Sayfalar

5 Kasım 2011 Cumartesi

Meslek ve Meslek Hayatı


  Meslek üzerine düşüncelerim kafamda dağınık olarak bulunuyor, bu yazıyı yazarak meslek üzerine düşüncelerimi belli bir düzene koymak istiyorum. Aslında yazarak kafamdaki düşüncelerin daha iyi şekillendiğini ve belli bir düzene girdiğini görüyorum.

Yazıyı yazmaya başlamadan şunu belirteyim, ben meslek lisesi -tesviye-, meslek yüksel okulu -makina-, iktisat fakültesi mezunuyum, bir çok işi uzun olmayan dönemlerle yapmış biriyim, bu eğitimleri almak ve bir meslekte belli bir süre çalışmak bir meslek sahibi olmak için belki yeterli ama mesleğin sorumluluğunu, mesleğin gerekliliklerini yerine getirmek için yeterli değil, ben edindiğim mesleklerin sorumluluğunu pek vermedim. Bunu belirtmemin nedeni yazdıklarımın daha iyi anlaşılması için.

Mesleğin tanımını yapmaya çalışarak yazıya başlayayım, mesleğin bir tanımını yapmak zor bence. Toplumun gereksinim duyduğu herşey meslekmidir, bir işin belli bir disiplinle yapılması, belli bir yoğunlaşma ve belli bir dikkat gerektirerek yapılmış olması meslek olması için yeterlimi, belli bir menfaat sağlıyor olması meslek tanımı için yeterlimidir, bence bunların hepsinin bir arada olması, meslek tanımı için yeterli değil, mesleğin meslek olması için insanın insan olmasından kaynaklanan onuruna yaraşır olmalı (insanın onurunu ileride açmaya çalışaçağım), meslek insanı özgürleştirmeli, seçimini kısıtlamamalı. Bence fahişelik bir meslek değildir, mezhep imamlığı bir meslek değildir bence, son saydığım özellikler bu iki meslek içinde yok.
Bir iş uzun süre yapıldığında ve belli aşamalardan geçtikten sonra meslek haline gelebiliyor, diğer türlü merak olarak kalıyor. bu aşamalardan gerektiği şekilde geçmeyen kişiler çeşitli sıkıntılarla karşılaşırlar kaldıramayaçağı sorumluluğu/yükü alabilirler ve bu kişide çeşitli kaygılar yaratır, ve bu kaygılarla başa çıkamayan kişi işini düzgün yapamaz, yaşanan bu durum içinde kişinin kişiliğinde çeşitli bozukluklar başgösterebilir, kişi olmadığı gibi görünmeye çalışır ve bu kişiyi yorar, kişi narsizstik bir yapı gösterebilirde, veya kişi yetkin olmadığı/sözdeyetkin işte kalabilmek için hep bu yetkin olmadığı alan üzerinde kendini korumaya çalışır ve bu kişide kaygı yaratır. İnsanlar kendilerini güvende hissettiği yerde yeni bilgiler almaya eğilimlidir.
Sözdeyetkinlik yerine bir meslekte gerçekten yetkin olarak yetişmek hem mesleğin geleçeği hemde kişinin yapısı için önemlidir, mesela bir mesleğin ilk öğrenme aşamalarında olan kişi bu meslekte sanki en son aşamalarda ki gibi konuşmaya kalkarsa veya kendini böyle görürse bu kişi bu meslekte ilerleyemez, mesleği öğrenemez, bir örnekle açıklarsam kadınların girmediği erkek kahvelerinde ülke meseleleri, yönetim şekilleri hakkında devamlı konuşulur, büyük meseleler hakkında büyük sorunlar hakkında hemençecik çözüm önerileri getirilir, bir sistem değişir bir sistem kurulur hemencecik, ama bu konuşanların çoğunun ülke yönetim sistemleri hakkında, yönetimler hakkında hiç bir incelemesi okuması yoktur, işte bu konuşmalar böyle sürüp gittiğinde burada konuşan kişiler bu konu hakkında meraktan öte bir şeye gidemez, siyaset bilimlerini hiç bir zaman öğrenemez, yani bir mesleği öğrenmek için boş konuşmadan kaçınmak gerek, birde bir meslekte herşeyi bildiğini ida eden ve böyle davranan kişi de meslekte gerilemeye başlar, mesleği hakkında bilmediği birşey olduğunda biliyormuş gibi davranmak yerine ben bunu bilmiyorum benim bildiklerim bu konular diyebilen bir kişi mesleğinde gelişme sağlar, alçakgönüllülük şarttır mesleki gelişimde, her meslek sabır gerektirir, insan doğası gereği bir işin aklına girmesi uzun tekrar gerektirir, uygulama gerektirir, bu aşamaları geçmeye dayanamayan biri meslekte gelişim sağlayamaz. Meslek ile hayat beklentileri tutmayan kişilerde mesleklerinde gelişim sağlayamazlar.

