavrayamaz. Böyle bir
kişinin gerçekten sevmesi mümkün değildir. Yeniden hatırlatalım:
"Sevgi bir eylemdir. Bu eylemi yapan kişi sevdiği kişinin
gelişmesi ve mutlu olmasını ister; eyleminin temelindeki niyet
budur." Korku ortamı bu tür bir sevginin gelişmesine ve
yeşermesine izin veremez. Korku kültürünün sevgiden anladığı
'yön vermek ve denetlemek'tir.
Benim televizyon programına gelmiş olan hanımefendinin (bir
önceki makalemde söz konusu ettiğim kişi) aslında 'Korku kültürü
içinde dinamiğini bulan bir sevgi'den söz etmektedir. Yani, 'ben
onu istediğim gibi denetleyemedim, istediğim yönde kullanamadım;
şimdi o benim istediğimi değil, kendi istediğini yapıyor. Böyle
sevgi olur mu!' demektedir.
Ve bu nedenle 'sevdiği kişi'den nefret etmektedir.
Sorun kadında değil, sorun sevgide dahil her şeyi 'mış gibi'
bir duruma sokan içinde yetiştiğimiz korku kültüründe yatıyor.
(25)
Sevgi
Çeşitleri
a.
Kardeş Sevgisi
Bütün sevgi çeşitlerinde önce
gelen temel sevgi kardeş sevgisidir. Bununla başka bir insana karşı
duyulan sorumluluğu, ilgiyi, saygıyı, o insanı tanımayı, onun
yaşamını sürdürme isteğini anlatmak istiyorum. Kardeş sevgisi
bütün insanları sevmektir; belirtisi de insanın yalnız kendi dar
çevresine bağlı kalmamasıdır. Sevme yetimi geliştirmişsem
kardeşlerimi sevmekten kendimi alamam. Kardeş sevgisinde bütün
insanlarla bir olma, insanca bir dayanışma, insanca bir birlik
sağlama yaşantısı vardır. Kardeş sevgisi hepimizin eşit olduğu
düşüncesine dayanır. Yetenek, zeka ve bilgi ayrımları bütün
insanlarda ortak olan insanlık özünün yanında önemsiz kalır.
Bu ortak yanı görüp yaşayabilmek için dıştan bakarsam, bizi
birbirimizden ayıran ayrılıklardan başka bir şey göremem. Ama
onun özüne inersem, bir olduğumuzu görür, kardeş olduğumuzu
anlarım. Özden öze olan bu bağlılık – dıştan dışa olan
bağlılık yerine - “içten” bağlılıktır. Kardeş sevgisi
eşit insanlar arasındaki sevgidir; oysa eşit insanlar olarak bile
her zaman eşit durumda değilizdir; insan olduğumuz için hepimizin
yardıma gereksinmesi vardır. Bugün benim, yarın sizin. Ama bu
yardım gereksinmesi duymak demek birinin zayıf, öbürünün güçlü
olması demek değildir. Çaresizlik geçici bir durumdur; yaygın ve
sürekli olan durum insanın kendi ayakları üzerinde durup
yürüyebilmesidir. (27)
Timothy
Leary, Harvard üniversitesi'nde psikolenguistik konusunda başarılı
çalışmalar yaptığı sırada, hiç unutmayacağım şu sözleri
söylemişti: <Sözcükler gerçeğin dondurulmuş biçimidir>
sözcüklerin anlamlarını, çocuklarımıza, henüz anlama ve karşı
çıkma düzeyine gelmeden öğretiyoruz. Sözcüklerle korkuyu,
önyargıyı, her türlü şeyi öğretiyoruz. Sözcüklerin ne denli
dışlayıcı etkenler olduğunu anlamak için, şimdi birinin çıkıp
size takılmak için <Bu Buscaglia denen adamdan sakın. Adı kara
listede, komünistin biridir> demesi yeter. Ondan sonra başıma
gelecekleri görün! Söylediğim her şey, bu komünist sözcüğünün
imbiğinden geçirilecektir. Doğu'da bir üniversite. ABD'de
komünism sözcüğünün anlamına ilişkin bir araştırma yapmış.
Araştırmacılar, sokakta yürüyen sıradan kişileri durdurup
<Komünizm nasıl tanımlarısınız?> diye sormuşlar.
Kendilerine soru sorulanlarının kimisi korkudan ölecekmiş
neredeyse! Bu araştırma raporunu okumalısınız, çok
eğelendirici. Bir kadın <Eh, gerçekten ne anlama geldiğini
bilmiyorum, ama Washington'da hiç yoktur umarım> demiş. İşte
size komünizmin iyi bir tanımı. Yanıtların tümü aşağı
yukarı bu türde. Bulunduğunuz kentten kovulmak için komünist
olmanız
yeterlidir.
Oysa, anlamını bile bilmiyorsunuzdur belki. <Zenci>,
<Katolik>, <Protestan>, <Yahudi> v.b. Gibi
sözcüklerinde de durum böyle. Bir şeyin adını duymanız yeter,
o konuda hemen her şeyi bildiğinizi sanırsınız. Hiç kimse <Bu
insan ağlar mı?> Duyguları var mı? Anlar mı? Umutları var
mı? Çocuklarını sever mi?> diye düşünme sıkıntısına
katlanmaz. Sözcükler! Seven bir insansanız, sözcüklere egemen
olur, onların size egemen olmasına izin vermezsiniz. Bir sözcüğün
anlamını ancak deneyimle kavradıktan sonra kabul edersiniz, salt
başkalarının verdiği açıklamaya inanarak değil. (27a)
Arkadaşlık, ortak ilgi, sevgi, güven
ve saygıdan doğar.
Hangi yaşta olursa olsun, üstünlük
taslayan, kendini beğenmiş, sözünde durmayan, sık sık kızıp
öfkelenen, bağırıp çağıran, vurup kıran kişilerin ya da içe
kapanık, dönük silik olanların arkadaş bulması ve arkadaş
grupları içine girmesi çok zordur. (27b)
Arkadaşlık
Ve bir genç, şöyle dedi: 'Bize
arkadaşlıktan bahset.'
Ve o cevap verdi:
'Arkadaşınız, cevap bulan
gereksinimlerinizdir.
O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla
biçtiğiniz tarlanızdır.
O sizin sofranız ve ocak başınızdır.
Çünkü ona açlığınızla gelir ve
onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği
gibi konuştuğunda,
ne 'hayır' demek zor gelir, ne de
'evet' demekten çekinirsiniz.
Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz
onun kalbini dinlemek için sessizleşir.
Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler
susunca, tüm düşünceler, tüm arzular
ve beklentiler, gürültüsüz bir
sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.
Arkadaşınızdan ayrıldığınızda
ise yas tutmazsınız;
Çünkü onun en sevdiğiniz yanı,
yokluğunda
daha bir berraklık kazanır, tıpkı
bir dağın,
dağcıya, ovadan daha net görünmesi
gibi...
Ve arkadaşlığınızda, ruhsal
derinlik
kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.
Çünkü, salt kendi gizemini açığa
vurmak peşinde
olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş
bir ağdır
ve sadece yararsız olan yakalanır.
Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz
gibi sunun.
Eğer dalgalarınızın cezrini
bilecekse,
meddini de bilmesine izin verin.
Çünkü salt zaman öldürmek için
bir arkadaş
aramanızın anlamı olabilir mı?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın.
Çünkü o gereksiniminizi karşılamak
içindir,
boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
yürek sabahını bulur ve tazelenir.'
Halil Cibran
b.
Anne, Baba Sevgisi
Çocuğa karşı duyulan anne sevgisi,
kendisi için bir şey istemeyen sevgi, belki de en güç sevme
biçimidir; bu sevgi annenin küçük bebeği sevmesindeki kolaylık
yüzünden çok aldatıcıdır. Ama salt bu güçlülük nedeniyle
bir kadın ancak sevme yetisi varsa, kocasını öbür çocuklarını,,
yabancıları, bütün insanları sevebiliyorsa gerçekten seven bir
anne olabilir. Bu anlamda sevemeyen kadın çocuğu küçük olduğu
sürece şefkatli bir anne olacak ama seven bir anne olamayacaktır:
bunun ölçüsü de çocuğunun kendisinden ayrılmasına
dayanabilmek – çocuk kendisinden koptuktan sonra da – onu
sevebilmektir. (27c)
Suçlamak, bir ölçüde her insanın
başvurduğu bir savunma davranışıdır ve belli sınırlar içinde
kalmak koşuluyla da yararlıdır. Fakat bazı insanlar her tür
olumsuzluğun sorumluğunu başkalarına yüklemeye o denli
istekidirler ki, onlar adeta suçlamak için yaşarlar. Böyle
insanların çatışmalı bir iç dünyaları ve sahte bir benlikleri
vardır. Bu tür insanlar büyük bir olasılıkla bebeklik ve
çocukluk dönemlerinde anne-babaları tarafından yoğun bir biçimde
suçlanmışlardır. Buna göre suçluluk duygusu, bireyin olayların
içinde kendini algılayamaması ve duygusal tepkilerini
yönlendirememesinin doğal bir sonucudur. Sürekli suçlanan ve
aşağılanan çocuklar bir süre sonra, kişisel varlığını ezen
bu duygusal kuşatmayı, diğer insanlara karşı kullanarak önce
kuşatmayı yarmayı öğrenirler. Daha sonra ise suçlamayı her tür
kişisel endişe ve başarısızlığın panzehiri olarak kullanmayı
öğrenerek, yaşam sorumluluğundan kaçarlar. (27d)
Sevgim dengesiz, sahip çıkıcı,
hastalıklı ise, size öğreteceğim sevgi de bu tür olacaktır.
Hepimizin özgürlüğe de gereksinmesi vardır. Thoreau <Kuşlar
kafeste hiçbir zaman şarkı söyleyemezler> diyor. Biz de
söyleyemeyiz. Öğrenmek için özgür olmak zorundasınız. Deney
yapmak, araştırmak, yanlışlar yapmak için özgür olmalısınız.
Öğrenme böyle olur. Ben sizin yanlışlarınızı anlayabilir,
kendi yanlışlarımdan da yararlanabilirim. İşin gizi, aynı
yanlışı yinelememektir. Ama denemek ve araştırmak için özgür
olmalıyım. Bana bu olanağı verin. Var olmama, kendim olmama ve
gereksinme duyma sevincini bulmama izin verin. Kendi sorunlarınızı
bana yüklemeyin. Bırakın, kendi sorunlarımı bulup çözümleyeyim!
Birçok kişi, bizi kendi istedikleri
biçime uydurmaya çalışıyor ve bir süre sonra, bunun <uyum
sağlama> denen şey olabileceğine karar veririz. Tanrı korusun!
Ara sıra, birisi başkaldırarak <Hayır> Ben sizin
istediğiniz biçime girmeyeceğim. Ben benim ve öyle kalacağım.
Ben kendim olmak istiyorum> der.
Bazen merak ederim: Nasıl
başkaldırırsak kaldıralım, kişiliğimiz gerçekten kendi
kişiliğimiz mi, yoksa yalnızca başkalarının bizde var olduğunu
söyledikleri kişilik mi? Öğretmenler ve ruhbilimciler olarak,
insan olmanın öğrenildiğini biliriz. Öğretenlerimiz kimlerdir?
İlk öğretmenlerimiz ana ve babalarımız, ailemizdir. Eğer hala
çocuk değilsek, artık onları hiçbir şeyle suçlayamayız, çünkü
onlar da herkes gibi yalnızca insandırlar. Onların da kendi
sorunları, kendi bildiklerini öğretebilmişlerdir. Babanız olan o
adama ve anneniz olan o kadına gidip <Sizi bütün kusurlarınızla
birlikte seviyorum: diyebildiğiniz gün gerçekten büyüdünüz
demektir. (28)
Çocuğunuzla sağlıklı iletişim
kurmayı öğrenerek onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini ve
davranışlarının nedenlerini anlayabilirsiniz. O zaman çocuğunuzla
kızgınlığı ve öfkeyi değil sevgiyi paylaşmanın hazzını
yaşarsınız. (29)
Cinsel
Sevgi
<Cinsel
özgürlük> arayışında kişisel görüşüm, erkek olsun kadın
olsun duygusal iletişimin bulunmadığı, salt ten hazzı dediğimiz
biçimde gerçekleşen cinsel ilişkinin cinsel özgürlük olmadığı
yolundadır. İnsanın insanca iletişimden yoksu ilişkilerinin
<karşılıklık> taşımadığını, <paylaşma>
olmadığını düşünüyorum, birbirine sevgi iletimine, saygı
iletimine yardımcı olmadığını düşünüyorum. Karşılıklı
duygusal iletişimden yoksun ilişkilerin -cinsellik de içinde olmak
üzere- sadece kişisel doyumlara hizmet ettiğini düşünüyorum.
Kişisel doyum tutkunluğu da değişik bir bağımlılık biçimidir,
bu da insan özgürlüğünü – sanıldığının tersine –
kısıtlar. <Cinsel özgürlük> ten anladığım, kişilerin
içlerindeki yasaklardan, tabulardan, baskılardan kurtulmaları,
sevgi duygusuyla, saygı dugusuyla yarattıkları ortak dünyanın
güzelliklerini, hazlarını paylaşmalarıdır. Bu paylaşmanın
yaşanabilmesi içinde, bencil doyumların aşılması, kişisel
iktidar düşüncesinden kurtulabilme, cinselliği egemenlik
duygusuna araç kılmama gibi kişisel yetkinliğin kazanılması
zorunludur. Cinsel özgürlüğün yaşanabilmesi için erkek ve
kadının birbirini iyi tanıması, birbirini sevmesi, birbirine
saygı duyması, birbirini geliştirmesi, dünyalarını genişletmesi
gerekir. Bu da karşılıklı geliştirilen bir sürecin yaşanmasıyla
olabilir.(29a)
"beden
dediğin aşka vesile
insan ruhlara âşık olur
sevdikçe
başkasını
kendini bulur"
Murathan Munga
Sevgi, cinsel birleşme isteği
doğurabilir; bu yolla doğan fiziksel birleşmede açlık duygusu,
fethetme ya da edilme isteği değil, şefkat vardır. Fiziksel
birleşme isteği sevgiden doğmamışsa, cinsel sevgi aynı zamanda
kardeş sevgisi değilse, hiçbir zaman vahşi bir birleşme olmaktan
öteye geçemez. Cinsel çekme o an için birleşiyormuş sanısını
uyandırır; ama bu sevgisiz “birleşme” sonunda, birbirine
eskiden olduğu ölçüde yabancı iki insan kalır ortada; bu iki
insan bazen birbirlerinden utanır, giderek nefret bile ederler;
çünkü büyü bozulunca yabancılıklarını eskisinden daha yoğun
olarak duyarlar. Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya
kapılmak değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir söz
vermedir. Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirini ölünceye
dek sevmek için söz vermek gerekmezdi. Duygular gelip geçicidir.
Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek
süreceğini nasıl bilebiliriz? Sevgi, yeterli cinsel doygunluğun
sonucunda doğan bir şey değildir; tersine cinsel mutluluk –
cinsel teknik denen şeyi öğrenmek bile – sevginin sonucunda
doğar.
Cinsel doyumu engelleyen ya da
güçleştiren, oranı çok düşük olan, bedensel ve hormonal
nedenler dışında, genel olarak kadının cinsel doyuma
ulaşamamasının başlıca nedeni, cinsel ilişki sırasında
eskiden beri süregelen ve bellekte yerleşmiş olan baskıların
yarattığı engellemedir. Buna eşin tek yönlü doyum arayan,
anlayışsız, bilgisiz, ilgisiz, kaba, hoyrat, tutumu eklenirse
cinsel doyumsuzluk önemli bir sorun olarak ortaya çıkar ve
yerleşir. Cinsel konularda bilgisiz olan kadınlar doyumsuz geçen
il ilişkiden sonra, bunu normal cinsel ilişkinin niteliği olarak
değerlendirip eşlerinden yardım istemez ya da göremezlerse yaşam
boyu cinsel doyuma ulaşamazlar. Zamanla bu doyumsuzluğa bağlı
türlü ruhsal yakınmalar, belirtiler ortaya çıkar. (30)
Birlikte yasamanin modern
bicimlerinin, yani grup evliligi, es degistirme, grup seksi gibi
uygulamalarin savunucusu olanlar, benim anlayabildigim kadariyla,
sevgide basarisiz kalislarini degisik cabalarla ortmeye
calismaktadirlar. Gercekten sevmeyi, onun yaratici bir eylem olarak
gormeyi basaramayinca, icine dustukleri hayal kirikligini ve can
sikintisini, yeni tahrikler yaratarak unutmaya calisan boyleleri, ne
kadar degisik yol uygulasalar ve iliskiye girdikleri insan sayisini
ne kadar arttirsalar da, gercek sevgiye ve onun verecegi hazza ya da
mutluluğa bir turlu ulasamazlar. (30a)
Bir
çift olmaya karar verdiğinizde sevip seçtiğinize sevginizi
sunmak, birbirinizin hizmetkarı olmaktır amacınız. Her öpücükte,
her dokunuşta karşılığında bir şey istemeksizin sevdiğinize
zevk vermek için orada olduğunuzu duyumsarsınız. Cinsellikten öte
birlikte olmaktır bu. Cinsellik de harika bir şey haline gelir ama
bütünüyle farklıdır. Törene dönüşür, tam bir teslim oluş,
dans, sanat, güzelliğin üstün bir ifadesi olur.
Bir
anlaşma yapıp “Senden hoşlanıyorum”, diyebilirsiniz.
“Harikasın ve bana kendimi çok iyi hissettiriyorsun. Çiçekleri
ben getireyim, güzel müzikleri sen. Dans edip bulutlara erişelim.”
Güzel, olağanüstü, romantik bir şey olacaktır bu. Olağan, bir
güç savaşı olmaktan çıkmış, hizmete dönüşmüştür. Ama
bunu ancak kendinize duyduğunuz sevgi çok güçlü ise
yapabilirsiniz.
(30b)
Evlilikte en önemli individuasyon*
faktörü (bugün de) hala eşin kendisidir. Her eş, diğerinde
gelişir, olgunlaşır, farklılaşır.
Eşiyle ilgilenerek onun ruhunun derinliklerine inerek, verimli bir
gelişim süreci geçilir. Hataların
düzeltilmesi, motivasyon ve iç sağlamlılık ortaya çıkar.
Diğerinin
kişiliği ile ruhsal durumuyla
yakından ilgilenmekle, kendi kişiliğini geliştirir ve böylece
“kendisini
görmesi” mümkün olur. Eşlerden
birinin ya da ikisinin de “benlikleri” ortaya çıkmak için
büyük bir arzu içindeyse, ama o zamana kadar bu başarılamamışsa,
eşler arasında yabancılaşma giderek kendisini daha fazla
göstermeye başlar. Eşler birbirlerinden iç dünyalarında
koparlar. Gelenekler ve toplum kuralları, yaşlılıkta boşananlara
pek olumlu gözle bakmıyorsa, o zaman sürtüşmeler başlar.