Meslek seçimini bazı kişiler çok kolay yapabiliyor, bazıları meslek seçimi konusunda çok kararsız kalabiliyorlar, bende meslek seçimi konusunda kararsız kalanlardan ve meslek seçimini çok bilinçli yapmamış biriyim. Meslek seçiminin iyi yapılması için tam neler gerekir bilmiyorum ama kişinin kendi iç çekişmesi çok olduğunda bir meslek seçimi yapması zor oluyor, meslek seçerken bazı kişiler dış etkenler altında çok kalabiliyor mesela ailesi veya çevresinde o kişi üzerinde etkili olan birileri meslek seçimini yapacak kişiye etkide bulunmak istiyorlar bu da kişide seçimi zorlaştırıyor, bazen yanlış seçime neden olabiliyor. Bazı kişiler ise seçim yaparken neyi seçtiğini çok bilmiyorlar, meslekler hakkında bek bilgi sahibi olmadan seçim yapıyorlar. Bazı kişilerde daha küçüklükten meslekler hakkında birçok önyargı ile dolu oluyorlar, meslekler hakkında bilgi sahibi olmadan meslekleri reddediyorlar, bu etkenler olduğunda kişi meslek seçiminde çok zorlanıyor. Meslek seçiminde birçok etken var aslında en sağlıklı meslek kararı nasıl alınır tam bilmiyorum açıkcası kişinin doğuştan özellikleri ne kadar etkili oluyor meslek seçiminde bunları tam bilmiyorum.
Meslek seçimini istediği gibi yapamayan kişi meslek hayatında çok başırılı olamıyor veya meslek etiğinin gereklerini yerine çok getirmeye çalışmıyor, meslek seçiminde sıkıntı yaşayan kişi bu sıkıntılarını özel yaşamınada yansıtıyor, gözlediğim kadarıyla meslek seçimini istediği gibi yapmayanların oranı çok yüksek, yapılan araştırmalarda da yarı yarıya istenilen mesleğin yapılmadığını gösteriyor, bunun nedenleri yukarıda saydığım meslek seçiminde yaşanan sıkıntılar etkili oluyordur.
Birde şöyle bir şey görüyorum, bazı meslekler nedense aşağılanıyor veya bazı meslekler değersizleştiriliyor, veya bazı meslekler çok ön plana çıkarılıyor, her meslek bir değerdir.
mesela maddi sıkıntı çekilen bir ailde çocuğun meslek seçiminde sadece mesleğin maddi olanakları dikkate alınarak, meslek hakkında hiç bir bilgi sahibi olmasalarda maddi gelirinin iyi olmasından dolayı bu meslek devamlı öne çıkarılıyor, çocuğuna küçüklükten beri severken bile benim çocuğum doktor olaçak gibi sözler söylenmekte, baban gibi süpürgeçi olma çocuğum denir, süpürgeçi olan babada mesleğini yaparken mesleğinde değer görmediğini, küçük düşürüldüğünü, maddi olarak ve insan olarak değer görmediğini görmekte, işyerlerinde çeşitli ayrımcılıklar gördüm, mühendisler porselen tabakta yemek yerken imalatta çalışarak mesleğini uygulayan kişiler yemeği demir taplotlarda yemekte, meslekler arası ayrım işe göre olmalıdır, her insanın onuru eşittir, bir çaycı ile bir müdürün insan olarak aynı onuru görmesi gerekmektedir, müdürün yüksek maaş alması, çaycının az maaş alması eşitsizlik değildir, bir müdür çaycıya kaç kere günyadın demekte, çaycının kendi kaprislerini çekmesi gerektiğini düşünmekte, çaycı müdüre karşı böyle davranmaya kalksa çaycı işinden olabilir, iş gereği sınıflandırma olmalıdır, ama böyle olmadığını görmekteyim ve bunları gören çoğu kişi de oğlunun doktor veya mühendis olduğunda kendine gösterilmeyen saygınlığın çocuğuna gösterilmesini istemekte, çocuğunun doktor veya mühendis olduğunda hayatının iyi sürdürebilmesi için yeterli olacağı gibi yanlış bir düşünceye kapılmakta.
Bir kişi bir mesleği sadece para kazanmak için yapmaz, çoğunluk parası olsa dahi çalışmayı istemekte, yapılan araştırlamalarda bunu destekliyor, bir insan bir mesleği yaparken elbette para kazanmayı düşünür, bir işi yapabilmekten dolayı, yararlı olma duygusunu hissetmekten ötürü bir haz alır kişi, kişi yaptığı işte insanlarla temas etmekten ötürü bir haz alır, kendini anlatır, insanlarla iyi ilişkiler kurma peşinde koşar, toplulukta bir yer edinmeye çalışırda, aidiyet ihtiyacını da giderir, iş ilişkileri iyi gittiğinde kişi hayata karşı daha olumlu olabiliyor, iş yapabilen insanın ruh sağlığıda yerinde insandır ayrıca, mesleğinde birşeyler üretebilen kişilerin daha az kindar, daha çok affetici olduklarını gördüm.

Her mesleğin kendi içinde geliştirdiği bir kültür vardır, bu kültür mesleğin gelişimi, mesleğin sağlıklı ilerlemesi için gereklidir. Meslek etiği denen kurallar mesleğin uzmanları tarafından ve senelerin getirdiği tecrübeyle oluşan kurallardır, bazı kuralların yaptırımları olduğu gibi birçok kuralın sözlü olduğu bilinir, her meslek örgütlenmeye gitmekte ve bu örgütlenme ile kurallarını oluşturmakta, ama her örgütlenme ve meslek etiğinin meslekleri geliştirmediğini iktisat tarihe bakıldığında görüleçektir. O zaman nasıl meslek kültürü ve mesleki etik kurallar olmalıdır aklına geliyor insanın. Mesleki örgütlenme ve etik kurallar nasıl olması gerekir tam bilmiyorum ama bazı olması gerekenleri sıralayayım; Haksız rekabet yapılmamlı, eşit şartlarda yarışılmalı, kısa vadeli menfaatler için çıkar ilişkilerine girilmemeli, insan hak ve özgürlüklerine herşeyden önce dikkat edilmeli.
Günümüzde bazı meslekler büyük para sahipleri tarafından baskı altındadır, mesleğinde uzman bir kişi mesleğinin gerektirdiği kuralları uygulamaya kalktığında meslek sahibi mesleğini kaybedebilmekte, bu uzun sürede mesleklerin saygınlığının kaybetmesine neden oluyor, mesleklerin ilerlemisinde engel oluşturur, meslek örgütleri bu durum karşısında güçsüz durumda gibi, bazı meslek uygulayıcı kişiler bu duruma tepkisini koymaktadır tabi. Bazı kişilerde mesleğinin gerekliklerini yerine getirmek ile işini kaybetmek arasında kalır, boynunu öne eğerek gezmek ile alnı açık kafası dik bir şekilde gezmek arasında gidip gelirler. Bazı kişiler mücadele etme yolunu seçerken bazıları ise mesleğini yerine getirmesi gereken yerde olayları görmemezlikten gelmeye çalışırlar, gözlerini, kulaklarını tıkarlar, duymamazlıktan, görmemezlikten, anlamamazlıktan gelirler, mesleğinin ilk zamanlarında bu görmemezlik, duymamazlıklara, aldırmamazlıklara hiç gelemez kişi ama genelde ikinci yolu seçerler, görmemezlik, duymamazlık, aldırmamazlık yolunu seçerler, güç karşısında boyun eğme kültürünin de etkisi var burda, bu durumlar mesleklerin uzun zamanda yıpramasına neden olur, meslekte uzmanlaşma tam anlamıyla yapılamaz hale gelir diye düşünüyorum, mesleklerde başlayan gerileme, tüm hayatı etkilemeye başlar.

Mesleklerin iyi bir şekilde uygulanabilmesi için farklı örgütlenme yapıları denenebilir, mesela gazetecilik mesleği için bir örnek vereyim, gazetelerin büyük sermaye sahipleri tarafından alınması ve semayenin etkisinde kalınarak yazıların yazılmasından yakınılır, bu durum için farklı bir şirket yapılaşması uygulanabilir mesela köşe yazarları, hisselerin %35 sahip olabilir, muhabirler % 15, baskı-yayıncılar % 15 ine sahip olabilir, sermayeyi koyan kişiler % 20 sine sahip olabilir, kameramanlar, montajcılar ve büro çalışanları % 15 hisseye sahip olabilir, bunun yanında denetim mekanizmaları da farklı kurulabilir ama bence insanın kendine karşı saygınlığını yitirmesi herşeyin yitirilmesi anlamına gelir, demek istediğimi açayım bir örnekle, köy çevresinde herkez bir birini tanır, bu köyde açık bırakılan bakkala kimse giripte içeriden birşey almaz, burada oturan kişi diyelimki büyük şehire geldi ve apartmanında oturan kişiler bile bu kişiyi tanımıyor diyelim, büyükşehirde açık bırakılan bakkaldan yine birşey izinsiz almıyorsa, bu kişi izinsiz birşey almamayı kendi içine sindirmiş, tam anlamıyla anlamış izinsiz birşey almamanın gereğini, dış denetim/toplumsal denetimce yönlendirilmedi bu kişinin iç denetimi var derim, bu kişinin kendine saygınlığı var derim, ne durumda olursa olsun kendi kazandığı gelirle kendini geçindiren insan ne mutlu insandır derim, başkasının hakkını yemeden geçinen insan hangi mesleği yapıyorsa yapsın benim gözümde büyük bir kişiliktir. Eğitim verilen yerlerde meslek etikleri/ahlakı öğretilir tabi ama eğitimde öğretilen şeyin uygulanaçağı anlamına gelmez, kişi bilir ama uygularken farklı yapar, ama benim içine sindirme dediğim olayda kişi istesede öğrendiği davranışın aksini yapamaz, çünkü kendine ters düşmüş olur ve bu kişi şunu bilir bu durumun kendi içinde yapancılaşmasına neden olacağını ve bu yabancılaşan insan kendini nerelere vuracağını bilemez, mal falan edinerek kendini yatştırmayı dener, ama çoğu zaman uzun süre yatıştırma sağlayamaz kendine.