Boşanmak ahlak kurallından ötürü mümkün değilmiş gibi
görülüyorsa, bu kez zorunlu olarak birlikte
yaşamaya devam edilir ve anlamsız bir
karşılıklı mücadele başlar. Böyle durumlarda eşlerden
biri ya da ikisi individuasyon sürecini
tamamlayamaz
(*İndividuasyondan
anlaşılan şey, kişinin herhangi bir olayla “içinden”
ilgilenmesi, buna kafa yormasıdır. Yaşam belirli dönemlerde ya da
periyotlarda çeşitli yaşam durumlarına bağlı olarak görevler
yaratır ve bunlarla ilgilenilmesi gerekmektedir. Bu ödevler
başarıyla, doğru bir şekilde çözüme kavuşturulabilirse, o
zaman eşlerin de daha başarılı bir şekilde çözüme
kavuşturulması için iyi bir zemin hazırlarlar. Yanlış çözümler
ise mutsuzluğa götürür ve evlilikte gerilimler yaratır.). (31)
Evlilikteki sevgi insanlığı doğurur,
arkadaşça sevgi insanlığı yüceltir, uçarı sevgi ise bozar,
bayağılaştırır. (34)
İnsan topluluğu kadın ve erkek
denilen iki cins insandan oluşur.
Kabil midir bu kütlenin bir parçasını
ilerletelim,
ötekini ihmal edelim de kütlenin
bütünü ilerleyebilsin?
Mümkün müdür ki bir cismin yarısı
toprağa bağlı kaldıkça,
öteki yarısı göklere yükselebilsin?
Mustafa Kemal Atatürk
Kendini Sevme
Bencilliği ve kendini sevmeyi
ruhbilimsel açıdan tartışmaya girişmeden önce başkalarını
sevmeyle kendini sevmenin birlikte gidemeyeceği insancının yanlış
olduğunu göstermek gerekir. Bir insan olarak komşumuzu sevmek bir
erdemse bir insan olduğuma göre, kendimi sevmek de -kötü bir şey
değildir – bir erdem olmalıdır. Benim dışında kaldığım
hiçbir insan kavramı yoktur. Böyle bir
dışlaştırmayı ileri süren öğreti
kendi içinde çelişiktir. Kutsal Kitap'ta verilen “Komşunu
kendin gibi sev” öğüdü insanın kendi bütünlüğüne ve
tekline duyduğu saygının, kendisi için beslediği sevgi ve
anlayışın başka birisi içinde duyduğu saygı, sevgi ve
anlayıştan ayrılamayacağını anlatmak ister. Kendim için
duyduğum sevgi başka birisine duyduğum sevgiyle ayrılmayacak
ölçüde
kaynaşmıştır. İnsan yaşamının
değeri, mutluluğu, gelişmesinin, özgürlüğünün kökleri hep
sevme yetisine, başka deyişle, ilgi, saygı, sorumluluk ve bilgiye
dayanır. Kişi yaratıcı bir sevgiyle sevebiliyorsa, kendisini de
sever; yalnız başkalarını seviyorsa, hiç sevmiyor demektir. (32)
Bir
ilişkiye belli bir zaman yatırımı yapmış olabilirsiniz. Devam
etmeyi seçerseniz eşinizi olduğu gibi kabul edip severek yeni bir
başlangıç yapabilirsiniz. Ama önce bir adım geri atıp kendinizi
olduğunuz gibi kabul edip sevmeniz gerekecek. Kendinizi ancak
nasılsanız öylece kabul edip severek gerçekteki gibi olabilir,
olduğunuzu da ifade edebilirsiniz. Neyseniz osunuz, hepsi bu başka
bir şeymiş gibi davranmanıza gerek yok. Olmadığınız gibi
olmaya kalkışırsanız kendinizi başarısızlığa mahkum
edersiniz.
Kendinizi
olduğunuz gibi kabul ettikten sonraki adım eşinizi kabul etmektir.
Bu insanla olmayı seçerseniz onda herhangi bir şeyi değiştirmeye
çalışmayın. Tıpkı köpeğiniz ya da keniz gibi bırakın neyse
o olsun. Olduğu gibi olmaya, özgür olmaya hakkı var. Eşinizin
özgürlüğünü kısıtladığınızda kendi özgürlüğünüzü
de kısıtlamış olursunuz, çünkü ne yapıp ne yapmadığını
denetlemeniz gerekir. Eğer kendinizi seviyorsanız kişisel
özgürlüğünüzden vazgeçmezsiniz. (32a)
Sevgi, iki insanın birbirlerine
varlıklarının özünden bağlanması, dolayısıyla her birinin de
kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir
ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevginin temeli de
işte bu “özden tanıma” yaşantısında yatar. Böyle yaşanan
sevgi sürekli bir meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil,
tersine, birlikte oluşma, büyüme ve çalışmadır; uyum ya da
çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir
artık; temel gerçek şudur: iki insan birbirlerini varlıklarının
özünden tanırlar. Kendilerinden kaçmak şöyle dursun,
kendilerini buldukları için bir olurlar. Sevginin varolduğuna bir
tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği, seven
kimselerin canlılığı ve güçlülüğü: budur sevginin
bulunduğunu gösteren meyve.(33)
Sevgi
nitelik ve nicelik açısından gelişip yayıldıkça, renklenip
biçimlendikçe, kişiliği olgunlaştırır ve yüceltir. Kişilik
gelişmesinde önemli rol oynayan sevgi yeterince doyurulmazsa ya da
aşırı doyurulursa güvensizlik yaratır. Sevgiye sağlanan doyum,
insanın kendisine ve başkalarına güven duymasını kolaylaştırır.
(34a)
Ben
Toroslardan Gelmiş Bir Halk Çocuğu
Ben toroslardan gelmiş bir halk çocuğu
Hileli, hesaplı, düzenli değil
Dağlardan, derelerden
Selam getirdim güç getirdim.
Yaşama gücü getirdim direnme gücü
Nergisler, laleler, kır çiçekleri
Dağ yemişi, çam sakızı
Çıkınımda şepit, tuz, biber, soğan
Hor bakmayın, yüksünmeyin
Alın kabul edin, işte yüreğimizin
Seven gönlümü getirdim size armağan.
Ahmet Tufan Şentürk
(35)
Sevginin Soysuzlaşması:
Sevgi açlığı çekiyorsanız,
yüreğinizde sevgi yoksa ve birisi çıka gelip, “Biraz sevgi
ister misin?” diyecek olursa? Bu sevgi için her şeyi yaparsınız.
Hatta öyle yoksullaşırsınız ki bir parça sevgi için ruhunuzu
verirsiniz.
Diyar diyar dolaşıp “Ne olur,
birisi sevsin beni. Öyle yalnızım ki, sevgiye layık değilim,
beni sevecek, sevilmeye layık olduğumu kanıtlayacak birisine
ihtiyacım var” diye sevgi dilenmenize gerek yok. Sevgi içimizde
ama bu sevgiyi göremiyoruz.
Sevgisiz olduklarına inandıklarında
insanların yarattığı dramı görebiliyor musunuz? Sevgi açlığı
çekiyor, başka birisinden biraz sevgi gördüklerinde büyük bir
gereksinim yaratıyorlar. Aldıkları bu sevgi onları muhtaç ve
saplantılı kılıyor. Büyük dram da işte o zaman başlıyor: “Ya
beni terk ederse? Ne yaparım o zaman?” Uyuşturucu satıcısı,
gündelik dozlarını sağlayan insan olmaksızın yaşayamaz hale
geliyorlar. Açlığını çektikleri bu bir parça sevgi uğruna
başkalarının yaşamlarını yönetmelerine izin veriyorlar.
Bırakıyorlar başkaları onlara ne yapacaklarını, ne yapmamaları
gerektiğini, nasıl davranacaklarını, giyineceklerini, neye
inanacaklarını, neye inanmayacaklarını söylesin. “Eğer şöyle
davranırsan seni severim. Yaşamının dizginlerini elime verirsen
severim seni. Yalnızca bana iyi davranırsan severim. Davranmazsan
unut sevilmeyi.”
İnsanların sorunu yüreklerinde
sihirli bir mutfak taşıdıklarını bilmemeleri. Bütün bu acının
nedeni yüreklerimizi uzun zaman önce kapayıp oracıktaki sevgiyi
duyumsayamaz olmamız. Yaşamımızın bir dönemine geliyor,
sevginin adil olmadığına inandığımız için sevmekten korkmaya
başlıyoruz. Sevgi can yakıyor.
Başka birisine iyi davranmaya,
başkalarınca kabul edilmeye çalışıyor, başarısızlığa
uğruyoruz. İki üç sevgilimiz, birkaç da kırık kalp oluyor
hanemizde. Yeniden sevmeyi fazlasıyla tehlikeli buluyoruz.
Kendimize yönelik öylesine çok
yargımız var ki öz sevgiden yoksun kalıyoruz. Ama kendimize karşı
sevgiden yoksunken sevgiyi başka birisiyle paylaştığımızı
nasıl söyleyebiliriz? Öylesine benciliz ki yaşamımızı
paylaştığımız insanın da bizim kadar muhtaç olmasını
istiyoruz. Varlığımıza anlam katmak, yaşamımızın bir nedeni
olduğunu duyumsamak için “bana gereksinen birisini” istiyoruz.
Aradığımızın sevgi olduğunu sanıyoruz. Oysa peşinde olduğumuz
“bana gereksinen”, çekip çevirebileceğimiz birisi. (35a)
<Güce-taparlık>
kültürünün egemen olduğu otokratik toplumlarda kadının cinsel
davranışları da bu çerçeve içinde biçimlenir. Bu toplumdaki
kadın da <otoriter erkek> arayacaktır. Kendisini <otoriteye
boyun eğen> kadın olarak biçimlendiren böyle bir toplum
yapısı, duygusal doyumunun sağlanması, hareketlerinin
belirginliğinin sağlanması, bütünleşebilmesi için <otoriter
erkek>le karşılaşmasını zorunlu kılar. Böyle bir erkeği,
kadın şu sözlerle tanımlar: <Bana sahip çıkan, güvenilir
erkek. Benim erkeğim.> <Kadınına sahip çıkan erkek>
imajı bu toplum yapısı içindeki kadın açısından çok
önemlidir. Bu erkeğin kıskanç olmasını doğal karşılayacak,
hatta bekleyecektir. <Sahip çıkma duygusu elbette kıskançlık
etme hakkını da vermektedir>. Hatta böyle kadınlar, eşlerinin
kendilerini kıskanmamasından rahatsız olurlar. Bu yapı içinde
kadına <sahip çıkan>, <onu çok kıskanan>, <her
şeyine karışan> erkeğin çok sinirlendiği zaman eşini
azarlaması, küfretmesi, dövmesi bile ilgisinin, sevgisinin, ship
çıkmasının bir parçası olarak kabul edilir. Bir yandan erkeğin
kötü davranışlarından yakınan ama hiçbir zaman da ayrılmayı
aklından bile geçirmeyen, birlikte yaşamayı sürdüren kadınların
davranışının kökeni budur. Burada otokratik bir toplum yapısı
içindeki erkek ve kadın rollerinin kabul edilmesi, benimsenmesi
yatar.
Bu
kültürün kadını da aynı kültürel davranışın sahibidir. O
da <erkeğini çok benimsel>, <aşırı kıskanmakta>,
onun her hareketini denetlemeyi kendi hakkı olarak görmektedir.
Böyle davranmayan kadınlar da toplum tarafından <eşini çok
boş bırakan>, <ona sahip olmayı başaramaan> kadınlar
olarak görülür.
Butün
bunları <elbette böyle olacak> diyerek doğal karşılayan
otokratik toplum insanlarının pek azı, davranışlarındaki
kökenin <korku ve güvensizlik nedeniyle güce-taparlık>
olduğunu bileceklerdir.(35b)
Sevgi konusunda, durum çağdaş
insanın bu toplumsal özelliğine göre ayarlanmıştır ister
istemez. Otomatlar sevemezler; olsa olsa “kişilik paketleri”ni
değiş tokuş edebilirler; bir kelepir peşinde koşarlar. Böyle,
yapı bakımından soysuzlaşmış sevginin, özellikle evliliğin en
anlamlı örneklerinden biri “çift” fikridir. Mutlu evlilik
üzerine yazılan her yazıda anlatılan ideal karı koca, çok iyi
geçinen bir çifttir. Bu görüş, iyi çalışan “görevli”
fikrinden pek de uzak bir şey değildir; böyle bir görevli
“oldukça bağımsız” olmalı, başkalarıyla işbirliği
yapabilmeli, anlayışlı, aynı zamanda tutkulu ve atak olmalıdır.
Bu yüzden evlenme kılavuzu, kocanın karısını “anlaması”
nı, ona yardımcı olmasını önerir. Koca karısına yeni giysisi
ya da pişirdiği güzel yemekler için iltifat etmelidir. Kadın da
kocası eve yorgun ve sinirli geldiğinde onu alamalı işindeki
güçlüklerden yakındığı zaman onu dikkatle dinlemeli, kocası
doğum gününü unutursa kızmamalı, bunu anlayışla
karşılamalıdır. Bu çeşit ilişkiler, yaşamları boyunca
birbirlerine yabancı kalan, özden öze bağlılık kuramayan,
birbirine ancak nezaketle davranan, karşısındakinin kendisini daha
iyi hissetmesine
yardım etmeye çalışan iki kişi
arasında iyi yağlanmış ilişkilerden başka bir şey değildir.
Bu sevgi ve evlilik anlayışında
önemli etken dayanılmaz yalnızlık duygusundan kaçıp bir şeye
sığınmaktır. Hiç değilse bu “sevgi”de insan yalnızlıktan
kaçıp sığınılacak bir liman bulur. İki kişi birleşip dünyaya
karşı bir ortaklık kurarlar; bu iki kişilik (a deux) bencilliğin
de sevgi ve yakınlık olduğu sanılır. Sık rastlanan, “büyük
sevgi” diye yaşanan (daha çok da filmlerde, romanlarda böyle
sunulan) yalancı bir sevgi türü de putlaştırıcı sevgi'dir.
Kişi kendi güçlerinden yaratıcı bir biçimde dışarı
aktarılmasından doğan bir kimlik, bir Benlik duyacak düzeye
ulaşamamışsa, sevdiği kimseyi “putlaştırmak ister. Kendi
yaratıcı güçlerinden kopmuştur; bunları sevdiği kimsede bulmak
ister; ona tüm sevgilerin, ışığın, mutluluğun kaynağı
summun bonum (üstünlük simgesi) olarak tapar. Böylece kendisi tüm
güçlülük duygularından yoksun kalır; sevdiğinde kendini
bulacağına, onda yitirir kendini. Uzun sürede hiç kimse,
kendisine tapan kişiye beklediklerini veremeyeceğine göre, umut
kırıklığı kaçınılmaz bir şey olur; bundan kurtulmak için
tek çıkar yol yeni bir put aramaya koyulmaktır; bazen bu bir
kısırdöngü biçiminde sürüp gider. Bu çeşit putlaştırıcı
sevgide en belirgin özellik, başlangıçta sevginin çok yoğun
olması ve birdenbire doğmasıdır. Putlaştırıcı sevgi
çoğunlukla gerçek sevgi, büyük sevgi diye tanımlanır; oysa bu
tanım bir yandan sevginin yoğunluğunu ve derinliğini belirtirken
öte yandan da puta tapanın açlığını ve umutsuzluğunu ortaya
koyar. (36)
Horney'in
görüşünün dayandığı ana kavram "temel kaygı"dır,
yani saldırgan olabilecek bir dünyada çocuğun ve insanın kendini
güvensiz hissetmesidir. Kaygısını ve eksiklik duygularıını
giderebilmek için kasılanlar, kendini beğenenler olduğu gibi,
ağlayarak sızlanarak ilgi çekenler, başkalarını ezerek güç
kazananlar, her türlü yarışta birinci olmayı amaçlayanlar,
para, mal, mülk toplayarak kendilerini güvenceye alanlar da vardır.
Kendini güvenceye alabilmek için kaygılı bireyin başvurduğu bu
stratejiler, zamanla kişiliğin bir parçası olup, onu yöneten
güçler, yeni dürtüler, güdüler, ihtiyaçlar haline dönüşebilir;
ilişkilerini baltalar ve bir kısır döngü oluşmasına yol açar.
Güvence uğruna belirli bir stratejiye saplanan kaygılı kişi, bu
stratejiyle güvence kazanamadığında kaygısı artar. Bu yolla
dilediği huzuru bulması olanaksızdır. Nevrotik kişiliğin
ihtiyaçları insanlara yönelik, insanlardan uzaklaşıcı ve
insanlara karşı olabilir. Nevrotik kişinin sevilme ihtiyacı
insanlara yönelik olmanın, bağımsızlık ve yeterlilik ihtiyacı
insanlardan uzaklaşmanın, başkalarını sömürme ihtiyacı
insanlara karşı olmanın örnekleridir. Normal birey bu üç
yaklaşımı birbiriyle bağdaştırarak kaygılarını
çözümleyebilir. Nevrozlu birey çok şiddetli kaygıların tutsağı
olduğundan yalnızca birine katıca bağlanır. (36a)
Bağımlı insan, yaşamın her
döneminde peşinden gideceği fareli köyün kavalcısını bulur.
Bu tür insanlarda önemli olan, çoğunlukla aynı düşünceleri
paylaşmaktır. Bu paylaşmada onların payına düşen her zaman
kölece boyun eğemedir. Fakat bu kölece boyun eğiş, onlara farklı
ve özgün bir birey olmanın doğurabileceği dışlanma
tehlikesinden uzak yaşama hakkı verir. Bu duygu aslında sürüden
biri olmanın getirdiği ahır sıcaklığının sevgisidir. (37)
Leyla isteyen kişi mecnun olmalı;
kendinden de, dünyadan da geçmeli.
sevenlerin sofrasına çağırılınca
ben körüm, ben dilsizim demeli.
Ömer
Hayyam
Bir insanın sevdiği kişiye olan
ilgisi azalmış, bunun yerini korku almış ise o kişiye duyulan
sevgi gerilemeye başlar. Muhatabından zarar göreceği endişesine
kapılan kişinin davranışları savunma şeklini alır. Ancak insan
bazen nefret ettiğini zannettiği kişiyi aslında seviyordur.