Meslek üzerine yazmaya çalışıtğım bu yazıyı daha sonraları güncelleme yaparak tekrar yazacağım.


Sevgi üzerine



Sevgi üzerine düşünmek

Sevgiyi düşünmeme ve yoğunlaşmama iten nedenler, kendi içimde ve bulunduğum çevremdeki belirsizliklerdi. Sevgi üzerine aşağıda sorduğum sorular zamanla aklıma geldi, sevgi üzerinde daha önce düşünmüş kişilerin yazılarını okudum, kendimde ve çevremde gözlemlerde bulundum, bu aşamada sevgi üzerine başka sorular aklıma geldi.
Sevgi adına yapılan duygusal sömürüler oluyor mu, sevgi adına oluşturulan kısıtlamalar oluyor mu. İnsanın yaratılışına verdiğimiz anlama göre sevgiyi uygulamamız nasıl oluyor. İnsanın yaratılışına verdiğimiz anlamlar sevginin anlamında nasıl etkili oluyor. Sevgi bir insan gereksinmesi mi. Kişilik yapımıza göre sevgiye verdiğimiz anlamlarda farklılaşmalar oluyor mu. Sevgiyi bazı insanlar nasıl yaşıyor. sevgi bir yetenek işimi. Sevgi bir duygu mu, sevgi bir eylem işimi. Sevgi sevilmek mi demek, sevilmek için mi davranışta bulunuyoruz, yoksa sevilmediğimiz halde sevmek için mi. Sevgi hangi düşünce ve eylemlerin gölgesinde kaldığı sürece yaşanamıyor. Sevgi; korku, kaygı, tutku, heyecan ve öfke gibi duygular içinde nasıl bir hal alıyor. Sevgi yoksunluğu duyan kişilerde bir takım davranış bozuklukları görülüyor mu, hayatı algılayışı nasıl oluyor. Sevginin karşıtı ne oluyor. Sevginin kaynağı ne. Gerçek sevgi nasıl bir kişilik yapısı gerektirir, gerçek sevgi nasıl bir toplumsal ortama gerek duyar. Sevgi diğer ahlak kuralları ile nasıl bir bağlantı içinde.
Bazı kişiler yıkıcılık göstererek neyinin ihtiyacını karşılıyor. Şiddet, nefret, büyüklenme ile sevgi arasında nasıl bir bağlantı var.
Bilgi ve Bilimsel düşünce ile sevgi arasında nasıl bir bağ var.

Sevgi kelimesinin tanımını yapmaya çalışmadım. Ama kendi kafamda sevgi kelimesini tanımlamaya çalıştım. Zamanla alıntılar yaptım sevgi üzerine düşünenlerden, başta alıntıları kişilerin adınla sınıflandırdım, sonra bu alıntıları benim sevgi algılayışımla hangi yazıdan sonra hangi yazı gelse benim sevgi algılayışımı daha iyi anlatır diye düşündüm, ortaya aşağıdaki derleme çıktı. (Alıntıların bir tekini bile yazarın iznini ve yayın evinin iznini almadan yaptım, alıntı kurallarına uymadan kimden alıntı yaptığımı gösterdim en altta. Metin içeriklerinde italik, koyu siyah olan yerleri belirtmedim. Alıntı yaptığım kitapları isteyene okumak üzere bir süreliğine verebilirim)

Ben diyorum ki. Sevgi bir yaşam şeklidir. Sevgi insan hayatında önemli bir yere sahip, hastalıklı sevgi yaşanmadığında kişiyi geliştiriyor. Kişi ve toplumun sağlıklı yaşaması için sevgi yaşamalı. Ben merak ettiğim soruların cevaplarını paylaşarak bilgi verdiğimi düşünüyorum. Bilgi edinerek farkındalık* yaratmak önemli, farkındalık kazanmakla iş bitmiyor, eyleme geçebilme yürekliliği olmalı da insanda.


Yukarıda sorduğum soruları alıntılar yaparak aşağıda açmaya çalışa çam.