Mesela, çok sevdiği birini ele geçiremediğinde ona karşı öfke
duymaya başlar. Kusurlarını görür, iyi taraflarını yok kabul
eder. Hoşlanmadığı yönlerine odaklandığı için de küçük
hatalarını büyütür, her yaptığını kötü görür ve nefret
duyguları taşır. Bu olumsuz abartılı algılamaların tam zıddını
temsil eden bir sevgi türü de söz konusudur. Seven kişi,
sevdiğinin gerçek dışı bir şekilde iyi olduğunu düşündüğü
için ondan gelebilecek muhtemel zararları göremez. (36)
Başka bir yalancı sevgi türü de
“romantik sevgi” diye adlandırılan sevgidir. Bu sevginin özü,
sevginin yalnız bir düş olarak yaşanması, gerçek bir insana,
somut olarak duyulan bir şey olmamasıdır. Bu çeşit sevginin en
yaygın örnekleri, sinema ve dergilerdeki aşk öykülerini, sevgi
üzerine yazılmış şarkıları açgözlülükle yutan kişilerdir.
Romantik sevginin başka bir yönü de sevginin zaman içinde
soyutlaştırılmasıdır. Bazen bir karı koca, eski sevgilerinin
anılarıyla çok derinden duygulanırlar; oysa o geçmişi yaşarken
böyle bir sevgi – ya da gelecekteki sevgi düşleri olmamıştır
ortada.(37)
...dayanamıyorum
artık. Başım dönüyor. Ayşe, korkma yanındayım diyor. Bir gün
hepimiz yok olacağız. Yaşamak gereksiz. Güzel şeyler yapmamıza
izin vermiyorlar, o halde niçin yaşıyoruz, diyorum Ayşe'ye. Şu
güzel çiçeklere bak, diye yanıtlıyor.
… Ayşe'den
bıkmamıştım hiçbir zaman. Ama bu birliktelik bir gün bitecek. O
zaman ne yapacağım. Geleceği hiç düşünmemeye çalışıyorum.
Beni hiç bırakma diyorum. Ayşe'ye. Bakışları yorgun, bezgin.
Sıkılıyor benden. Tıkanıyorum, nefes alamıyorum. İçimdeki
kötümserliği atamıyorum. Dünya ile barışık olamayacak ruhum.
Ayşe yaşamak istemiyorum, diyor. Kendimden korkuyorum. İçimde
büyüyen saldırganlık duygusu benliğimi cehennemi acıların
içinden kıvrandırıyor. İstekler ile elde edilenler arasındaki
büyük orantısızlık beni dehşete düşürüyor. Ayşe'ye
sarılıyorum.
… Ayakta
durabilmek için büyük çaba harcıyorum. Bir güç beni karanlık
kuyunun dibine çekiyor. Her an ölümle burun burunayım. Garip bir
dürtünün etkisiyle değişik kişiliklere bürünüyorum. Az
konuşuyorum, sesimin tonunu değiştiriyorum. Suratıma, alaylı,
acıklı karışımı bir maske geçiriyorum. Etkili oluyor.
Günlerimin sayılı olduğu duygusuyla her eylemimin tadını
çıkarmaya çalışıyorum. Sokakta yürürken attığım adımlara
estetik ve ritmik bir düzen getiriyorum. Kendimle o kadar meşgul
oluyorum ki dünyada her şeyin hareketsiz olduğu duygusuna
kapılıyorum.
Bu duygu beni o kadar huzursuz ediyor ki ölümden başka bir çıkışım
olmadığını düşünüyorum. Ayşe beni omuzlarımdan tutup
sarsıyor. Ayaklarına kapanıyorum, binlerce kez af diliyorum ondan.
Yaşam ciddiyetini tümüyle yitiriyor. Neyi ne amaçla yapacağımı
bilmeden yuvarlanıyorum yaşam çukurunun içine.
…Sonsuzluğun
ötesinde yeniden doğuyorum. İçinde yaşadığım dünyayı artık
küçümsüyorum. İnsanoğlu ve evren birbirini tamamlıyorlar.
Hiçbir şeye saldırmıyorum. Ayşe'yi okşuyorum. Acılarım sona
erdi, diyorum. Doğayla baş başa yaşayacağız. Tüm teknoloji
yokoldu. Her tarafımızı saran acaip makinalardan kurtulduk.
Matematik, fizik, biyoloji, kimya, vs. bilimlerin mutluluğa yararı
olmadığından insanlara öğretilmesinden vazgeçildi. Sağlık
hizmetlerinde artık teknoloji kullanılmayacak. İnsan sağlığını
teknik göstergelere bağlayan yöntemin hastaneleri mutsuzluk
dağıtan merkezler haline dönüştürdüğü anlaşıldı. Ayşe
ile uçsuz bucaksız yeşilliklerde yürüyoruz. Yine oturuyoruz.
Sevgimizin sonsuzluğa uzanması için dua ediyoruz.
… Fakültede
asistan olarak çalışıyorum. Ayşe de bir bankada memur. Paramız
yetmiyor bir türlü. Cemil'in işleri iyi gidiyormuş. Ayşe
anlatıyor. Hatta Ayşe'ye parasal sorunlarımızın çözümlenmesi
için bizim için büyük olan bir miktarda borç vermiş. İstersem
yanında çalışabilirmişim. Susuyorum. Tuhaf şekillerin içine
giriyorum. Pop müzikle dans ediyorum. Kitap okuyorum. Ayşe'yi
öpüyorum sevişiyoruz. Çıldırıyorum herhalde. Ayşe'nin
dudakları titriyor. Duvara yaslanıyorum . Ayaklarımı sallıyorum.
Kahkahalarla gülüyorum. Ayşe yanıma geliyor. Gözlerimin içine
bakıyor. Sevgilim her şeyim diyor, sıkıca sarılıyor bana. Seni
ne kadar sevdiğimi bir bilsen
diyor.
İçim eziliyor. Başım dönüyor. Kanım çekiliyor, yüzüm
bembeyaz. Doktora gidiyoruz. Çevreye uyumsuzluktan kaynaklanan
ruhsal çöküntü! Yaşam biçimini değiştirmeliyim.
Basitleşmeliyim. Herkes gibi olmalıyım. Kendimi olağanüstü
görmemeliyim. Tchaikovski'nin 1. piyanı konçertosu çalıyor.
Yükseliyorum, yokoluyorum. Koşuyorum ve jiletle bileklerimi
kesiyorum. Ayşe hastaneye zor yetiştiriyor.
… Aylarca
bir klinikte tedavi görüyorum. Ayşe her gün ziyaretime geliyor.
Daha sonra, astronomik rakamlara varan bakım masraflarını Cemil'in
karşıladığını öğreniyorum. Cemil her konuda bize yardımcı
olmaya devam ediyor. Her şeyi kabullenerek şiir yazıyorum. Ayşe'yi
başka bir erkekler paylaşmaya alıştırıyorum kendimi. Cemil'in
yanında yorucu olmayan bir işte çalışıyorum. Yıkıntılar
içindeyim. Sanki bombardımandan harabeye dönmüş bir şehirde
dolaşıyorum. Ayşe her akşam kucaklıyor beni. Gözleri yaşlarla
dolu. İyileş artık diyor. Donuk donuk bakıyorum. Dünya ile
aramda aşılamaz bir uçurum var. Ellerimi uzatıyorum. Kaloriferin
sıcaklığını içime alıyorum. Boynumu kısıyorum.
Sembolistlerden, sürrealistlerden şiirler okuyorum kendi kendime.
Ayşe'yi görünce tedirginleşiyorum. Başımı omuzuna koyuyorum.
Haydi çıkalım diyorum diyor. Soğuk kış günü. Titriyorum.
Birbirimize tutunarak yürüyoruz. Ayşe'nin ellerini çok sıkıyorum
herhalde ki bana korkma sevgilim seni hiç bırakmayacağım, diyor.
… Ayşe
koltukta oturuyor. Örgü örüyor. Ayaklarına kapanıyorum.
Ellerimle okşuyorum küçük parmakları. Kaçmak istiyorum ama
nereye ? Çağdaş insanın komik duruma düşen dorumluluk anlayışı
peşimi bırakmıyor. Görevim, az da olsa bir şeyleri iyi yönde
değiştirmek. Ayşe örgüyü bırakıyor, saçlarımı okşuyor.
Senden kurtulamayacağım, diyor. Her tarafım zangır zangır
titremeye başlıyor. Sarılıyorum. Düş dünyasından çıkıp
dışa dönük yaşamalısın. Sevgisiz yaşamın kurallarına
uyamadığımı söylüyorum. Gündüz insanları yiyen, boğazlayan
bir canavar, gece insanlara sevgi dağıtan bir melek olamam. Her
şeyi abartıyorsun, diyor. Kural basit: yaşam şöleni için az
sayıda basılan davetiyelerden birini kapmak. Başım dönüyor.
Sevgiyi uzun süre bozulmadan yaşatamazsın. Sevgi basitleşmeye,
sıradanlaşmaya, yaşam savaşında ufak bir garnitür seviyesine
düşmeye mahkumdur. Ayşe duruyor birden. Hıçkırarak ağlamaya
başlıyor. Ya şimdi sevgimiz için kendimizi öldüreceğiz, ya da
yaşamak için sevgimizin şeklini değiştireceğiz. Ruhlarımız
maddenin egemenliğine boyun eğecekler. Başka çıkış yok. Bu
olağanüstü sevgin yaşamımı durdurdu. Bu işe bir son vermek
gerekiyor. Donuklaşıyorum, kaskatı kesiliyorum. Gözlerimi yatakta
açıyorum. Ayşe başucumda ellerimi tutuyor. Affet beni diyor.
Artık ayakta durmasını öğrenmek zorundasın. Seni, sevgini,
hiçbir şeyi unutmayacağım. Birbirimize acıyarak, tutunarak
yaşamak ikimiz için de büyük işkence. Anla beni.
…Bitti.
Ayşe yok artık. Ne yapacağım. Çıldırıyorum. Göğsümdeki
yara kanıyor. Acılarım korkunç boyutlara varıyor. Gözlerimi
kapatıyor ve Tanrı'ya ruhumu yukarı çağırması için
yalvarıyorum. Sabahları Ayşe'siz uyanmak dayanılmaz bir işkence.
Bir seyahat acentasında çalışmaya başlıyorum. Sen sıradan bir
adamsız, sıradan bir işin var, sıradan bir yaşamın var. Ruhumu
tüketiyor, yokediyorum. Her tarafa gülücükler dağıtan salak bir
adam oluyorum. Verilen işleri tartışmasız yapıyorum. Acentada
kimsenin ilgilenmediği bir kızla flört etmeye başlıyorum.
Tutkusuz, özlemsiz, kupkuru bir yaşamın içine atıyorum kendimi.
…Acılar
içinde kıvranırken sessizlik içinde beklenir ölüm. Konuşmak
anlamsızdır artık. Haykırmak, bağırmak, belki de ağlamak
isteriz; fakat sessizlik tüm bu eylemlere baskın çıkar;
sonsuzluğa uzanan gülümseyiş ölüm duygusundan garip bir
mutluluk evreni yaratır. (38)
Başka bir hasta sevgi türü de
insanın kendi sorunlarından kaçmak için yansıtma yöntemleri'ni
kullanması, ve bu nedenle “sevdiği'nin eksik, zayıf yanlarıyla
ilgilenmesidir.
Karşılarındaki insanın en küçük
eksikliklerine bile çok büyük bir duyarlılık gösterirler,
kendilerininkini aptalca bir mutluluk içinde görmezlikten gelir –
hiç durmadan karşılarındakini suçlamaya ya da düzeltmeye
çalışırlar. Karşılıklı iki kişinin ikisi de böyle
davranırsa -ki durum çoğu zaman böyledir – sevgi bağlılığı
karşılıklı olarak suçu üstünden atma işlemine dönüşür.
Yansıtmanın başka bir biçimi de,
insanın kendi sorunlarını çocuklarına aktarmasıdır. Her şeyden
önce bu çeşit üstünden atmaların çoğunlukla çocuklar için
yapılan dileklerde ortaya çıktığını söyleyelim. Bir insan
yaşamını değerlendiremediğini anlarsa, bu eksikliği
çocuklarının yaşamını değerlendirerek gidermek ister. Ama bu
durumdaki insan, çocuklarını başarısızlığa sürükleyeceği
gibi kendi içinde de yenilgiye uğrayacaktır çocuklarını
başarısızlığa sürükler çünkü varlık sorununu kişinin
yerine başkası değil herkes kendisi çözebilir ancak.(39)
"sen olmadan ben bir hiçim!"
türünden iletiler, patolojik aşkı çağrıştırmaktadır.
Patolojik aşk, yapışkan, güvensiz bir ilişki tarzıdır, çok
farklı görünümlerle ortaya çıkabilir. eşlerden birinin
diğerine -fiziksel ya da duygusal açıdan- eziyet etmesi, diğerinin
ise bundan rahatsız olduğu halde bir türlü kurtulmaması,
kurtulmayı istememesi veya çiftlerin sürekli ayrılıp ayrılıp
tekrar birleşmeleri ve bu durumu hayat boyu sürdürmeleri,
patolojik aşka örnek verilebilir. Patolojik aşk sergileyene
kişiler, bazen, 'Sen yalnızca bana aitsin; ya benimsin, ya kara
toprağın,' mesajını verirler. Bazen se sevgililerine yapışıp,
"Ben sensiz yapamam, sensiz bir hiçim," derler. Sürekli
ayrılıp ayrılıp birleşen çiftler, aslında farkında olmadan,
'Ben sensiz de yapamam, seninle de yapamıyorum,' mesajını
verirler. bu son cümle, patolojik aşk köleliğini güzel
özetlemektedir. (40)
Gençler çok defa içlerinde
duydukları "anlık" mutluluğun gerçek sevgi olup
olmadığından habersiz ilgi ve sevgi gördüğü kişilerin
peşinden pembe hayallerle yola çıkıyorlar. Halbuki çocukluk
yıllarında doyurulmamış anne sevgisi kişinin bir ömür boyu
sevgiye muhtaç yaşamasına sebep oluyor. (40a)
Mesela, depresyonda beynin sevgi
üreten alanları yeterince çalışmadığı için, yaşama sevinci
kaybolur, kişi ölmek ister. Yani sevginin tabanda olduğu ve beynin
sevgi üretmediği hastalıklar, melankolik depresyonlardır. Bunlar
en ağır depresyon türleridir. Sevginin çok yoğun yaşandığı
diğer bir depresyon türü de manik bozukluktur. Manik hastası her
şeyi sever ama kontrolsüz sever. Duyguların kontrolü ortadan
kalktığı için kendisine ilgi duyan, birazcık güler yüzlü olan
kişiye verebileceği her şeyi feda eder. Manik bozuklukta, beynin
sevgi ve duyguyla ilgili alanları aşırı derecede çalışır,
depresyonda ise bu alanlar baskılanır. (41)
Melânkoli
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlayamam kaderimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer Kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...
Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içerisi ölür.
Sabahattin Ali
Çağdaş dünyada aşkın dinden çok
daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik başarının
kutsal kitabıdır. Özellikle Amerika'da çoğunluk tarafından
kişinin aşkını işine karıştırmaması gerektiğine, böyle bir
şey yaparsa bunun aptallık olduğuna inanılır. Ne var ki burada
da tüm insansal konularda olduğu gibi bir denge gereklidir.
Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı
durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama
aşkı meslek uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır,
üstelik yiğitçe hiçbir yanı olmayan bir aptallık. Ne yazık ki
istesek de istemesek de, tümüyle para kazanma temeline oturmuş bir
toplumda, bu oluyor. Tipikbir iş adamını, özellikle Amerika'da,
gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden
itibaren en yetkin düşüncesinin tümünü ve tüm işe yarar
gücünü parasal başarısı için harcar, bunun dışında kalan
her şey onun için önemsiz bir eğlencedir. Gençliğinde bedensel
gereksinmelerini ara sıra gittiği orospularla giderir, gecikmeden
de evlenir, ne var ki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi
duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla
içten bir ilişki kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner,
sabahları daha karısı uyanmadan erkenden kalkar. Pazarını gol
oynayarak geçirir, zira bu idman para kazanma yarışında onu dinç
tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa ona son derece
kadınsı gelir, bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana
değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dışı aşka da
vakti yoktur ve böylece iş nedeniyle evden uzaklara gitti zamanlar
orospuları ziyaret eder. Karısı ona karşı cinsel olarak
çoğunlukla soğuk davranır, ama bunu hiç şaşmaz zira onun da
karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinç altında nedenini bir
türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluğun büyük
bir bölümünü işte bastırır, ama doyumsuzluğun büyük bir
bölümünü işte bastırır, ama doyumsuzluğun bahsi müşterekli
döğüşleri izlemek ya da ilericileri kovuşturmak gibi sadistçe
tadlar aldığı pek hoş olmayan başka biçimlerde de
giderilebilir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf
işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur; iyi ve özgür
kişilerin rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar.(42)
Bir elmanın yarısı... Aslında,
birliktelik, eksiklik ve muhtaçlık durumunda kurulduğunda ortaya
çıkan şey bütünlük değil, sorunlardır. Yarım kişiliklerle
olan birliktelikler, toplama değil çarpma işlemi gibidir. Yarım
çarpı yarım, bir değil, çeyrektir. Sağlıklı birliktelik,
olgun ve bireyselleşmiş farklı kişiler arasında eşit haklarla
yapılan uzlaşmalara dayalı bir bütünleşmedir. Kişiler
bireyleşmişse bir artı bir, iki ve bir artı bir, üç edebilir.
Muhtaçlıktan doğan sevgi sağlıklı değildir. Kendisi için
seven kişi yarımdır ve karşıdakine, bir biçimde, eninde sonunda
zarar verir. (43)
Eğer birey, akıl ve sevme yetisini
geliştirmemişse, özgürlük ve bireysellik sorumluluğunu
yüklenemez; bunlardan kaçıp kendisine, ait olma ve köklülük
duyguları veren yapay bağlılıklara sığınmaya çalışır.
(Sağlıklı toplum) Suç işleyen ya da suç işleme eğilimi
gösteren kişilerin, özellikle gençlerin ruhsal yapılarında
ortak özellikler vardır. Bunların tanınması, suç işlemeden
önce
onlara yardımcı olma olanağı verir.
Suç işleme eğilimi gösteren çocuklar ve gençler alabildiğine
sınırsız özgürlük isteğine karşılık sorumluluktan kaçarlar.
Ana babadan başlayarak bütün yetkelere karşı çıkıp tepki
gösterirler. Sorunları kaba kuvvet ve beden gücüne dayanarak
çözerler. Kısa kolay yoldan doyuma ulaşmak isterler. Cinsel
sapıklık gösterirler. Engelleme karşısında çabuk kızıp
öfkelenirler. Ölçüsüz, gereksiz
tepki gösterirler. Kendi başlarına güvenli ve yeterli
olmadıklarından daima kendilerine benzer kişilerden oluşmuş
gruplar içinde bulunurlar. Alkol ve uyuşturucu madde kullanma
eğilimleri yüksektir. (44)
18
yaşında bir genç grupta bulunuş nedenini şöyle anlatıyordu:
“Ailem,
annem babam bana ilgi ve sevgi göstermedi. Babam sürekli aşağıladı,
küçümsedi, horladı. Onlarla hiçbir konuda anlaşamadım. Bana
anlayış göstermediler, destek olmadılar, yardım etmediler.
Ortaokul döneminde derslerim kötü gitmeye başladı. Dersler
kötüleştikçe annemin, babamın bana karşı ilgisi büsbütün
azaldı. Beni bir köşeye ittiler. Bütün ilgi ve sevgilerini
kardeşime verdiler. Ortaokulu beş yılda bitirip liseye geçtim.
Oturduğumuz semtte değişik çevreden 5-6 arkadaş edindim. Onlarla
gezip dolaşmaya, kızlarla arkadaşlık yapmaya başladım. Bu arada
arkadaşlarla bir kahvede toplanıp birlikte içki içmeye gittik.
Arada esrarlı sigara da kullandım. Babamın harçlık olarak
verdiği para yetişmediği için annemden, babamdan para çaldım.
Günün birinde yakalandım. Evde kıyamet koptu. Evde iyice
uzaklaştım. Gruba kızların katılmasıyla dokuz kişi olduk. Bir
arkadaşımızın yazlık evinde toplanmaya başladık. Grup içinde
arkadaşlarla birlikte rahat ve mutlu oluyordum. Zaman zaman kız
yüzünden başka gençlik gruplarıyla çatışıyorduk. Bir
keresinde iyice dayak yedim. Yüzüm gözüm morardı. Bu arada
ailemden bütünüyle koptum. Onlar da beni aramamaya başladılar.
Nerdesin, diye sorduklarında, arkadaşımda kalıyorum, diye cevap
veriyordum. Üstelemiyorlardı. “Mutlu değilim. Ne yapacağımı
bilmiyorum. Gelecekten umudum yok” (45)
Başarılı davranıp başarılı
birisi olmaya, bundan dolayı da başkalarının sevgi ve taktirini
kazanmış olduğumuz gibi yanılgılı bir inanışa mahkum
edildiysek, bütün çabamız öbür kutup olan “başarısız,
taktir edilmeyen, sevilmeyen birisi” olmamaya yönelecektir. Yok
eğer, başarısız davranıp, başarısız biri olduğumuz
yanılgısına kendimizi kaptırmışsak, bu kez de tüm çabamız,
başkalarının sevgi ve takdirini elde edeceğimize inandığımız
“başarılı, sevilen ve takdir edilen birisi” olmaya
yönelecektir. İşte bu kutuplar arası yolculuğun faturası da
kaygıdır.
Sınanma kaygısının dili, yasalara
dayalı bir dildir; başarılı olunması gerekir; hata
yapılmamalıdır. Saygı görmek için, başarılı davranmak
şarttır. Başarısızlıktan kaçılmamalıdır. Kişi kendine
saygınlık sağlamak için başarılı olmak zorundadır. Çalışmak
her zaman, eğlenmeden önce gelmelidir. Kendini kanıtlamak için,
başarılı davranmak şarttır. Kaygı dili sevgi ve saygı uğruna,
bu tür yasalara kölelik etmeyi gerektirir.
Kaygı, “kişiliğin”, tıpkı bir
hisse senedi gibi sınanabilen ve değeri inip çıkabilen bir
“varlık” olduğuna ilişkin yanılgılı inancın pahalı bir
bedelidir. Pahalıdır, çünkü bize verilmiş vadeli yaşamı,
olmayan ve olamayacak bir kişilik değeri peşinde
koşuşturmak için harcatır; pahalıdır, çünkü risk alma ve
yaşama cesaretini sömürür; pahalıdır, çünkü potansiyelimizi
kullanıp anlamlı gelişmeler gerçekleştirmek yerine, durmamızı
ve gerilememizi sağlar; pahalıdır, çünkü bizi şimdiki
varoluşumuzda değil, yaşanıp bitmiş geçmişte ve de henüz
yaşanmamış gelecekte tutar... (46)
sevgi
güzellik ister
sevgi güzellik ister gülüm,
güzellik emek ister.
güzellik tende değil gülüm,
yürekte ateş ister.
bir çocuk dudağıyla
yanakta bir sıcaklık.
yalnız güzellik değil,
sevgi özgürlük ister.
sevgi güzellik ister gülüm,
güzellik emek ister.
güzellik tende değil gülüm,
yürekte ateş ister.
aşkların en soylusu
birken birçok olandır.
sevginin en güzeli
paylaşılan emektir.
aşkların en soylusu
birken birçok olandır.
çıkarsız ve sınırsız
paylaşılan yürektir.
İlkay Akkaya
İnsan ilişkileri ders
kitabında yer verilen şu ifade dikkati çekmektedir:
“
Kişisel
özellikler de sevginin belirleyicilerindendir. Cana yakın, fiziksel
çekiciliği olan, içten kişiler daha fazla sevilirler...” (abç,
Yamanlar 2002, 25).
En insani duygu olan sevgiyi, fiziksel çekiciliğe indirgeyen ya
da bununla açıklayan bir yaklaşım içinde söylenecek söz bulmak
kolay değildir. Burada sadece, bu kitabın yazarının çok sayıda
ve değişik konularda kitap ürettiğine işaret etmeyi gerekli
görüyorum. Aynı kişinin yazdığı kitaplar arasında bu
çalışmada tespit edilebilenler şunlardır: “Lise insan
ilişkileri ders kitabı, 2002”, Lise sosyoloji ders kitabı,
2000”, “Lise demokrasi ve insan hakları ders kitabı, 2001”.
(26)
Sevgi – Şiddet, Nefret
Hayatın, biz insanları katı ya da
yumuşak yürekli yaptığı söylenir. Yüreğimizin katılaşmasıya
da yumuşaması, yaşam koşularına da bağlanır. Tabii ki koşullar
iç ve dış dünyamıza etki ediyorlar, duygu ve düşüncelerimizi
şekillendiriyorlar. Ama bizim izin verdiğimiz ölçüde böyle bir
güce sahip olduklarını da unutmayalım. Yaşlanınca nasıl bir
insan olacağımız “malzemeye” bağlıdır. (47)
Sağırlar Okulu’nda
yılda en az üç kez öğretmenler kurulu toplantısı yapılırdı.
Bu toplantılara İl’in normal okullarında bulunan özel alt
sınıflarımızda görev yapan ve kadrosu bu okulda olan
öğretmenler de katılırlardı. Toplantılar uzun sürer, tüm
sorunlar burada tartışılırdı.
İşte böyle bir toplantıda
gündem gereği, ilde normal okullardaki alt sınıflarda görevli
öğretmenlerimize konuşma fırsatı verilmişti. Çok tanınan bir
okulun özel alt sınıfında sağırlar sınıfı okutan öğretmen
Figen Hanım söz aldı. Okutmakta olduğu sağırlar sınıfının
araç gereçlerini muhafazada zorlandığını, normal sınıflarda
okuyan öğrencilerin zaman zaman dersliklerine girerek masa
örtülerini kirlettiğini, sıraları karıştırdığını ifade
etti. Masa örtülerini koruyamadıklarını, temiz tutmada ve
kirlenenleri yıkattırmakta zorlandıklarını söyledi. Daha sonra
da başından geçen bir olayı anlattı:
-Geçen gün
öğrencilerimden birinin midesi bulandı. Öğürmeye başladı.
Hemen koşarak yanına gittim. Maksadım kusma ihtimali varsa
lavaboya götürmekti. Fakat birden kasıldı. Anlamıştım hemen
kusacağını, artık lavaboya yetiştirme imkanı kalmamıştı. Bu
durumda masa örtüsü ve tabandaki halı berbat olacaktı. Hemen
iki elimi birleştirerek ağzına tuttum. Öğrencim büyüyen
gözlerle bana bakarken ben “evet” şeklinde onayladım. Bu
hareketler saniyelerle olup bitmişti. Çocuk öğürerek avucuma
kustu. Rahatlamıştı fakat korkan gözlerle bana bakıyordu.
Yüzüne bakarak tebessüm ettim, O’da gülümsedi. Çok şükür
halıyı ve örtüyü kurtarmıştım, tabi ki diğer sevindirici
yönü de önemli bir rahatsızlığının olmadığıydı. Avuç
dolusu kusmuğu götürerek lavaboya boşalttım ve ellerimi
yıkadım.
Öğretmenler kurulunda Figen Hanımın bu olayı
anlatması beni çok etkilemişti. Kendimi çok hoşgörülü ve
sevgi kaynağı sanıyordum. Bütün sıtandartlarım değişti.
O’na çok imrendim. Çıktığımızda kendisini tebrik ettim.
Ancak morali çok bozuktu. Çünkü bu konuşmaya bazı öğretmenler
çok kızdılar. Bazı arkadaşların midesi bulandı. Öğürmeye
başlayanlar oldu. Hele bir bayan öğretmenimiz çok sert tepki
gösterdi:
-Hocahanım bir kere yaptığınız davranış çok
yanlış. İkinci yanlış da bu olayı marifetmiş gibi bize
anlatmanız. Şu hale bak hepimizin midesi bulandı. Arkadaşları
ne hale koyduğunuzu görmüyor musunuz? Biz öğretmen miyiz dadı
mı, yoksa hastabakıcı mı? Bari çocukların altını da alalım
olsun bitsin. Zaten özel eğitim öğretmeniyiz diye bu çocuklardan
çektiklerimiz belli. Üstüne üstlük bir de bu işler. Lütfen
kendinize geliniz bir daha olmasın.
Öğretmenler kurulu
karışmıştı. Figen Hanımı destekleyenler de vardı belki.
Fakat O’nların sesi pek çıkmıyordu. Konuşanlar daha çok
karşı olanlardı. Bir uğultu öğretmenler odasını sarmıştı.
Birden Figen Hanımın sesi duyuldu. O’nun sesini duyan herkes
sustu. Bazıları belki de özür dileyeceğini umuyorlardı. Fakat
hiçte öyle olmadı. Figen Hanım salonu dikkatlice süzdü.
Aleyhte konuşanlara tek tek bakarak konuşmaya başladı:
-Değerli
arkadaşlar, bakıyorum da bazılarınızın kalbine hiç çocuk
sevgisi uğramamış. İğrenenler bir an evvel bu meslekten ayrılsa
iyi eder. Çünkü özellikle özel eğitimde bu özveriyi yapamayan
başarılı olamaz. Çocuğu sevmeyen de bu tür davranışlara
katlanamaz. Beni tebrik etmenizi beklemiyordum. Fakat tavrınızı
çok yadırgadım. Bana gelince, sizin tepiklerinizden dolayı bu
tür davranışlardan vaz geçeceğimi sanıyorsanız
yanılıyorsunuz. Ancak şu kadarını söyleyeyim, ellerin
kirlenmesi o kadar önemli değil, kirlenen uzuvlar temizlenebilir.
Asıl olan gönüllerin temizliğidir. Bu temizliği sağlayan da
sevgidir. Sevginin dışında, kirlenen bir kalbi hiçbir şey
temizleyemez.
Figen Hocahanım konuştukça ortalık biraz daha
sessizleşiyordu. Herkes hayal kırıklığına uğramıştı. O’nun
özür dileyerek ortamı yatıştıracağını sananlar sus pus
olmuş, sanki kaçacak delik arıyorlardı. Artık bu noktadan sonra
kimsenin O’na cevap verebileceği bir ortam kalmamıştı. Bu zor
durumu okul müdürü kurtarmaya çalıştı:
-Arkadaşlar on
dakika sigara ve ihtiyaç molası verelim. Tekrar toplantıya devam
edeceğiz.
On on beş dakika sonra toplantı yeniden başladı.
Ancak gündem başkaydı. Bu konu bir daha açılmadı. O günkü
toplantının kalan kısmı olaysız, fakat can sıkıcı şekilde
tamamlandı. Toplantı sonunda da herkes görevine döndü.
Bir
süre sonra Figen Hocahanım için Hacettepe Üniversitesi’nin
Özel Eğitim Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışması
için teklif geldi. Bu çocuklar sahipsiz kalır diye kabul etmedi.
Zengin aileler özel eğitime muhtaç kendi çocuklarına evde özel
öğretmenlik yapması için büyük paralar teklif ettiler. Hiç
birisini kabul etmedi.
-Benim devlet okullarındaki bu çocuklara
borcum var. Devletim beni emek vererek okuttu. Devlet kapsından
başka yere gidemem dedi.
O, devletin kendisine verdiği mütevazi
maaşla görevine devam etti. İsteseydi çok zengin olabileceğini,
hayatının tamamen değişeceğini biliyordu. Fakat para yerine
sevgiyi ve hizmeti seçti. O’nunla birkaç kez sağırlar okuluna
geldiğinde karşılaştık. Ben etüt öğretmenliği yapıyordum.
Küçük sohbetlerimiz oldu. Daha sonra ben bu okuldan ayrıldım.
Bir daha da irtibatımız olmadı. O’na imrendiğim halde hiçbir
zaman O’nun gibi olamayacağımı biliyordum. Böyle Figenler
eksik olmasın eğitim ordumuz arasında diye temenni
ediyorum.
Yolun açık olsun Figen öğretmen. Kalbindeki
eksilmeyen o engin sevginle muhtaç olanları ateşle. Bizlere önder
ol. Çok sağol. (48)
Yaşam severliğin gelişmesi için
insan güvenli, adil, eşitlikçi ve uygar bir toplumsal bağlamda
yaşamalıdır. Buna göre insan onurlu bir yaşam sürmek için,
öncelikle kendi yaşamına yön verme gereksinimini duyar. Kişinin
elinden bu hak alınırsa, insan başkalarının amaçlarını
gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç haline gelir. Böyle
bir yaşam biçimi, insanın yaratıcı özünü ve sevme yetisini
kötürümleştirir. Burada temel sorun, insanın sağlıklı
gelişmesi için kaçınılmaz ön koşul olan özgür yaşama
hakkıdır. Özgür olmak, bütün insanların toplumun etkin ve eşit
haklara sahip birer üyesi olarak yaşaması demektir. Aksi taktirde
güçlüler zayıfları köleleştirerek sadece egemenlerin
çıkarlarına hizmet eden bir sosyal düzen oluştururlar. Bazı
insanlar bu tür koşullarda yaşamak için, diğerlerine boyun eğmek
durumunda kalırlar. Böylece makinenin önemsiz bir parçası haline
dönüşen birey, yaşamak yerine savaşmak rolünü üstlenir. Oysa
insan fiziksel ve psişik enerjisini, yaşamı savunmak ve kendini
geliştirmekten çok, açlıktan kurtulmak ve başkalarından üstün
olmak için harcarsa, yorgun düşer. İşte ölüm sevgisi, bu
türden bir yaşam yorgunluğunun ürünüdür. Bir anlamda çağdaş
köleliğe, yani robotlaşmaya yol açan bu sosyal doku, insanı
yaşam karşıtı güçlerin safına iter. Bu tür insanlar yaşama
sanatını öğrenme konusunda başarısızlığa uğramanın
acısını, başkalarına yönelik düşmanlık duygularıyla ortaya
koyarlar. Gerçekte bu durumun nedenleri konusunda bet bir bilgiden
yoksundurlar. Diğer bir anlatımla neye ve neden öfke duyduklarını
tam bilemezler ama asla düşmanları olmadan yaşayamazlar. Bu tür
insanların elinden düşmanlarını alırsanız, bir hiç olurlar.
Ölümseverler düşmanlarını
yaratmak konusunda çok başarılıdırlar. Bunun için öncelikle
kendileri gibi düşünen ve yaşayan insanların olumsuz
önyargılarından ve kalıp yargılarından yararlanırlar.
Düşmanlar sıklıkla başka bir etnik kökenden, dinsel inançtan
veya siyasal görüşten olan insanlardır. Onlara göre yaşamın
sıkıcılığından, anlamsızlığından bu düşman güçler
sorumludur. Yapılması gereken düşmana sınırsız bir öfke ve
kızgınlıkla saldırarak, onları bu büyük günahlarından dolayı
suçlamak ve aşağılamaktır. Böylece hem kendileriyle ve
insanlarla dost olamamanın sorumluğundan kurtulurlar, hem de
yaşayamadıkları bir hayatın acısını “öfke baldan tatlıdır”
anlayışı ile başkalarından çıkartırlar. (49)
Sevme duygusunu köreltmek de,
geliştirmek de mümkündür. Sevgide önemli olan, sevgi nesnesinin
ne olduğudur. Mesela, bazı insanlar çok sevgi doludurlar, fakat
sadece kendilerini ya da yanlış şeyleri severler. Doğrusu iyiyi
ve güzeli sevebilmektir. (50)
Kötülük insana özgü bir olgudur.
İnsanlık öncesi duruma dönme, insana özgü olan nitelikleri
(aklı, sevgiyi, özgürlüğü) yok etme çabasıdır. Ama kötülük
yalnız insana özgü değil aynı zamanda trajik bir şeydir de.
İnsan gerileyerek en ilkel yaşama, en ilkel deney biçimlerine
dönse bile insan olmaktan kurtulamaz; bu yüzden bir çözüm olarak
kötülükte doyum bulamaz. Hayvan kötü olamaz; temelde, yaşamını
sürdürmesini sağlayan, yaratılıştan getirdiği dürtülere göre
davranır.
Yaratma ve yok etme, sevgi ve nefret,
birbirinden bağımsız olarak varolan iki içgüdü değildir. Her
ikisi de aynı kendini-aşma içgüdüsüne verilen yanıtlardır;
yaratma istemi doyurulamayınca yok etme istemi baş gösterir. (51)
Yaratıcılık
Ve Yıkıcılık
Bir
söyleşisinde Morrison (James Douglas Morrison) belli bir uzgörüyle
ama aynı zamanda da
ironiyle
şunu belirtir ; ''Sanırım ben üzerine palyaço ruhu giydirilmiş
duyarlı ve zeki bir insanım,
bu
yüzden en önemli anlarda sürekli her şeyi başarısızlığa
uğratıyorum.''
Morrison'un
yaratıcılığı, çözümlenmesi zor bir muammadır, çünkü bütün
yaşamının ipucunu ve yönelimini temsil etmektedir: Yaratıcı
güçleri, yıkım itkilerinin gücüne sonuçta nasıl karşı
koymaktadır?
Belirgin
bir kargaşa ve kaos ortamı içinde ,Morrison nasıl bu kadar
yaratıcı olabilmiştir ve kendi yıkımına doğru ilerlerken tüm
yaratıcılığını nasıl kurutup tüketmiştir?