Sevgi

Ben ahlak konusunda uzun yıllar çok olumsuzdum. Çünkü 'ahlakı' yaşlı başlı, artık tamamen kendini bırakmış, yaşama sevinci duymayan, hayatı yaşayamayan, 'bu yasak, bu ayıp, bu günah,' diye devamlı ceza ve yasak koymaya çalışan insanların ağzından çıkan bir söz olarak anlardım. Edebi de öyle anlardım. Bu adamların hayattan hiç zevk alamadıkları için iki de bir böyle ahlak, ahlak diye bizi rahatsız ettiklerini düşünürdüm. Sonra yavaş yavaş kadim Yunan düşüncesine indiğim zaman anladım ki ahlak dediğimiz şey, yaşamanın kendisidir. Yani 'ne yapmalıyım, nasıl yaşamalıyım,' sorusu ile girilen alanın adı ahlaktır. Güzel insan olmak da edepten başka bir şey değildir. Ahlakın görece olduğunu düşünmüyorum. Bence ahlak evrenseldir. Belki edep için görünüşte farklı bir şey söylenebilir çünkü bir kültürde edepli olan öbür kültürde edepsizdir, ama gene de bütün kültürlerde ortak edep kuralları vardır. Bunu ampirik çalışmalar da göstermiş. Bilirsiniz, hayvanları kucağınıza aldığınız zaman anlıyorlar sevip sevmediğinizi. Eski Moğollardan tutun da Avustralyalı Aborjinler'e kadar ortak insan olma değerleri var saygı, sevgi gibi (1)


Sıklıkla insanların şöyle konuştuklarına tanık oluruz.
İçimde bir boşluk duygusu var. Mutlu olmak için birçok şeye sahibim ama mutlu olamıyorum. Sürekli bir huzursuzluk ve tedirginlik duyuyorum. Sanki birden kötü bir şey olacakmış gibi hissediyorum. Aslında çevremde birçok insan var ama ben çok yalnızım. İnsanlarla kurduğum ilişkiler bana yetmiyor.

Ya da şöyle konuştuklarına tanık oluruz:
“insanlar bencil ve anlayışsız. Kimse kimsenin umurunda değil; sevgi, saygı ve nezaket gibi değerleri yitirmişler. Oysa bizim çocukluğumuzda arkadaşlık vardı. Sonra bizim komşularımız... dostlarımız vardı.”

Bu tür konuşmalarda ortak tema sevgi arayışıdır; ya da şöyle diyelim, bu tür konuşmalarda bugün her şeyden çok gereksinilen sevgiye duyulan özlem dile getirilmektedir. (1a)


sevgiyi biliyor muyuz?
benim olmadığı zaman da sevmeyi?
benden olmadığı zaman da sevmeyi?
benim gibi olmadığı zaman da sevmeyi?
bana benzemediği zaman da sevmeyi?
gerçek sevgiyi demek istiyorum...
biliyor muyuz?
bunu sormamız gerekiyor...
kendimize de, başkalarına da, dünyaya da...
bunu sormamız gerekiyor...
Dr. Erdal Atabek