Depresyonun
etkisi kuşkusuz ki önem taşımaktadır, ama üstün zekası ona
dokunaklı ve patetik bir bilinç berraklığı sağladığından,
trajik kahramanın kendi sonuna doğru yol alan ve bu süreci nasıl
önleyebileceğini göremeyen birinin uzgörüşlülüğünü
sağladığından bu ani dönüşü açıklamaya yetmez. Sona doğru
gidiş kaygısı çocukluğundan beri onda mevcut olup terk edilme
kaygılarını beslemektedir. Onu yok eden süreçler bütünü
boyunca bilinci daima açık kalmıştır. Paris'e gitmek üzere yola
çıkmak için gösterdiği atılım, kuşkusuz ki, özyıkım
süreçlerinin tekrarından kaçma yönünde son teşebbüstür.
'This is endi my only friend / The end of laughter and soft lies'' (
Bu son, güzel arkadaş, bu son, tek arkadaşım, son. Kahkahanın ve
beyaz
yalanların
sonu) diye yazmıştı ''The End'' şarkısında. Morrison'un
tarihini, geçtiği yolları ve onu temsil eden imleyenleri sahnede
ve müzikte canlandırarak onu kuşkusuz en iyi temsil eden şarkıdır
bu. Gördüğümüz gibi Morrison çok genç yaştan beri bir şiir
tutkunudur. Sözcüklerin gündelik kullanımın dışına çıkmak
isteyerek , sözün büyüsünü ne pahasına olursa olsun aramakta,
nihayet kendisini temsil edebilecek imleyenin peşinden koşmaktadır.
Çizmeye çalıştığımız kişilik okunduğunda ıstırap kendini
belli eder. Depresyon ile tevekkül arasında gidip gelen
tutumlarıyla, başına geleceği kabullenmiş gibidir. Bu durum
hangi sevgi yokluğundan ve hangi varolma yokluğundan kaynaklanır?
''Back door man'' şarkısı bu tür bir duyguyu ifade etmektedir:
Daima kapının arkasındaki adam olmak, yasal kocanın karşısında
silinmek zorunda olan ikinci adam ve aşık olmak.
Bu
metin Morrison'un değil, yorumlamayı seçtiği Willie Dixon'un
geleneksel bir blues'u olsa da, bu temada kendini bulmuş olması
muhtemeldir. İkinci adam yalnızca daha az sevilen kiş değildir,
aynı zamanda o -sözcüklerin ironisi- kapının öte tarafında
sevgilisini bekleyendir (İngilizcede Back door, ''arka kapı'' ve
''gizli, el altından'' anlamına gelir.)
Şarkıcı
ve söz yazarı olarak tanındıkça tatminsizliği de büyür. Onun
derin özlemi , şair olarak tanınmaktır. Onu putlaştıracak ergen
kalabalıklar tarafından değil, üretiminin gerçek değerini
anlayabilecek birilerini tarafından tanınmaktır. Ancak o zaman,
hayran olduğu ve parçası olmayı düşlediği şairler pantheonuna
erişebilir. Bu sayede belki de gelecek kuşaklara ulaşma yönündeki
gizli umudunu besliyordu. Bu belirsiz yol onun temel fantasmalarından
birini temsil eden ölümsüzlüğe ve de kendi sonunu hızlandırma
yönündeki öznel tercihine götürecekti. Kendi sonunu yönlendiren
kahraman, bir ahlak adına hareket eden klasik bir figürdür. Bizim
kahramanımız hangi etik ya da ıstırap adına adımlarını sona
doğru , kendi sonuna götürüyor? (52)
Yapıcı eleştirinin kaynakları
farklıdır; karşıdaki kişiye yardım etmeyi ve işini
kolaylaştırmayı amaçlar. Bazen, işleri tartışılmakta olan
kişiyle güçlü bir özdeşleşmeden kaynaklanır böyle bir
eleştiri; annece ve babaca duygular da işe karışabilir; çoğu
zaman kişinin kendi yaratıcılığına duyduğu güven, haseti
önleyen başlıca etkendir. (52a)
Değişik
şiddet biçimleri.
Şiddetin en normal ve hastalıksız
biçimi oyunda ortaya çıkan şiddet'tir. Bu tür şiddet yıkıcılık
ya da nefretten doğmayan, yıkım amacı gütmeyen hüner
gösterilerinde ortaya çıkar.
Tepkisel şiddet. Tepkisel şiddetten
– bir insanın kendisinin ya da başkasının – yaşamını,
özgürlüğünü, onurunu ve malını korumak için kullandığı
şiddeti anlıyoruz. Bu şiddet korkudan doğar; bu yüzden de belki
en çok rastlanan şiddet biçimidir. Bu gerçeklikten ya da evhamdan
doğan bir korku, bilinçli ya da bilinçsiz bir korku olabilir. Bu
tür şiddet bütünüyle akıl dışı tutkulardan değil, bir
ölçüde akla uygun hesaplardan doğar. Tehdit edilme duygusu ve
bunun yol açtığı tepkisel şiddet çoğu zaman gerçeklikten
değil insan zihninin bulandırılmasından doğar; siyasal ve dinsel
önderler düşman tarafından tehdit edildiklerine inandırarak
yandaşlarında tepkisel düşmanlıktan doğan öznel bir karşı
koyma duygusu yaratırlar. Tepkisel şiddetin bir başka biçimi de
engellemelerden doğan gerginlik'te ortaya çıkan şiddettir. Bu
türden saldırgan davranışlar engellenen amaca şiddet kullanarak
ulaşma yolunda çoğu zaman boşa çıkan girişimlerdir.
Engellenmeden doğan saldırganlığa
bağlı olan başka bir tür de Gıpta ve Kıskançlık'tan doğan
düşmanlıktır. Hem gıpta hem de kıskançlık bir tür gerginlik
yaratır.
Ah efendim,sakının
kıskançlıktan!
Kıskançlık, beslendiği
avla oynayan
yeşil gözlü bir
canavardır.
Shakespeare ,Othello
Tepkisel şiddete benzer ama hastalığa
ondan bir adım daha yakın başka bir şiddet türü de öç alıcı
şiddet'tir. Öç alıcı şiddette zarar zaten verilmiş olduğundan
şiddetin savunma işlevi ortada yoktur artık. Gerçekten yapılmış
birşeyi büyülü bir biçimde bozmak gibi akıldışı bir işlevi
vardır.
Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan
hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş
olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü
zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır
basar. Ağır ruh hastalıklarında öç alma duygusu yaşamın en
yüce amacı olur; çünkü öç
alma duygusu olmayınca insanın
kendine saygısı değil, benlik ve özdeşlik duygusu da yıkılmaya
yüz tutar.
Öç alıcı şiddete yakından bağlı
olan başka bir tür de çoğu zaman çocuğun yaşamında görülen
ve inancın yıkılması'ndan doğan yıkıcılıktır. Kişinin
inancının yıkılmasına tek bir olaydan çok, küçük küçük
birçok deneyimin birikmesi yol açar. Bu tür deneyimlere gösterilen
tepkiler değişiktir. Bazı kimseler bu duruma kendilerini düş
kırıklığına uğratan kişiye karşı bağımlılıklarında
kurtulup kendilerini daha bağımsız kılarak, inandıkları ve
güvendikleri yeni dostlar, öğretmenler ya da sevgililer bularak
tepkide bulunabilirler. İlk dönemlerdeki düş kırıklıklarında
gösterilmesi gereken tepki budur. Başka pek çok insanda sonuç,
kişinin kuşkular içinde kalması, inancını geri getirecek bir
mucize beklemesi, insanları deneyip durması, denedikleri kendisini
düş kırıklığına uğrattığında başkalarını denemesi ya da
kendisini daha güçlü bir yetkenin (Kilise'nin, siyasal bir
partinin, bir önderin) kollarına atarak insancını yeniden
kazanmaya çalışmasıdır. Böyle bir insan yaşama olan inancın
yitirilmesinden doğan umutsuzluğunu dünyasal amaçlar -para,
güçlülük, ün – peşinde koşarak yenmeye çalışır. Bütün
bu şiddet biçimleri gerçekçi, büyülü bir biçimde, hiç
değilse umut kırıklığının getirdiği yıkımın bir sonucu
olarak yaşama hizmet ederler; oysa şimdi tartışacağımız şiddet
biçimi ödünleyici şiddet.
Ödünleyici şiddetten ben güçsüz
bir kişide üretici etkinliğin yerine geçen şiddet türünü
anlıyorum. Buradaki <güçsüz> terimini açıklayabilmek için
daha önce söz ettiğimiz bazı düşünceleri yeniden gözden
geçirmek gerekir. İnsan kendini yöneten doğal ve toplumsal
güçlerin nesnesi olsa da yalnızca bu koşulların etkisinde
değildir. Elinde - belli sınırlar içinde – dünyayı
dönüştürebilecek, değiştirebilecek istem, yeti ve özgürlük
vardır. Burada önemli olan istemin ve özgürlüğün çapı
değildir; insanın mutlak bir edilgenliğe katlanamamasıdır.
İnsan, yalnızca kendisi dönüştürülmek ve değiştirilmekle
yetinmez; dünyaya damgasını vurmak, onu dönüştürmek ve
değiştirmek de ister. Bu insan gereksinmesi ilk mağara
resimlerinde, her türlü sanatta, işte ve cinsellikte ortaya çıkar.
Bütün bu etkinlikler insanın istemini belli bir ereğe
yöneltmesinin, bu ereğe ulaşıncaya dek çabasını sürdürme
yetisinin sonucunda doğmuştur. İnsanın kendi güçlerini bu yolda
kullanabilme yetisi, güçlülük'tür. (Cinsel bakımdan güçlü
olma, güçlülük durumlarının yalnızca bir türüdür.) İnsan
Zayıflık, kaygı, yetersizlik vb. Gibi nedenlerle eyleme
geçemiyorsa güçsüzdür, acı çeker; güçsüzlüğün yarattığı
bu acı insanca dengenin bozulmasından, insanın eyleme geçme
yetisini onarmaya çalışmasından, bütünüyle güçsüz olmayı
kabul edememesinden doğar.
Ödünleyici şiddete çok yakın olan
başka bir tür de ister hayvan ister insan olsun, bir canlı
üzerinde tam ve kesin denetim sağlama dürtüsüdür. Bu dürtü
sadizmin özünü oluşturur. Sadizmin özü başkalarına acı
vermek değildir. Sadizmin gözlenebilen tüm değişik türleri tek
bir temel dürtüye dayanır: başka birisinin üzerinde tam bir
egemenlik kurmak, onu isteklerimizin çaresiz nesnesi durumuna
sokmak, onun tanrısı olmak, onunla istediğimiz gibi oynayabilmek.
O insanı aşağılamak, tutsak etmek asıl amaca giden yollardır.
Sadist dürtünün özünde, başka bir kişi ( ya da öteki canlı
varlıklar) üzerinde kesin egemenlik kurmanın getirdiği zevk atar.
Açıklanması gereken bir şiddet
türü daha vardır: Artık eskimiş olan <kana
susamışlık>tır.(53)
Şu geniş dünyaya sığmayan gönül
Şimdi bir odaya kapandı kaldı
Bir dakka bir yerde duramaz iken
Oturduğu yerden kalkamaz oldu.
Aşık
Veysel ŞATIROĞLU (53a)
… saf
bir istemenin itki kuvvetleriyle doğrudan doğruya savaşması
imkansızdır. O, böyle bir savaşa giriştiği zaman istediğinin
tam tersi olur. İtki kuvvetleri kendi gidişlerinde daha da ileriye
varırlar. Paulus, “kanun insanı günahkar yapmak için, kükreyen
bir arslan gibi etrafı dolaşıyor” dediği zaman, bunu kendi
tecrübelerinden biliyordu... Bu yüzden insan, kendisinde kötü ve
yıkıcı bulduğu itkilere karşı sabır göstermeyi öğrenmelidir.
O, bunlara karşı doğrudan doğruya savaşa girişmemeli, onları
başka yönde yenmeyi öğrenmeli; enerjisini vicdanının iyi ve
doğru bulduğu, kendisinin de yapabileceği kıymetli işlerde
kullanmalıdır. (54)
Bazı kişiler “Ben dilediğimi
yaparım, yaşam benim değil mi, kimse karışamaz, bana ne
başkalarından, herkes kendi yaptığından sorumludur!” gibi
tümceler ileri sürerler. Bunlar kendilerini merkeze alan,
doyumsuz, bencil kimselerdir. Diğer insanlar ve varlıklar onlar
için birer araçtır. Öte yandan bazıları da “Hiç özgürlüğüm
yok, ben önceden belirlenenleri yapmak zorundayım, kuralların,
koşulların dışına çıkamam, özgürlük bir kandırmacadır!...”
gibi duygu ve düşünceleri savunurlar. Bu kişiler ise, kaderci,
boyun eğen, kendini bir araç olarak görenlerdir. Her iki görüşü
de savunanlar hatalıdır; çünkü bu iki görüş de bilimsel
verilere ters düşmektedir. Ayrıca böyle tutumlar, ya anarşi,
başıboşluk, sorumsuzluk, ya da totaliter, baskıcı boyun eğdirici
bir ortamın doğmasına neden olabilir. Hem merkeze kendini
koyanlar, hem de determinist olanlar problem çözücü değil;
problem yaratıcı davranışlar içindedirler. Böyle davrananlarda
korku, doyumsuzluk, acı, isyan, bencillik, sıkıntı, üzüntü,
tedirginlik, nefret, kin, öç alma gibi duygular gelişebilir. Bu
duygulardan sevgi oluşmaz. Sevgi ancak tutarlı bilginin, özgürlüğün
olduğu demokratik bir ortamda öğrenilip daha kolay
geliştirilebilir. (55)
Anneler babalar, öğretmenler,
idareciler çocuklara, gençlere, varlıklarınında yer alan
aksaklıkları telafi etmek için yaptıkları hamleleri
desteklemiyorlar. Tersine olarak, çoğu vakit, bu hamleleri
kırıyorlar. bu tip çocuklara, gençlere, kendilerini göstermek
imkanlarını vermiyorlar. Onların, kusurluluk duygularının
şiddeti nispetinde kusursuz, önemli, değerli kişiler halinde
kendilerini tanımak ve tanıtmak istediklerini unutuyorlar. sürekli
olarak değerlenmek amacı ile çırpındıklarını düşünmüyorlar.
Onları, onların hiç istemedikleri şekilde, oldukları gibi ele
alıyorlar. Daima özlemini duydukları ideal varlıkları ideal
varlıklarına göre değerlendirmiyorlar. Onlarda, günün birinde,
ızdıraplı hayatlarının yerini mutlu bir yaşayış şeklini
bırakacağı ümidini bırakmıyorlar. Çocukları, gençleri,
kusurlarını en iyi ve tam bir şekilde telafi etmeye elverişli
faaliyet tarzlarına yöneltmiyorlar. Bir çok hallerde, çocukların,
gençlerin kusurlarını büsbütün şiddetlendiriyorlar. Onların,
kusurlarını büsbütün şiddetlendiriyorlar. Onların, kusurluluk
duygularından doğan ve iyi karşılanmayan davranışları
karşısında ölçülü hareket etmiyorlar. bu davranışların
sebeplerini araştırmıyorlar. Sinirleniyorlar. Sertlik
gösteriyorlar. (56)
Özel yaşam, bir iç sorgulamadır.
Kişinin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Orada da her şey aydınlık
değildir. Günışığına dayanamayacak anılar, görüntüyü
gölgeleyen beklentiler vardır. Belki de utkunun temelinde
hoyratlık, mutluluğun kaynağında bencillik yatıyor. Yumağı
çözünce, unutulmak istenen, anlamsız kavgalar, acı veren olaylar
ve başkalarınca bilinmemesi gereken daha nice gizler, dökülüp
saçılır ortalığa. İnsan bu, düşe kalka gidiyor işte.
Yaralarını örtüp, yazgısını sürüyor. Arada bir kendisini
yenileyip yanılgılarından arınmaya çalışıyor. Bunları
sergileyip, kişilikleri yıpratmanın yararı yoktur.(56a)
Kitle hareketlerinin çekiciliği de
doktrin ve kabullerinden değil, insanî varoluşun içine gizlenmiş
endişe, yalnızlık ve anlamsızlık duygusundan bir kurtuluş vaat
ediyor olmalarından kaynaklanmaktadır. (57)
Sevgi,
Nefret ve İktidar
Sevgi ve nefret:
Hayatımıza yön
veren iki karşıt duygu:
Kimileri sevgiyle
beslenir, yaşar, büyür, gelişir...
Kimileri nefretle.
* * *
Sevgi ve nefretin
ortak bir özelliği vardır:
Her ikisi de
kullanıldıkça, paylaşıldıkça artar.
Sevgi sevgiyi
üretir...
Nefret nefreti.
Sevilmeyen sevgiyi
bilmez...
Nefret edilmeyen
nefreti tanımaz.
* * *
Kendimize,
evlatlarımıza, anne-babamıza, akrabalarımıza, dostlarımıza,
yakınlarımıza, tüm insanlara verebileceğimiz en büyük
armağan sevgidir.
Bu sevgi onlardaki
sevgiyi de arttırır...
Onlara da mutluluk
getirir...
Bizim de mutluluğumuz
artar.
* * *
Kendimize ve başka
insanlara yapacağımız en büyük kötülük onlardan nefret
etmektir.
Nefret edilenler de
nefreti öğrenir...
Onlar da mutsuz
olur...
Biz de kendi
geliştirdiğimiz mutsuzluk girdabında yok olur gideriz.
* * *
Sevgi, şefkatle,
anlayışla, empatiyle, hoşgörüyle ve demokratik anlayışla
birlikte gelişir, büyür, serpilir.
Nefret, kinle,
garezle, intikamla, bağnazlıkla, dogmatizmle, otoriterlikle
beslenir, büyür, gelişir, bireyleri ve toplumları pençesine
alır.
* * *
Ne yazık ki
siyasette, hele hele demokratik rejim içinde bile olsa dogmatik,
otoriter anlayışla yapılan siyasette, kin ve nefret sevgiden ve
dayanışmadan daha etkili olabiliyor.
Demokratik rejimler
bile kin ve nefret yoluyla otoriter, totaliter rejimlere
dönüştürülebiliyor.
Bir insandan nefret
etmek...
Bir gruptan nefret
etmek...
Bir ideolojiden, bir
anlayıştan, bir yaklaşımdan nefret etmek...
Bir milletten nefret
etmek...
Bir ırktan nefret
etmek...
Hem bireylerin hem de
toplumların hayatını karartan çıkmaz yollara sürükler
insanlığı.
Siyasette nefret
üreten birinci kaynak hiç kuşkusuz iktidardır...
Tabii nefrete dayanan
muhalefet de yapılabilir...
Ama iktidar, egemen
olduğu için, kin ve nefret sarmalında birinci derecede rol
oynar.
İktidardan
kaynaklanan kin ve nefret, başta muhalefet olmak üzere tüm
toplumu, bütün insanları etkiler...
Onları da kin ve
nefrete sürükler...
Böylece, bir süre
için zafer kazanmış gibi görünse de, başta iktidar olmak
üzere, bütün toplum kin ve nefret bataklığına saplanır,
herkes mutsuz olur, sistem çöker...
* * *
Nefrete dayalı
politika yapan...
İnsanları haksız
yere hapse atan...
Mallarına,
mülklerine el koyan...
Adalet duygusunu
zedeleyen...
İktidarlar, hem
kendilerine hem vatandaşlarına hem de insanlığa karşı büyük
bir yanlışın içindedir.
Bu yanlışın
bedelini de herkesten önce ve herkesten çok kendileri öder:
Kendi ürettikleri nefret denizinde boğulur
gider! (58)
|
Mantıksal olarak insanlar arasında
dil, din, ırk, cinsiyet vb. değişkenler açısından hiçbir
üstünlük söz konusu olamaz. İnsanlar arasında tek bir farktan
söz edilebilir; bu fark kendini, insanları ve yaşamı sağlıklı
bir biçimde sevebilme becerisi ile ilgilidir. Gerçekten bazı
insanlar yaşamı bir armağan gibi algılayıp bütün gücüyle
hayata katılırken, diğerleri dünyayı güzelleştiren değerlere
saldırmaya ve yaşamın içini boşaltmaya çalışırlar. Oysa
dünya bizim evimizdir ve yaşam hepimizindir. Kim olduğu tam olarak
bilinmemekle birlikte her şeyi 'kahpe Felek'e yükleyen, dünyadaki
yaşamı keder ve kahır üretmek için tüketen insanların aksine
yaşamseverler, hayatı eşsiz bir armağan olarak görürler. Yaşamı
bir çocuğun yaptığı gibi hayret ve şaşkınlık duygularıyla
yaşayan bu tür insanlar, yapay üstünlük arayışlarına
gereksinim duymazlar. Onlar kendilerini rengi, cinsiyeti, statüsü,
etnik kökeni ve dinsel inancı ne olursa olsun başka insanlarla
eşit görürler. Dünyayı, kendilerini ve diğer insanları
oldukları gibi kabul ederler. Nesnel gerçeğin yerine öznel
algılarını koymadıkları için, her koşulda yaşamın
güçlüklerine göğüs gererler. Bazı sorunlara kalıcı çözümler
üretemeseler bile, onlarla nasıl baş edebileceklerini öğrenirler.
Bu nedenle sorunun bir parçası değil, çözümün bir parçası
olurlar. (58a)
Birlik
Destanı
Yezit nedir ne kızılbaş?
Değil
miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek
çaresi
Şu alemi yaratan bir
Odur külli
şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası
Veysel sapma sağa sola
Sen
Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık
davası
Aşık
Veysel ŞATIROĞLU
Sevginin Uygulanması:
Ele aldığımız sanat ister
marangozluk, ister hekimlik, isterse sevme sanatı olsun her türlü
sanatın uygulanmasında belli genel koşulların yerine getirilmesi
gereklidir. Bir sanatın uygulanabilmesi her şeyden önce disiplin
ister. Disiplin içinde yapmazsam hiçbir şey başaramam; “canımın
istediği zaman” yaptığım her şey hoş ve oyalayıcı bir
eğelence olabilir olsa olsa; hiçbir zaman o sanatın ustası
olamam. Önemli olan o sanatın yalnız disiplinle yapılması
(örneğin birkaç saat uygulanması) değil, insanın bütün yaşamı
boyunca bir disiplin olarak sürüp gitmesidir. Çağımız
insanları, disiplinin öğrenilmesinden daha kolay bir şey
olmadığını sanabilirler. Her şeyi önceden kesinlikle
belirlenmiş bir işte en disiplinli biçimde sekiz saat çalışmıyor
mu çağımız insanı? Aslında gerçek şudur: Çağdaş insanın,
iş dünyası dışında hemen hemen hiç disiplini yoktur.
Çalışmadığı zaman tembellik
etmek, sallanmak, daha iyi bir sözcük kullanırsak “rahat olmak”
ister çağdaş insan. Tembellik etme isteği yaşamın sıkıcı
tekdüzeliğine bir karşı çıkmadır. İnsan, enerjisini günde
sekiz saat kendisini ilgilendirmeyen amaçlar peşinde, kendi
istediği biçimde değil de işin temposunun çizdiği yolda
harcamaya zorlandığı için başkaldırır; bu başkaldırma da
çocukça bir kendini bırakma biçiminde olur. Sonra insan,
üstünlüğe karşı giriştiği savaşta akıldışı yetkelerin
dayattığı disipline de, kendi kendine koyduğu akla yakın
disipline de güvenini yitirmiştir. Oysa bu disiplin olmazsa yaşam
darmadağın olur, karışır, belli bir şey üzerinde yoğunlaşamaz.
Bir sanatta usta olmak için o sanatın üstüne düşmek gerektiğini
kanıtlamak gerekmez. Bir sanatı öğrenmeye kalkan herkes bilir
bunu. Oysa ekinimizde bir şeyin üzerine düşme tutumuna, kendini
disipline sokmaktan daha az rastlanır. Tersine ekinimiz, insanı bir
eşine daha rastlanmayacak biçimde bir şey üzerinde yoğunlaşmayan,
değişik bir yaşama biçimine iter. Aynı anda birçok şeyi bir
arada yaparsınız; okursunuz, radyo dinlersiniz, konuşursunuz,
sigara içersiniz, yersiniz, içki içersiniz. Ağzı hiç kapanmayan
bir tüketicisinizdir. Her şeyi – filmleri, içkiyi, bilgiyi –
yutmaya hazır ve isteklisinizdir. Bu bir şeyin üzerinde uzun
zaman duramama eksikliği kendi başınıza kalamamanızla çok iyi
açıklanmaktadır. Birçok kişi konuşmadan, sigara içmeden,
okumadan, içki
içmeden hareketsiz oturamaz.
Sinirlenir, hiç durmadan kıpırdanır durur; ağzı ya da elleriyle
bir şeyler yapmak ister. (Sigara içmek, bir şey üzerinde
yoğunlaşamamanın iyi bir belirtisidir; çünkü sigara eli, ağzı,
gözleri ve burnu aynı anda oyalar.)
Üçüncü bir etken sabır'dır. Gene
bir sanatta usta olma isteyen herkes bir şey başarmak istiyorsa
sabrın gerekli olduğunu bilir. Çabucak elde ediliverecek amaçlar
peşinde koşuyorsa, insan bir sanatı hiçbir zaman öğrenemez. Son
olarak herhangi bir sanatı öğrenmek için gerekli olan koşullardan
biri de, o sanatın elde edilmesine çok büyük bir ilgi'yle
yönelmektir. Öğrenmeye kalkan kişi, kendisi için en önemli şey
gözüyle bakmazsa o sanatı hiçbir zaman öğrenemez. Olsa olsa o
sanatın meraklısı olarak kalır; hiçbir zaman usta olamaz.
Burada bir sanatı öğrenmenin temel
koşullarıyla ilgili bir noktanın daha açıklanması gerekir.
İnsan bir sanatı öğrenmeye doğrudan doğruya değil, dolaylı
olarak başlar. Sanatı kendisini öğrenmeye girişmeden önce
insanın bir yığın başka -görünüşte hiç de ilgili olmayan-
şey öğrenmesi gerekir. Bir
marangoz çırağı işe tahta
rendelemeyi öğrenerek başlar; piyano çalmayı öğrenen biri önce
gam yapar. Bir sanatın ustası olmak istiyorsa insanın tüm yaşamı
ona adanmış olmalı, hiç değilse ona bağlı olmalıdır.
Sanatının uygulanmasında insanın kendi kişiliği bir araç
olacağından, o kişilik yerine getirilecek özel işlere uygun bir
durumda bulunmalıdır. Sevme sanatıyla ilgisi açısından bu, şu
anlama gelir: bu sanatta usta olmak isteyen kişi işe, yaşamının
her döneminde disiplin, yoğunlaşma ve sabır edinmeye çalışarak
başlamalıdır. Disiplinin insana zorla dışarından kabul
ettirilen bir kural olmaması, insanın kendi istencinden doğması
çok önemlidir; disiplin güzel bir şey olarak görülmeli,
bırakırsa arayacağı bir davranışa insan kendisini yavaş yavaş
alıştırmalıdır. Batı
ekininde disiplin görüşünün (her
türlü erdem görüşünde olduğu gibi) en kötü yanlarından biri
disiplini uygulamanın can sıkıntısı yarattığı sanısı, ancak
sıkıntılı olursa “yararlı” olacağı inancıdır.
Yoğunlaşmayı öğrenmek için insan
elinden geldiği ölçüde boş konuşmaktan, içten gelmeyen şeyler
söylemekten kaçınmalıdır. İki kişi, ikisinin de bildiği bir
ağacın büyümesinden ya da biraz önce birlikte yedikleri ekmeğin
tadından ya da işlerinde paylaştıkları bir şeyden söz
ediyorlarsa, bu konuşma gerçek olabilir; ikisi de sözünü
ettikleri şeyi içlerinde yaşıyorlar, onu soyutlaşmış bir
şey biçiminde düşünmüyorlarsa
böyledir bu; beri yanda bir konuşma politika ya da din üzerine
olabilir ama gene de boştur. Konuşanlar kalıplaşmış sözler
kullandıkları, sözleri içten söylemedikleri sürece boştur o
konuşma. Burada şunu da söylemeden geçmemeliyim; boş konuşmaktan
kaçınmak ne denli önemliyse kötü arkadaşlardan kaçınmak da
aynı ölçüde önemlidir. Kötü arkadaş derken yalnız kötü ve
yıkıcı insanları düşünmüyorum, bu gibi insanlardan kaçınmak
gerekir, çünkü onların çevreleri zehirlidir, umut kırıcıdır.
Aynı zamanda zombi'lerden, başka deyişle bedenleri canlı olsa da
ruhları ölmüş olan insanların arkadaşlığından kaçınmalı
demek istiyorum; düşünceleri de, konuşmaları da boş olan
kimselerden; konuşmak yerine gevezelik eden, düşünmek yerine
kalıplaşmış fikirleri kullanıp duran kişilerden. Bununla
birlikte böyle kişilerin arkadaşlığından her zaman kaçınmak
da gerekmez. Onların bekledikleri biçimde -kalıplaşmış ve boş
sözlerle- yanıtlamaz da açık yüreklilikle ve insanca
konuşursanız, çoğu zaman bu kişilerin, beklemedikleri bir şeyin
verdiği şaşkınlığın etkisiyle davranışlarını
değiştirdiklerini görürsünüz. İnsan kendine karşı duyarlı
olmadan yoğunlaşmayı öğrenemez. Bu ne demektir? İnsan her zaman
kendisini düşünmeli, kendisini “çözümlemeli” mi demektir.
Örneğin araba kullanan herkes motora karşı duyarlıdır.
Alışılmamış, ufak bir gürültü bile dikkati çeker; motorun
ateşlenmesindeki en küçük bir değişme de öyledir. Araba
kullananlar yoldaki iniş çıkışlara, öndeki, arkadaki arabaların
hareketlerine karşı da duyarlıdırlar. Oysa bütün bu etkenler
üzerinde düşünmemektedirler. Kafaları dikkatle izledikleri bu
durumda olabilecek her türlü değişikliğe açık, rahat bir
uyanıklık – arabalarını güvenle sürme uyanıklığı –
içindedirler.
Başka bir insana karşı duyarlı olma
durumunu ele alırsak: bunun en iyi örneğini annenin çocuğuna
gösterdiği duyarlılık ve uyanıklıkta görebiliriz. Örneğin
insan yorgunluğunun da, isteksizliğininde farkında olabilir;
kendini bu duygulara bırakmak, bu durumu olumsuz düşüncelerle
desteklemek yerine -bunu yapmak o anda çok kolaydır çünkü –
kendine “ne oldu?” diye sorar. Neden üzgünüm? Kızdığı,
hiddetlendiği, düşlere dalmak üzere olduğu ya da başka kaçış
yolları aradığı zaman da olur aynı şey. Bu durumların hepsinde
önemli olan şey bu duyguların bilincinde olmaktır; bulunabilecek
binbir yol arasından birini seçip bunları akla uydurarak aldatıcı
bir çözüm yolu bulmak değil; bundan başka içimizden gelen sese
de açık olmamız gerekir; içten gelen bu ses bize -çoğu zaman
hemen – neden huzursuz, üzgün ya da kızgın olduğumu bildirir.
Atalarımızın
deyimi ile, öfke baldan tatlıysa da, insan öfkeyle kalkınca
zararla oturacağını öğrenir. Zararları azaltma uğruna,
öfkesini anında göstermekten cayar. Bekler. Ona en az zarar
getirecek hatta onu daha da verimli yapabilecek yolları arar... (59)
Sevebilme yetisi için özel anlam
taşıyan özellikler üzerinde duracağım. Sevginin yapısı
konusunda söylediklerimize göre sevgiye ulaşabilmenin başlıca
koşulu insanın narsizmini yenmesidir. Narsizsist ortam yalnız
insanın kendi içinde olanların gerçek sayıldığı, dış
dünyadaki olayların hiç gerçeklik payı taşımadığı,
yararlılık ve zararlılık açısından değerlendirildiği bir
ortamdır. Narsizmin karşıtı olan kutup nesnelliktir; nesnel
olarak görebilme, bu nesnel görüşün çizdiği tabloyu kendi
istekleri ve korkularının çizdiği tablodan ayırabilme yetisidir
nesnel olarak düşünebilme yetisi akıllılıktır; aklın
arkasında yatan duygusal tutum da alçakgönüllülük'tür. Bir
insanın nesnel olabilmesi, aklını kullanabilmesi , çocukken
içinde bulunduğu o her şeyi bilme, her şeyi yapabilme düşlerinden
kurtulmuş olması gerekir.
Sevme sanatını uygulama tartışması
açısından bu şu demektir: sevginin varolabilmesi için
narsisizmin hemen hemen bulunmaması gerektiğine göre sevgi
alçakgönüllülük, nesnellik ve akıl ister. İnsanın yaşamı
bütünüyle bu amaca yöneltilmelidir. Sevgi gibi alçakgönüllülükle
nesnellik de birbirinden ayrılmaz. Yabancı birisi karşısında
nesnel olamıyorsam, ailem için de nesnel olamam; bunun tersi de
doğrudur. Sevme sanatını öğrenmek istiyorsam her durumda nesnel
olmaya çalışmam, nesnel olamadığım durumlara karşı da duyarlı
olmam gerekir. Karşımdaki insanla onun davranışlarının
narsisizmim yüzünden çarpıttığım bendeki görüntüleriyle, o
insanda kendi ilgilerim, gereksinmelerim ve korkularım işe
karışmadan varolan gerçek durum arasındaki ayrımı görmeye
çalışmalıyım. Nesnellik yetisi kazanmak ve akılcı bir tutum
edinmek, sevme sanatını yarı yarıya başarmak demektir; ama bu
yeti insanın ilişkide bulunduğu herkesi kapsamalıdır.
Şurası
muhakkak ki, kendi üzerimdeki uzun araştırmalardan sonra insanın
yaratılışındaki o derin çift yönlülüğü gün ışığına
çıkardım. O zaman, belleğimi kaza kaza, alçakgönüllülüğün
parlamama, küçülmenin yenmeme ve erdemin ezmeme yardım ettiğini
anladım. Barışçı yollarla savaş açıyordum ve en sonunda,
çıkar gütmezlik yoluyla, göz diktiğim her şeyi elde ediyordum.
Örneğin, insanların doğum günümü unutmalarından hiç
yakınmıyordum; dahası, bu konuda ağzı sıkı davranmama belli
bir hayranlıkla şaşıp kalıyorlardı. Ama benim çıkar
gütmezliğimin nedeni daha da gizliydi: Ben bu konuda kendime
acıyabilmek amacıyla unutulmayı istiyordum. İyi bildiğim,
hepsinden şerefli olan tarihten günlerce önce tetikte duruyordum,
hata edeceklerini umduğum kimselerin dikkatini ve belleğini
uyandırabilecek hiçbir sözü ağzımdan kaçırmamak için dikkat
kesilmiş durumdaydım. (Bir gün bir ev takvimine antika süsü
vermek istememiş miydim?) Yalnızlığım iyice kanıtlandığına
göre, kendimi erkekçe bir hüznün güzelliğine bırakabilirdim.
Tüm
erdemlerimin ön yüzünün böylece daha az etkileyici bir arka yüzü
de vardı. Şurası doğru ki, bir başka anlamda, kusurlarım lehime
dönüyordu. Yaşamımın hatalı tarafını gizleme zorunda
bulunuşum, bana örneğin, erdem havasıyla karıştırılan soğuk
bir hava veriyor, ilgisizliğim sevilmeme yarıyor, bencilliğim
cömertliklerimde en üst noktasına ulaşıyordu. (60)
Alçakgönüllülük, saygıya
yakındır; ancak saygılı insan alçakgönüllü olabilir. Yalnız,
alçakgönüllülük saygının kavramsal içeriğine yeni bir öğe
katar: Yüksek bir şeyin pratik olarak onanması, onun önünde baş
eğilmesi. Bir başka anlatımla alçak gönüllülük, insanın
kendi sonluluğuna ve sınırlı oluşun bilinçlenmesidir; o,
evrende insanın kendi varlığını ve yerini doğru bir biçimde
algılamasını deyimler.