D: Çocuğun içinde yetiştiği ortam 'insan nedir?' sorusuna nasıl yanıt vermiş? Neleri düşünerek insanın doğasını tanımlamışlar? İşte bu çok önemli bir başlangıç noktası.
A: İnsanın doğasıyla ilgili düşünce, çocuğun içinde yetiştiği ortamın nasıl bir yetişme ve gelişme ortamı olacağını belirtiyor. Bunu mu demek istiyorsunuz?
D: Evet. Bunlardan biri, insanı, doğuştan kötü ya da kötü olmaya eğilimli kabul eder. Timur aşina olduğu bir konudan söz edercesine hemen, “Ortaçağda bu inanış çok yaygındı. Teolojik bir yaklaşım”, dedi. Ben, teoloji kelimesini biraz daha açmak istedim.
D: Teoloji 'tanrıbilimi' yani 'ilahiyat' demektir. Yunanca theos, 'Tanrı' logos, 'bilim'; kelimelerinden oluşmuştur. Teolojiyle ilgilenen kişiye teolog, ilahiyatçı veya tanrıbilimci denir.
A: Teşekkür ederiz Doğan hocam, bilgimizi tazelemiş oldunuz.
T: Ortaçağda kilise, çocuğun günahkâr olarak doğduğunu kabul ederdi.
D: Evet, Adem ile Havva'dan tevarüs etmiş.
T: Tevarüs?
D: Yani, aktarılmış, geçmiş; Adem ile Havva'nın çocukları, ilk günahı yüklenmiş olarak doğuyorlardı.
A: Peki bu düşüncenin sonunda ne oluyordu?
D: Hiç kimse kötü bir şeyi geliştirmek istemez. Onu değiştirmek, kötülüklerden arındırmak ister.
A: Buna kim karar verir?
D: Otoriteler.
A: Yani?
D: Yani gücü elinde bulunduranlar.
A: Yani bunlar kim? Gücü elinde bulunduranlar kim?
D: Çocuk söz konusu ise, ailede gücü elinde bulunduranlar, aile büyükleridir. Şirket söz konusu ise, o şirketi yönetmekle sorumlu olan patron ve yönetim kurulu başkanı ve üyeleridir. Eğitim, okul söz konusu ise, Arif'çiğim sen biliyorsun gücü elinde bulunduranların kim olduğunu.
A: Sınıfta öğretmen, okulda müdür ve daha sonra eğitim hiyerarşisinin tümü.
D: Değişik alanlarda böyle otorite dediğimiz insanlar ve kurumlar vardır.
T: Yani çocuğa bakışımıza göre bir çocuk yetiştirme ve eğitim ortamı oluşturuyoruz. Baba, bunu demek istiyorsun herhalde.
D: Evet. ortaçağa, insanın günahkâr doğduğunu düşünürken, bugün bilim, insanın muhteşem bir potansiyelle doğduğunu gösteriyor. Bu potansiyel geliştirilmelidir. Çocuk kendi gelişimine en uygun ortam içinde yetiştirilmelidir, eğitilmelidir. “Çocuk doğuştan kötüdür değiştirilmelidir” ile “iyidir geliştirilmelidir” olmak üzere iki temel eğitim felsefesinden hala söz edebiliriz.
A: Bu iki anlayışa birer isim versek?...
D: Verelim. Gücü elinde bulunduran otoriter kişilerin yaklaşımı, çocuğu daha önce belirlenmiş kalıplara sokma niyetini esas alır. Neden böyle bir şey yapmak isterler, neden böyle bir niyetleri vardır? Çünkü çocuğun kötülüklerden kurtulmasını, işe yarar iyi bir insan olmasını isterler. Niyetleri kesinlikle çocuğa kötülük yapmak değildir. Bu yaklaşıma, kalıplayıcı yaklaşım adını verelim. Bu temel konuyu, ilerleyen sayfalarda da ele alacağız.
T: Çocukların hangi kalıplarla kalıplanacağını, biraz önce sözünü ettiğimiz otoriteler karar verir, değil mi?
D: Evet, evet. Yani, çocuğun kendisi, ben şu olacağım, ben şöyle biri olmak istiyorum, deme hakkına sahip değildir.
A: yani kişinin değil, gücü elinde bulunduranların seçimleri önemli.
T: Peki, var sayalım ki o kişi, otoritenin kendisi için yaptığı seçimi istemiyor. O zaman ne olacak?
D: Onun öyle bir özgürlüğü yok. Kendinden güçlü olanın seçimini kabul etmek zorunda.
T: Kabul etmezse?
D: Kalıplayıcı yaklaşımı kullanan anlayışın temel inancı güçtür.
T: Yani?
D: Yani, güçlü olan her zaman haklıdır ve güçsüzlerin onun sözüne itaat etmesi gerekir.
T: İtaat etmezse?
D: Cezalandırılır. İbretiâlem için cezalandırılır ve o nedenle ikinci bir kez kimse o tür itaatsizliği yapamaz.
T: Yani temelde korku var.
D: Evet. Korku, kalıplayıcı yaklaşımın temelidir. Korku temel olduğu için bu dünya görüşüne 'korku kültürü' adını veriyorum. Böyle bir dünya görüşü içinde korkmak, itaat etmek, otoriteye karşı sesini çıkarmamak, söyleneni sorgusuz sualsiz yapmak meziyet olarak kabul edilir.
A: Ve insanlar ailede ve okula bu meziyetleri geliştirsin diye eğitilir. Doğan hocam bir önerim var, bu tür yaklaşıma ékalıplayan korku kültürü” diyebilir miyiz?
T: Ben bu ifadeyi sevdim, her şeyi açık ve net anlatıyor.
D: Ben de sevdim. Tamam, ilk yaklaşımın adını bulduk: “Kalıplayan korku kültürü.” Yalnız bir şeyi eksik bıraktır.
T: Neyi eksik bıraktık?
D: Otorite, kişinin canıyla, özüyle ilgilenmez; davranışıyla, görünümüyle, kendi bakışına, kalıplarına yakışır olup olmadığıyla ilgilenir.
T: Yani, kişinin 'yüzü'yle ilgilenir.
D: Evet. O nedenle, “yüz baskın kalıplayan korku kültürü” demek daha doğru olur ama ileride konuşurken kalıplayan korku kültürü ya da kısaca yalnız korku kültürü dediğimde ne demek istediğimi anlarsınız artık. Her ikisi de başıyla onaylayarak anladığını belirtti. Arif heyecanla, “Gelelim ikincisine,” dedi.
D: İkinci yaklaşım, esasta çocuğun muhteşem bir potansiyel olduğunu düşünür. Bu potansiyeli, gelişebileceğinin en üst düzeyinde geliştirmek ister. Bu nedenle buna, geliştirici yaklaşım diyelim. Bu yaklaşımdakilerin de niyeti çocuğa iyilik yapmaktır. Çocuğun güçlü, anlamlı, coşkulu bir yaşamı olmasını isterler. (3)


Mutluluğum kendimde, sizde değil.
Yalnızca gelgeç olduğunuz için değil.
Olmadığım gibi olmamı istediğiniz için de.
Mutlu olamam değişirsem, salt sizin bencilliğinizi doyurmak için.
Hoşnut da olamam eleştirdiğinizde beni, sizin gibi düşünmediğim
Ya da görmediğim için.
Uyumsuz diyorsunuz bana.
Oysa inançlarınıza her karşı çıkışımda,
Siz de benimkilere karşı çıkıyorsunuz.
Aklınızı biçimlendirmeye çalışmıyorum.
Biliyorum kendinizi bulma savaşı veriyorsunuz.
Bana akıl vermenizi de kabul edemem
Çünkü kendimi bulma çabasındayım ben de.
Saydam olduğumu söylüyorsunuz
Ve kolayca unutulacağımı.
Öyleyse, kim olduğunuzu kanıtlamak için,
Yaşamımı kullanmaya kalkmanız niye?
Michelle (4)

İnsanın ölmemesi için nasıl bedensel gereksinmelerinin doyurulması gerekiyorsa, deli olmaması için de insan varoluşunun kendine özgü koşullarından doğan temel ruhsal gereksinmeleri doyurmanın pek çok yolu vardır ve bu çeşitli doyum yolları arasındaki ayrım, çeşitli akıl sağlığı dereceleri arasındaki ayrıma benzer. Temel gereksinmelerden biri doyum bulamamışsa, sonuç deliliktir. Bu gereksinme, doyurulmuş ama -insanın varoluş niteliği açısından- yetersiz kalmışsa, sonuç (ya açıkça kendini gösteren ya da toplumsal olarak belirlenen bir sakatlık biçiminde) nevrozdur. İnsan kendisiyle başkaları arasında ilişki kurmalıdır; ama bunu, birlikte-yaşama biçiminde ya da yabancılaşmış bir biçimde yaparsa, bağımsızlığını ve bütünlüğünü yitirir; zayıf
kalır, acı çeker, düşmanlık duyar ya da duyumsamazlık içinde kalır; ancak başkalarıyla sevgi yoluyla ilişki kurduğu zaman kendini onlarla birlikte duyar, aynı zamanda bütünlüğünü korur.(5)

İnsan yaşamı ve insanlık gerçek birlikteliklerde varlık kazanmaktadır. Burada insan sadece kendi sonluluğu ve tamamlanma ihtiyacı duyan geçiciliği ile sınırlı olduğunu öğrenmemekte aynı zamanda gerçeklikle olan ilişkisin arttığını da öğrenmektedir.(5a)

Sevgi olmadıkça insanlar arası bağlantı, ilişki, iletişim, etkileşim kurulamaz. Sevgiden yoksun bir ortamda insanın kendisine ve başkalarına güven ve saygı duyması sağlanamaz. İnsanın yaşamı bir görev saymasına, çalışmasına, kendini gerçekleştirmesine, yaratıcı olmasına ancak sevgiyle ulaşılır. Tek cümleyle, sevgi olmadan «insan» olunmaz. Sevgi tanımı zor bir kavramdır. İnsanın kendisine, başkalarına, canlı varlıklara, nesnelere, duygu ve düşüncelere karşı duyduğu güçlü bir bağlılık, ilgi ve yakınlık; bunların insanın ruhsal yaşantısında bıraktığı güzel, hoş, iyi, tatlı bir duygulanım durumudur sevgi. Bu duygulanım durumu insana dirlik, düzenlik, neşe ve sevinç verir. Kısaca, sevgi insanı mutlu eder. Sevgi gereksinimi yaşam boyu sürer. İnsanlar yaşam boyu bu gereksinime doyum aramak için çalışıp çabalar. (6)
sevgi görünümü altında, sık sık en büyük saldırılar yöneltilir insana, çünkü sevgimizi koşullar öne sürerek sunarız: <Eğer iyi notlar getirsen seni çok seveceğim, <Güzel davranırsan ve benim ölçütlerime uyarsan seni seveceğim> Bu dünyada salt <Seni seveceğim> diyen hiç olmazsa bir kişi olmasını isterim. Aile ilişkilerinin de böyle olması gerekir. Robert freost <Yuva, gittiğinizde her zaman içeriye alındığınız bir yerdir> diyor. Bu yuvada <Söylemiştim sana. Bunu yapmaman gerekirdi> denmez, tam tersine, anne ve baba çıkıp bir sargı bezi getirerek . Haydi otur yaranı saracağım … bir kez daha dene> der. Evet, tek bir kişi! Çok fazla şey istemek değildir bu. Bir başkası için bu tek kişi olun. Size de sunulduğu zaman kabul edin onu, çünkü verilmesi kadar alınması da güçtür. Kimilerimiz için almak vermekten daha güçtür. Dolayısıyla, vereceğiniz en büyük savaşım, salt kendiniz olma savaşımıdır. Bunun gerçekleştirmek için, yaşamınız boyunca, sizi kendilerine uymaya zorlayan kişilerin yaşadığı bir dünyada savaş vermek zorunda kalacaksınız. Ama, <kendiniz: den vazgeçerseniz, geriye hiçbir şeyiniz kalmayacaktır. Ancak sahip olduğumuz özelliklerin tümünü bir araya getirebilirsek tam olarak kendimiz olabiliriz. Ancak bundan sonra <Ben varım. Oluşuyor, gelişiyorum. Ben seven bir insanım, çünkü bütün varlığımı hiçbir sis perdesi koymadan sunuyorum size. Kendimi özgürce sunuyorum> diyebilirsiniz. Söylenebilecek ne güzel sözlerdir bunlar! Kendinizi yoksun etmeyin bundan. Kendinizi kendinizden yoksun etmeyin.