Alçakgönüllülüğün tersi gurur,
kendini beğenmişlik oluşturur. Kendini beğenmiş kimse egemen
olmak ister, alçakgönüllü ise hizmet etmek. Gururlu insan
kendini, diğer herkese ve her şeye hükmettiği bir taht üstünde
oturuyor sanır. Oysa alçakgönüllü olan, diğerlerini tahta
oturtur ve kendisinin de onlara hizmet etmek üzere varolduğunu
kabul eder. Ancak, bu kabulde kölece bir tutum değil, insanlık
onuru içinde ve tam da onu yücelten bir biçimde bir zihniyet ve
tutum söz konusudur. (61)
… İnsanın
birini sevmesiyle bilgiye veya herhangi bir erdeme gönül vermesi
bir tek şey oluyor. Ancak bu şekilde, bir delikanlının kendini
sevene yüz vermesi güzel sayılabilir. Seven ile sevilen bu birliğe
nasıl varabilirler? Her biri ayrı yoldan gidecek, birincisi
kendisine yüz veren delikanlıya yapılması doğru saydığı her
yardımı yapacak, ikincisi de kendine bilgi ve erdem getireni doğru
işlerde destekleyecek, her türlü değerini artırabilecek; öbürü
de daha iyi, daha bilgili olmayı isteyecek. Evet, işte o zaman bu
iki yol bir noktada birleşir ve yalnız orada sevgilini sevene yüz
vermesi güzel bir şey olur, başka hiçbir yerde değil. Bu yolda
insan aldansa bile ayıp sayılmaz, oysa ki başka her yolda insan
aldansa da aldanmasa da, utanılacak hallere düşer. Mesela bizi
seveni zengin sanıp, ona para için yüz versek de aldansak,
sonradan adamın
fakir
olduğu anlaşılsa, elimize de beş para geçmese, az mı utanırız
bundan? Böyle davranmakla ne mal olduğumuzu ortaya koymuş oluruz,
para için herkesin her dediğini yapan bir adam derler bize, buda
güzel bir şey değildir. Tersini düşünelim, bizi seveni iyi adam
sandık ve onun sevgisiyle daha iyi olacağımızı umduk, adam
aşağılık, değersiz çıktı, aldandık. Bu aldanma genede güzel
aldanmadır, çünkü bununla nasıl bir insan olduğumuzu göstermiş
oluyoruz; değer kazanmak, daha iyi olmak için her şeye canla başla
sarılan bir insan derler bize... (62)
Eğer birey, akıl ve sevme yetisini
geliştirmemişse, özgürlük ve bireysellik sorumluluğunu
yüklenemez; bunlardan kaçıp kendisine, ait olma ve köklülük
duyguları veren yapay bağlılıklara sığınmaya çalışır.
(62a)
Ölmeyeceğim
Masmavi gökyüzü, yemyeşil dağlar
Kuşlar, çiçekler, böcekler
Cıvıl cıvıl gülen, oynayan
çocuklar
Güzeller, çirkinler, hastalar,
sakatlar
Tümünüzü içten gönülden sevdim
Tümünüz benden bir parça, ayıramam
Bende severek çarpan bu yürek var ya
Gören gözlerim, duyan kulaklarım
Düşünen başım, söyleyen bu dilim
var ya
Göreceğim, duyacağım, seveceğim
öldürseler bile ölmeyeceğim...
Beni sevseniz de olur, sevmeseniz de
Ben seviyorum ya, bu bana yeter.
Açla açım, tokla tokum, mutluyla
mutlu
Gülenle gülen, ağlayanlarla ağlayan
Hastalarla hasta, ölenlerle ölen
benim
Hayır hayır hayır öldükçe yaşayan
Koskoca bir evren kadar yüreğim
Sevgi, sevdikçe çoğalır, gerçek
olan bu
Verimli toprak örneğin
Öldürseler bile ölmeyeceğim...
Bıçak tutmayı da tetik çekmeyi de
bilirim
Ama kararlıyım, tutmayacağım,
çekmeyeceğim
Sevgi tohumları ektim evrene
Susuz yağmursuz da kalsa yeşerteceğim.
Sevmek, sevilmek, yaşamak varken
Dövüşmek, ölmek, öldürmek niye?
Küslüğün yerine barış
Korkunun yerine güven
yüreklerden tüm kötülükleri
sileceğim.
Göreceğim, duyacağım, seveceğim.
Öldürseler bile, ölmeyeceğim,
Ölmeyeceğim, ölmeyeceğim...
Ahmet
Tufan Şentürk
Beni
Dostlarım Öldürür
Dost düşman önünde yürür
Bilmedim asıl dostu
Dostların canıma kastı
Beni dostlarım öldürür.
Ağamsın kardaşımsın der
Gülerek kalbime girer
Sinsice için için yer
Beni Dostlarım öldürür.
Sevmek değil sanki tapar
Uzattığım elim kopar
Bir gün beni apar topar
Mutlak dostlarım öldürür.
Ahmet Tufan Şentürk
Sevgi
– Bilim
Konu sevgi olunca ne kadar hayati
olursa olsun, özellikle de bilimselliğin ciddiyetini
kaybedebileceği kaygısı genellikle hakimdir. Durum böyle olunca,
insanların bu hayati ihtiyacını fark edebilenlerin, onu gerçek
derinliği ile samimi ve yoğun bir şekilde nasıl ifade ve tecrübe
edebileceklerini ve de nasıl geliştirebileceklerini bilmedikleri ve
öğrenemedikleri bir realitedir. Ve hatta onu bir ömür boyu fark
edemeyenler bile var. (63)
Eğitim ve öğretim adı altında, insanı asıl belirleyici ve
insanda en etkili olan ruh sağlığını, insani şartları
gözetmeksizin, kendilerini özellikle performans, kalite, yetenek
gibi sözde kontrol edilebilir şekillendirilebilir yeteneklere
adıyorlar. Halbuki bütün bunların ruh sağlığının olmadığı,
insani şartların gerçekleşmediği bir toplumsal ortamda
sağlanması kesinlikle mümkün değildir. (64)
İnsani şartların sağlanması ve ruh sağlığının korunup
gelişmesi ise sadece ve sadece sevgi, huzur, güven dolu bir ortamda
mümkündür. Dolayısıyla da Eğitim Bilimlerinin, aslında eşsiz
benzersiz olan bu hayati konuyu neredeyse hiç ele almamış olması
çok şaşırtıcıdır. Halbuki sadece ve sadece insanlar için
hayati olan bu ihtiyaç eğitimi meşru kılar. Özellikle de gitgide
küçülen günümüz dünyasında, barış, güven, huzur,
dayanışma, kardeşlik içerisindeki bir dünya ve
eleştirel-bilinçli bir sevgi için eğitimin ve öğretimin önemi
kendisini çok daha bariz bir şekilde göstermektedir. (65)
Sevebilme yetisi ne ölçüde
geliştiğimize, dünyaya ve kendimize karşı tutumumuzda ne ölçüde
yaratıcı bir eğilim geliştirdiğimize bağlıdır. Bu kurtulma,
doğma, uyanma işlem için gerekli bir tek koşul vardır: İnanç.
Sevme sanatının uygulanması önce inancın uygulanmasını
gerektirir.
İnanç nedir? İnanç, yapısı
gereği, bir Tanrı'ya ya da dinsel öğretilere inanmak mı
demektir? İnanç yalnız akla, akla uygun bir biçimde düşünmeye
karşı ya da ondan kopmuş bir şey midir? İnanç sorununu anlamaya
girişirken bile insan akla uygun olan inançlarla olmayan inançlar
arasındaki ayrımı görmelidir.
Akla uygun inanç yaratıcı akıl ve
duygu etkinliğinden doğar. İnançların hiç karışmaması
gereken akla uygun düşüncede akla uygun inancın önemli bir yeri
vardır. Örneğin bir bilim adamı yeni bir şeyi nasıl buluyor? Ne
bulacağını bilmeden birbiri ardına deneyler yapıp birbiri üstüne
gerçekler yığarak mı başlıyor işe? Hangi alanda olursa olsun,
gerçekten önemli bir şeyin bu yolla bulunduğu hemen hemen hiç
olmamıştır. İnsanların boş düşler peşinde koşarken önemli
sonuçlar elde ettikleri de pek görülmemiştir. İnsan çabasının
denendiği her alanda yaratıcı düşünme eylemi çoğunlukla
“zihindeki görüntü” diyebileceğimiz şeyle başlar; bu da
aslında daha önce yapılan sayısız incelemelerin, uzun düşünce
ve gözlemlerin sonucunda doğar. Bir bilim adamı bu ilk görüntüyü
inandırıcı kılacak ölçüde bilgi topladı ya da bir matematik
formülü çıkardı mı, denemeye hazır bir varsayıma ulaşmış
demektir. Bu varsayım, ne gibi sonuçlar getireceğini görmek üzere
dikkatle çözümlenir; varsayımı güçlü kılan kanıtların bir
araya getirilmesiyle daha yeterli bir varsayım elde edilir; sonunda
varsayımdan geniş bir kuram çıkarılabilir.
Dünyada
her şey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en
gerçek yol gösterici ilimdir, fendir, ilim ve fennin dışında yol
gösterici aramak dalgınlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan
sapmaktır! Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki
gelişimini kavramak, ilerlemeleri zamanında izlemek şarttır."
(66)
Mustafa
Kemal Atatürk
Gözlerimizi
kapayıp mücerred yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi
bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayamayız.
Bilakis, müterakkî, mütemeddin bir millet olarak, medeniyet
sahasının üzerinde yaşayacağız... Hiçbir delil-i mantıkîye
istinad etmeyen birtakım an’aneler, akidelerin muhafazasında
İsrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de hiç
olmaz. Terakkide kuyûd ve şerâ’iti aşamayan milletler, hayatı
mâkûl ve amelî müşahâde edemezler. Hayat felsefesini vâsi
gören milletlerin taht-ı hâkimiyet ve esaretine girmeye
mahkûmdurlar... Cehil izâle edilmedikçe, yerimizdeyiz. Yerinde
duran, geriye gidiyor demektir...” (67)
Mustafa
Kemal Atatürk
...Günümüzde
toplum yaşamımızın hemen her kesiminde egemen olmaya yüz tutmuş
birtakım sorumsuz,
fanatik ve yıkıcı güçlerle, onların eylem ve tutkularını
biçimleyen akıl-dışı öğretilerle karşı karşıyayız.
Entelektüel birikimi cılız bir kültür ortamında, özgür
düşünce eğitimden yoksun gençlerin bu tür akımların baskı ve
propagandasına dayanabileceğini bekleyemeyiz. Giderek ağırlığını
duyuran fanatizmi kısa sürede etkisiz kılmanın yolu var mıdır,
varsa, araçları nedir? Sorusu yeteri açıklıkla henüz
yanıtlanmış değildir. Ama uzun sürede bağnaz kafalarla
savaşmanın belki de en etkili yolu eğitimin her düzeyinde genç
kuşakların, “bilimsel anlayış” dediğimiz yöntemli kuşkuya
yer veren, eleştiri ve tartışmaya açık, olgulara saygılı
akılcı yaklaşımı benimsemelerini sağlamaktır. Unutmamak
gerekir ki, bilimsel dünya görüşünü özümlememiş bir kültürde
fanatizmin her türüne boy verme olanağı vardır... (68)
Dogma,
Felsefe ve Bilim
Son
zamanlarda "gerçek" kavramını sürekli kafamda
irdeliyorum; neden bilmiyorum, o konuda açıklığa kavuşmak bana
çok önemli görünüyor.
Şöyle bir düşünüş
izliyorum:
Benim dışımda bir varoluş
var: en geniş anlamda bu varoluşun tümüne evren diyoruz. Evrenin
gerçeği ne? Evren dediğimiz şey ne? Herhalde aklı ermeye
başlayan çocuğun en temel sorusu bu olmuştur. Benim için halen
en temel soru bu.
Bu soruyla ilgili şimdiye
kadar üç temel yaklaşım tanıdım: (1) Dogmatik yaklaşım:
birileri evrenin gerçeğini bildiğini söylüyor ve bazen açık
seçik, bazen örtük biçimde bu gerçeğin ne olduğunu anlatıyor.
Anlatıyor ve diğerlerinin kendisine inanmasını bekliyor. Evrenin
ne olduğu ile ilgili bir inanç sistemi oluşuyor ve bu inancı
paylaşanlar evrenin ne olduğu konusunda aynı "gerçeği"
paylaşıyorlar. Evrenin gerçeği kapsamlı bir gerçektir ve bu
inancın altında evlilik, çocuk yetiştirme, yaşam biçimi,
bireysel ve toplumsal yaşamın her yönü anlam bulmaya başlıyor.
Böylece bu inanç sistemi içinde oluşmuş kültürler ve
uygarlıklar gelişiyor; müzikle, mimari tarzlarıyla, aile
yapılarıyla, devlet yönetimi ve kanunlarıyla kökleri daha önceki
oldukça karmaşık tarihsel olaylarda bulunan bir yaşam düzeni
oluşuyor. Her karmaşık sosyal düzenin altında paylaşılan bir
anlam verme düzeni bulunur. Bu anlamda dinler bu tür dogmatik anlam
verme sistemlerinin örnekleridir.
(2) Felsefi yaklaşım:
Dogmatik yaklaşım evrenle ilgili inancın irdelenmesine izin
vermez. Ama felsefi yaklaşım irdeleme, inceleme ve kurcalama
üzerine kurulmuştur. Birileri evrenin gerçeğini sorgular ve
kendinden önce aynı konuda fikir beyan etmiş insanların
fikirlerini teker teker ele alıp irdeler ve onların eksikliklerini
göstererek kendi anlayışının üstün taraflarını ifade eder.
Bunu yapabilmek için kendinden önce gelenlerin ne dediğini
inceler, irdelemek ve kendine özgü bir düşünce sistematiği
geliştirir. Bu sistem içinde kendinden öncekilerin görüşlerini
değerlendirir ve onların artı ve eksilerini gösterirken kendi
getirdiği katkıları da belirtme ortamı yaratır. Yeni düşünceleri
sürekli izler; çünkü izlemek ve gelişmek zorundadır. Geliştikçe
ya kendi görüşünü savunur ya da yeni revizyonlar yapar. Böylece
sürekli düşünme, ifade etme, gözden geçirme ve yeniden düşünme
süreci başlamış olur. Felsefi yaklaşımlardan bazıları
inançlar haline dönüşünce o zaman dogmatik bir özelik kazanır
ve o andan itibaren o düşüncenin irdelenmesine, incelenmesine,
kurcalanmasına izin verilmez. İdeolojiler dogmatikleşmiş felsefi
yaklaşımların örnekleridir.
(3) Bilimsel yaklaşım:
Felsefi düşünceleri, evrenle ilgili temel varsayımları gözlemler
yaparak "test eden" yaklaşım bilimsel yaklaşımdır.
Böylece bilimsel yaklaşım hipotezle geliştirir ve bu hipotezlerin
doğruluğunu test eder. Örneğin, dünya evrenin merkezinde ise ve
güneş dünyanın etrafında dönüyorsa, gökyüzünde görülen
yıldızların şöyle bir yapı içinde görünmesi ve bu yapının
değişik mevsimlerde değişmemesi gerekir. Beklenilen yapı
görünmüyor ve görülen farklı yapı mevsimden mevsime
değişiyorsa o zaman ikinci bir hipotez geliştirir; örneğin,
güneşin etrafında dönen dünya hipotezini ortaya atar. Polonyalı
Kopernik, Alman Kepler, gözlemlerini özgür bir ortamda yapıp
buldukları sonuçları rahat şekilde ifade edemediler. Aynı şey
İngiliz Newton ve Darwin için de söylenebilir.
Daha önce oluşmuş olan
dogmatik inanç sistemi kendine ters düşecek düşünce ve
inançların gelişmesine fırsat vermek istemez. Bu dogmatik
düşüncenin doğasından kaynaklanır. Hiçbir din, kendi temel
inançlarını sorgulayan filozof ve bilim insanına hoş
bakmamıştır.
Felsefenin ideolojik olarak
dogmalaşması gibi bilimsel kuramların ve yaklaşımların da
dogmalaşması ve kendi bakış tarzından başka bir düşünce
tarzını yaşatmaması söz konusu olabilir. Ben Freud'un
takipçilerinin çoğunun psikoanalitik anlayışını dogmatikleşmiş
görüyorum. Einstein'ın gençlik yıllarında karşılaştığı
direnç Newton fiziğine dogmatik bağlanmış bir anlayıştan
kaynaklanıyordu. Thomas Kuhn'un, "Structure of Scientific
Revolutions" adlı kitabında bunun birçok örnekleri var.
Bilimsel sorgulamayı,
irdelemeyi, bilimsel düşünmeyi yaşamının temeli kabul etmiş
bir toplumun evrene anlam veriş tarzı başkadır ve bu anlam veriş
tazı da kapsamlı bir gerçektir. Bu anlam verme sistemi içinde
evlilik, çocuk yetiştirme, sanat, müzik, spor, yeme içme
biçimleri, yaşam tarzı, bireysel ve toplumsal yaşamın her yönü
şekillenir. Böylece bilimsel düşünce sistemi içinde oluşmuş
kültürler ve uygarlıklar gelişir. Devlet yönetimi ve yasalarıyla
bir yaşam düzeni oluşur. Bütün bu karmaşık sosyal düzenin
altında paylaşılan bir anlam verme düzeni vardır. Bu düzenin
özünde bilimsel yaklaşım vardır.
Çiftçi örneği
Zeytin yetiştirmek isteyen
bir çiftçi alalım.
Dogmatik yaklaşım içinde
çiftçi, "ağaç dikilirken kısır insan eli değmemeli, aksi
halde zeytin vermez," inancına sahip olsun. Bu inanç nesiller
boyu birinden diğerine aktarılabilir. Bu inancı paylaşmayanlara
da iyi gözle bakmazlar.
Felsefi yaklaşım içinde
çiftçi, ağacı dikenin özelikleriyle ağacın verdiği zeytin
miktarı arasında söylenmiş sözlerin hepsini bilir, inceler ve
kendine göre kendi ifadesini yapar. Eşine dostuna kendi sözünün
diğerlerinden neden üstün olduğunu da anlatır.
Bilimsel yaklaşım içinde
çiftçi, zeytin ağacının yetişmesi ve zeytin vermesiyle ilgili
ilişkin parametreleri varsayımlar: toprağın türü, iklim, bakım,
ne zaman dikildiği, ağaçlar arasındaki mesafe, kimin tarafından
nasıl dikildiği, vb. Sonra sırasıyla bu parametrelerin her
biriyle ilgili hipotezler geliştirir ve bu hipotezlerin geçerliğini
gözlemler yaparak araştırır. Zaman içinde zeytin yetiştirmeyle
ilgili verisel tabanlı bilgi birikimi oluşturur.
Anababalık yapma örneği
Çocuğunu yetiştirmek
isteyen bir anababa alalım.
Dogmatik yaklaşım içinde
anababa, "kızını dövmeyen dizini döver," inancına
sahip olsun. Bu inanç nesiller boyu sürüp gidebilir. Bu inanca
uymayanlara diğer anababalar iyi gözle bakmazlar.
Felsefi yaklaşım içinde
anababa, dayağın yararı ve zararı üzerine değişik görüşleri
toplar, kim ne demiş, hangi düşünür ne zaman hangi görüşü
ifade etmiş bütün bu görüşleri toplar, öğrenir ve sonunda
kendi özlü, erdemli, bilge ifadesini kurar.
Bilimsel yaklaşım içinde
anababa dayak atılan çocukların kişilik yapısı, yaşam
başarısı, mutluluğu ile dayaksız yetişen çocukların kişilik
yapısı, yaşam başarısı ve mutluluğunu karşılaştırır. Kız
çocuğu yetiştirmede göz önüne alınması gereken temel
parametrelerin ne olması gerektiği ile ilgili bir araştırma
yapar. Örneğin, çocukla kurulan iletişimin türü, miktarı,
zamanı ve yerinin etkisiyle ilgili araştırmaları gözden geçirmek
isteyebilir. Bütün bu araştırmaların sonunda bu konuda bir
uzmanla görüşerek karar vermeyi seçebilir.
Her bir yaklaşım kendi
içinde tutarlı bir anlam verme sistemi oluşturur. Evrenin yapısı
ve gerçeği ile ilgili günümüzde hem dogmatik, hem felsefi hem de
bilimsel anlam verme sistemleri vardır. Evrenin anlamıyla ilgili
olduğu gibi insan nedir, çocuk nasıl yetiştirilmelidir, devlet
nasıl yönetilmelidir, kadın erkek ilişkisi nasıl olmalıdır
alanlarında da dogmatik, felsefi ve bilimsel görüşler vardır.
Atatürk'ün Türkiye
Cumhuriyeti için öngördüğü yaklaşım açık seçik ifade
edilmiştir: "Hayatta
en hakiki mürşit ilimdir." "Türk milletinin elinde
tuttuğu meşale müspet ilim meşalesidir."
Şimdiye kadar bütün
yazdıklarımın altında yatan temel bir varsayım var: Bizim
dışımızda bizden bağımsız ve bizim gözlemleyebileceğimiz bir
evren var.
Bu varsayım bugünkü
kuantum fizikçileri tarafından ciddi olarak sorgulanmaktadır.
Gözlemleyenden, algılayandan bağımsız bir evren olmadığını
söyleyen saygı değer bilim insanları bulunmaktadır.
Bu ne demek oluyor?
Bu şu demek oluyor: kendini
anlamadan, içinde yaşadığın evreni anlamlı kılamazsın.
O nedenle, beni çok
etkileyen, gerçekliğini iliklerime kadar hissettiğim Yunus
Emre'nin sözleriyle yazımı sonlandırmak istiyorum:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendin
bilmezsen,
Ya nice okumaktır. (69)
Ey kara cübbeli, senin gündüzün
gece;
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
Onlar Yaradanın sanatı peşindeler:
Senin aklın fikrin abdest bozan
şeylerde.
Ömer
Hayyam
Zihinde görüntünün belirmesinden
kuramın biçimlendirilişine dek her adımda gerekli olan bir şeydir
inanç: Akla yatkın bir amaç olarak görüntüye inanma; olası ve
akla uygun bir önerme olarak varsayıma inanma; hiç değilse
geçerliliği konusunda genel bir fikir birliğine ulaşılıncaya
dek son kurama inanma. Bu inanç insanın kendi yaşantılarından,
kendi düşünce, gözlemleme ve yargılama gücüne olan güvenden
doğar. Akla uygun olmayan inanç, bir şeyin, yalnız yetke ya da
çoğunluk öyle dediği için doğru sayılmasıyken akla uygun
inanç, çoğunluğun fikri ne olursa olsun insanın kendi kendi
yaratıcı gözlem ve düşünme gücüne dayanan bağımsız bir
güven duygusundan doğar.
Sevilmek, sevmek, gözüpeklik
gerektirir; bazı değerleri en üstün değerler olarak kabul
edebilme -ve gereken atılımı yapıp her şeyi bu değerler üzerine
kurabilme – gözüpekliği ister.
Bu tür gözüpeklik kocaman lâflarıyla
ünlü Mussolini'nin “tehlikeli yaşamak” parolasıyla anlatmak
istediği gözüpeklik nihilist bir gözüpekliktir. Kökünü yaşama
karşı edinilen yıkıcı bir tutumdan, kişinin sevilmediği için
yaşamı bir yana atma isteğinden alır.
İnanç için gözüpeklik,
tehlikeleri göze alabilmek, acı ve umut kırıklıklarına hazır
olabilmek gibi nitelikler gereklidir. Yaşamın temel koşullarının
emniyet ve güvenlik olduğunda direnenler inançlı kişiler
olamazlar; uzakta durma ve mal mülk edinmenin güvenlik aracı
olduğu bir savunma duvarının ardına saklanan kişi kendi kendini
tutsak etmiş demektir.
İnancı ve gözüpekliği öğrenmek
günlük yaşamdaki küçük şeylerle başlar. İlk adım insanın
inancını ne zaman, nerede yitirdiğine dikkat etmesi, bu inancı
yitirdiğini ne gibi akla uydurmalarla örtmeye çabaladığını
görmeye çalışması, ne zaman korkaklık gösterdiğini, bu
korkaklığını nasıl akla uydurduğunu anlamasıdır; her inanç
yitikliğini bizi nasıl zayıflattığını, gitgide artan bu
zayıflığın da gene, kısır bir döngü gibi, nasıl yeni inanç
yitikliklerine yol açtığını görmesidir.
Sevme yetisi, ancak yaşamın öbür
alanlarında üretici ve etkin olmanın sonunda elde edilebilecek bir
yoğunluk, uyanıklık ve canlılık gerektirir. Eğer kişi, öbür
konularda üretici değilse sevgide de üretici olamaz.
Tüm toplumsal ve ekonomik dizge
herkesin kendi çıkarını araması üzerine kurulmuşsa, ahlâk
yönünden yalnız dürüstlük ilkesiyle yumuşatılmış bir
bencillik ilkesiyle yönetiliyorsa, insan nasıl iş yapabilir, nasıl
hem o toplumun çerçevesi içinde kalıp hem de sevgiyi
uygulayabilir? Sevgiyi uygulamaya kalkmak, insanın dünyayla ilgili
her şeyi bir yana itip en yoksul kişilerin yaşamını paylaşmak
anlamına gelmez mi o zaman? Bu soruyu Hristiyan papazlarla Tolstoy,
Albert Schweitzer ve Simone Wil gibi kişiler ortaya atmış ve
köktenci bir tutumla yanıtlamışlardır. Toplumumuzda sevgiyle
normal günlük yaşamın temelde bağdaştırılamayacağı inancını
paylaşan kişiler de vardır. Bunlar, bugün sevgiden söz etmenin
toplumda yaygın olan dolandırıcılığa katılmaktan başka bir
şey olmadığı sonucuna varırlar; bugünkü dünyada ancak bir
ermişin ya da bir delinin sevebileceğini, bu yüzden de sevgiyi
tartışmanın boş öğütten başka bir şey olmadığını ileri
sürerler. Bu pek saygıdeğer görüş sinikliğin akla uydurulmuş
biçimine dönüşebilir kolayca. Aslında iyi bir Hristiyan olmayı
isterdim ama bunu ciddi ciddi yapmaya kalkarsam açlıktan ölmem
gerekir diye düşünen sıradan insanın üstü kapalı olarak
katıldığı bir şeydir bu. Bu “köktencilik” tinsel nihilizmde
son bulur. Köktenci düşünürler de, sıradan insanlar da sevmeyen
otomatlardır; ikisi arasındaki tek ayrım sıradan kişilerin işin
bilincinde olmamalarıdır; oysa köktenci düşünürler bunu bilir
ve bu gerçeğin “tarihsel açıdan gerekli” olduğuna inanırlar.
Oysa ben, sevgiyle “normal”
yaşamın hiçbir zaman bağdaştırılamayacağı yanıtını ancak
soyut anlamda doğru buluyorum.
İnsanın varolma sorununa tek akla
uygun çözüm yolunun sevgi olduğuna içten inananlar, sevginin
toplumsal bir şey olmasını istiyorlarsa bunun çok zor elde
edilen, kişisel, az rastlanan bir şey olmasını istemiyorlarsa,
toplumumuzun yapısında önemli, kökten değişmelerin yapılması
gerektiği sonucuna varacaklardır.
Toplumumuzu bürokratlarla profesyonel
politikacılar yönetmektedir; insanları da kitlenin istediği
şeyler yönlendiriyor; bu insanların tek amaçları da daha çok
üretip daha çok tüketmektir. Her türlü etkinlik ekonomik
amaçlarla boyun eğmiş durumdadır; araçlar amaç olup çıkmıştır;
insan bir otomattan başka bir şey değildir – karnı tok, sırtı
pektir ama kendine özgü insanlık niteliğinin, insandan beklenen
işlerin onun gözünde büyük bir önemi yoktur. Sevebilmesi
isteniyorsa insan, en yüze yerine çıkartılmalıdır. İnsan
ekonomi çarkı için çalışacağına, ekonomi çarkı insana
hizmet etmelidir. En yüksek ölçüde kârı paylaşacağına,
yaşantıları, işi paylaşmalıdır insan. Toplum öyle
düzenlenmelidir ki insanın toplumcu, sevecen yaratılışı
toplumsal varlığından koparılmasın, tersine onunla bütünleşsin.
Göstermeye çalıştığım gibi sevginin insanın varolma sorununun
en akla yatkın ve doyurucu çözüm yolu olduğu doğruysa, az da
olsa sevginin gelişmesini önleyen her toplum sonunda, insan
yaradılışının temel gereksinmelerini hiçe saydığı için
kendi kendini çürüterek yok olacaktır. Gerçekten sevgiden söz
etmek, boşuna konuşmak değildir.(70)
Sevgi
üzerine konuşabilir, binlerce kitap yazabiliriz ama deneyimlenmesi
gerektiği için sevgi her birimiz için farklı olacaktır. Sevgi
kavramlaştırılamaz. Eylemdir sevgi. Sevgi ancak mutluluk
yaratabilir. Eyleme dökülen korku ise acının kaynağıdır.
Ustaca
sevmenin yegane yol sevgiyi eyleme dökmektir. Sevginizi
doğrulamanız, açıklamanız gerekmez. Gereken, sevgiyi yaşamaktır.
Ustayı yaratan uygulamadır. (70a)
Şurası bir gerçek ki insanlar
çevrenin gittiği yolu izlemek zorunda değillerdir. Şu ya da bu
davranış kalıbını izlemesi için insanı zorlayan hiçbir şey
insanda mevcut değildir. Hernekadar sosyologlar ve antropologlar
insanı bir kültür ürünü olarak görüyorlarsa da insan
kültürüne karşı koyabilir; sahip olduğu olumsuzlukları belli
bir toplumsal grup içindeki üyeliğine yükleyemez. Hangi yolu
seçeceğine karar verebilir ve bu seçme özgürlüğü onu
evrendeki diğer tüm varlıklardan ayırmaktadır. İnsan olmak
belirlenmemiş olmaktır, özgür olmaktır. Herkes kendi doğru ve
yanlışının yargıcıdır. Yoksa ne yaptığı belirsiz ve
sorumsuz bir varlık değildir insan. (71)
Alıntılar:
1a)Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç.
Dr. Ayhan Aydın
2 ) Dörtlükler, Ömer Hayyam, İş
Bankası Kültür Yayınları
3 ) Korku
kültürü, niçin “Mış Gibi” yaşıyoruz?, Doğan Cüceloğlu.
Remzi Katabevi
4 ) Ben ne bir ayrıcalık Ne de
Günahım. Yeterli ya da Kusursuz Olmayabilirim, Ama Ben Varım, Adlı
kitaptan.
5 ) Sağlıklı Toplum, Erich Fromm,
Çevirenler: Yurdanur Salman – Zeynep Tanrısever. Payel Yayınevi,
İstanbul 1982.
5a) Martin Buber.
6 ) İlgi ve Sevgi Eksikliği
Güvensizlik Yaratır. Prof. Dr. Özcan Köknel
7 ) Sevme Sanatı. Erich Fromm. Payel
yayın. Çevirenler: Yurdanur Salman, 10.basım
8 ) Sevgi Odaklı Yaşam Ne
Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan.
9 ) (Alıntıyı kimden yaptığımı
hatırlayamadım)
10 ) Haset
ve Şükran, Melanie Klein, çeviren: Orhan Koçak, Yavuz Erten.2.
Basım 2008. Metis Yayınları.
11 ) Kıskançlık nedenleri –
sonuçları ve giderilmesi çareleri, Dr. Guy Delpierre, Kısaltarak
dilimize çeviren Dr. Halis Özgü, İstanbul 1967 , Özgü Yayınevi,
12 ) İlgi ve Sevgi Eksikliği
Güvensizlik Yaratır.
13 ) (Alıntıyı kimden yaptığımı
hatırlayamadım)
14 ) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı.
Erich Fromm, payel yayın, çevirenler: Yurdanur Salman, Nalân İçten
3.basım
15 ) Yaşamın ve Sevginin anlamı.
16 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek,
Leo Buscaglia, İnkilap Kitapevi, çeviren: Nesrin Kasap
16a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
Çeviren: Seda Toksoy, Ötesi Yayıncılık, 2000.
17 ) Çocuğunuzla Sağlıklı
İletişim, Haim Ginnot, Kuraldışı Yayınları 28
18 ) Haset ve Şükran, Melanie Klein.
(Yanılmıyorsam alıntıyı bu kitaptan yapmıştım.)
19 ) Sevme Sanatı
20 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek
21 ) Sevme Sanatı
22 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek
22a ) Haset ve Şükran, Melanie Klein
23 ) Sevgiyle Yükselmek, Bir oluş
Felsefesi. Bert Hellinger, çeviren: İnan Deniz Erguvan, Kaknüs
Yayınları 2010.
26 ) ) Ders kitaplarının insan
hakları ölçütleri açısından taranmasıyla elde edilen
verilerin değerlendirilmesi. Mehmet Semih Gemalmaz (İstanbul
üniversitesi), Ders kitaplarından insan hakları: Tarama sonuçları,
Tarih vakfı yayınları. sf: 46
27 ) Sevme Sanatı
27a) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek,
Leo Buscaglia,
27b) (Alıntıyı kimden yaptığımı
hatırlayamadım)
27c) Erich Fromm, Sevme Sanatı.
27d) Yaşamın ve Sevginin anlamı
28 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek
29a)
Cinsellikten İkmale Kalmak, Dr Erdal Atabek, altın kitaplar, 5.
basım şubat 1998.
30 ) Ailede ve Toplumda Ruh Sağlığı,
Prof. Dr. Özcan Köknel, Hür yayın. Birinci baskı 1981.
30a) Sahip olmak ya da olmak, Erich
From, ceviren Aydin Aritan, Aritan yayinlari, 2003.
30b) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
31 )
Modernleşen Türkiye'de yaşlılık ve yaşlanmak
(Yaşlanmanın Sosyolojisi), Dr. İsmail Tufan ,Anahtar kitaplar
yayınevi / 2003
32 ) Sevme Sanatı, Erich Fromm.
32a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz
33 ) Sevme Sanatı, Erich Fromm.
34 ) Francis Bacon.
34a) Kaynak: Prof.Dr.
Özcan KÖKNEL (Kaygıdan Mutluluğa Kişilik)
Derleyen : Psikolog Arzu
ÖZGÜLDÜR SGK Adviye Fenik Çocuk Bakımevi
35 ) Armağan 3, Amet Tufan
Şentürk/Dr. İsa Kayacan Ankara 2004.
35a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
35b) Cinsellikten
İkmale Kalmak, Dr Erdal Atabek, altın kitaplar, 5. basım şubat
1998.
36 ) Sevgi Odaklı Yaşam Ne
Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan
36a ) Başka
psikiyatri ve düşünce dergisi. Dr. Serhat Çitak, Kasım
Aralık 2008
37 ) Yaşamın ve Sevginin anlamı.
Doç. Dr. Ayhan Aydın
38 ) Ahlak ve Şiddet, M. Mukadder
Yakupoğlu. Göçebe Yayınları
39 ) Sevgi Sanatı, Erich Fromm.
40a)
http://www.forumpaylas.net/felsefe-psikoloji/48763-anne-sevgisi-eksikligi-sipsevdilige-sebep-oluyor.html
41 ) Sevgi Odaklı Yaşam Ne
Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan
42 ) Evlilik ve Ahlak, Bertnard
Russell. Say Yayınları, Ocak 1996.
43 ) Köstek mi? Destek mi? (Yakın
ilişkiler, iç ve dış dünyalar) İnci Doğaner
44 ) Ailede ve Toplumda ruh sağlığı
45 ) Bireysel ve toplumsal Şiddet,
Prof.Dr. Özcan Köknel, Altın kitaplar. 2000 2. Basım
46 ) Kaygı
-Sınanma duygusuyla baş edebilme. Kadir Özer, Sistem Yayıncılık.
Birinci basım 2002
47 ) Modernleşen
Türkiye'de yaşlılık ve yaşlanmak (Yaşlanmanın Sosyolojisi),
Dr. İsmail Tufan ,Anahtar kitaplar yayınevi / 2003
49) Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç.
Dr. Ayhan Aydın
50) Sevgi Odaklı Yaşam Ne
Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan.
51) Salıklı toplum
52a)
Haset ve Şükran, Melanie Klein
53) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Erich
Fromm
53a) Bütün
Yönleriyle Aşık Veysel Yaşamı Sanatı Şiirleri, Gülağ Öz,
Ayyıldız Yayınları, Kasım 1994.
54 ) İnsanın
Kosmosdaki Yeri, Max Scheler, 1968.
55) Sevgi Eğitimi, Veysel Sönmez.
Anı yayıncılık. 1997 Ankara 5.baskı.
56) Alın yazısı, Dr. Halis Özgü
(Psikolog – Pedagog), Eser Yayınevi. 1961
56a) Güvensizlik
üçgeni “1402'likler, fişleme güvenlik soruşturması, Güney
Dinç, Say yayınları, 1987.
58a)
Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç. Dr. Ayhan Aydın
59) Gökçe
Cansever
60) Düşüş, Albert Camus. Çeviri:
Hüseyin Demirhan, Can yayınları 12. baskı 2010.
61) Toplum ve adaletli yaşam
“sorumluluk ve kişiliğin kazanılması” Prof. Dr. Vecdi Aral.
Filiz kitap evi. İstanbul 1988.
62) Şölen-Dostluk. Platon. Çeviren:
Sebahattin Eyüpoğlu-Azra Erhat. Trükiye İş Bankası Kültür
Yayınlar. 5. Baskı 2008.
62a) Sağlıklı Toplum, Erich Fromm.
63) Ergen,2009, s.146
64) Arnold 2002, 9
68) Bilim Felsefesi, Cemal Yıldırım,
Remzi kitapevi. 13. basım 1991
70) Sevgi sanatı
70a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
71) Varoluşçuluk
ve Eğitim, Doç. Dr. Sabri Büyükdüvenci, form ofset, 1994.
* Farkında olmak demek o kişinin
öğrendiklerini yaşayarak, kendisiyle deneylere girişerek,
başkalarını gözleyerek, sonunda da sorumsuz bir “fikir”
edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği bilgilere
dönüştürmesi demektir. Ne var ki genel ilkeler üzerinde bir
karara varmak da yetmez. Bu farkında olmanın ötesinde insanın
kendi içindeki güçler dengesinin ve bilinçaltı dürtüleri
gizleyen akla uydurmalarının farkında olması gerekir. Erich
Fromm