Kendini okumak, kendini bilmektir.
Ve sizler yüreğinizden okumaya başladığınızda;
bütün insan kardeşlerinize sevgiyi okursunuz.
Sevgi olursunuz.
Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi


Sevginin, belli bir olgunluğa erişmeden, rastgele herkesin tadabileceği bir duygu olmadığıdır. Bu kitap bütün kişiliğini yaratıcı yönde geliştirmedikçe sevme yetisi, gerçek alçakgönüllülük, gözüpeklik, inanç ve disiplin olmadan sevgide doygunluğa eremeyeceğini göstermektir. Bu özelliklerin az bulunduğu bir ekinde sevme yetisi, ele geçirilmesi zor bir başarı olarak kalır. İnsanlar sevgiyi hiç de önemsiz bir şey olarak düşünmezler. Onun açlığını çekerler; mutlu mutsuz sayısız film görür, sevgi üstüne söylenmiş yüzlerce değersiz şarkı dinlerler – gene de sevgi konusunda öğrenilmesi gereken birçok şeyin bulunduğunu pek az kişi düşünür.

Bu garip tutum, tek başına ya da başka önyargılarla birleşerek bizi böyle düşünmeye götüren birçok önermeden doğmuştur. Büyük çoğunluk sevme sorununu, sevmek'ten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir.
Sevgi konusunda öğrenilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran ikinci önerme de sevginin bir yeti sorunu değil, bir nesne sorunu sanılmasıdır. İnsanlar sevme'nin kolay olduğunu, asıl güçlülüğün sevecek – ya da sevilecek – nesneyi bulmak olduğunu sanırlar.
Sevgi konusunda öğrenilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran üçüncü yanlış tutu da başlangıçtaki “aşk olma” eyleminin sürekli sevme, daha doğru bir deyişle “sevgi içinde olma” durumuyla karıştırılmasıdır. Birbirlerine hepimizin şu anda olduğumuz gibi yabancı olan iki kişinin aralarındaki duvar birden yıkılır, bu iki kişi birbirlerine karşı yakınlık duyar, bir olursa, bu birleşme anı yaşamın en başdöndürücü, en heyecan dolu anlarından biri olur. Herkesten kopmuş, yalnız, sevgisiz insanlar için daha da güzel, daha da inanılmaz bir şey olur o zaman. Bu inanılması güç yakınlaşma cinsel çekme ya da birleşmeyle başlar ya da birlikte olursa daha da kolaylaşır. Bununla birlikte, salt bu nedenle sürekli olamaz bu çeşit sevgi. İki kişi birbirlerini daha iyi tanıdıkça, yakınlıkları inanılmazlığını gitgide yitirir; sonunda düşmanlık, umut kırıklığı, birbirinden bıkma duygusu başlangıçtaki coşkudan artakalan her şeyi alıp götürür. Oysa başlangıçta bütün
bunlar hiç bilinmez; aslında o coşkun tutku, birbiri için “deli” olma, sevginin büyüklüğüne kanıt sanılır; bu olsa olsa o kişilerin daha önce içinde bulundukları yalnızlık duygusunun büyüklüğüne kanıttır. Sevgiyi, varolma sorununun olgun insana yaraşır bir çözüm yolu olarak mı, yoksa birlikte-yaşama denebilecek, olgunlaşmamış sevgi olarak mı anlıyoruz?

Birlikte-yaşamanın edilgen bir biçim, boyun eğme, ya da klinik bir terim kullanarak söylersek, mazoşizm'dir. Mazoşist kişi o dayanılmaz ayrılık ve yalnızlık duygusundan kurtulmak için kendisini yöneten, yol gösteren, koruyan, bir bakıma onun yaşamı, oksijeni olan birisine sığınır; onun bir parçası olur. Mazoşist birisinin karar vermesi, tehlikeye girmesi gerekmez; hiçbir zaman
yalnız değildir o -ama bağımsız da değildir. Mazoşist kişi alınyazısına, hastalığa, ritimli müziğe, uyuşturucu maddelere, ipnotizmayla yaratılan kendinden geçme durumlarına da sığınabilir. Bütün
bunlarda kişi kendi bütünlüğünü yadsır, dışındaki birinin ya da bir şeyin aracı durumuna girer: yaşama sorununu yaratıcı eylemle çözme gereğini duymaz. Birlikte-yaşamanın etken biçimi, yönetmeyi seçmek, ya da mazoşizme denk düşecek bir ruhbilim terimi kullanırsak, sadizm'dir. Sadist, yalnızlığından, hapsolmuşluk duygusundan, başka birisini kendisine sığıntı yaparak, onu kendi parçası durumuna sokarak kaçmak ister. (7)

Sevgi saldırganlık ile birleştiği zaman kontrol etme isteği doğar. Saldırgan kişilerdeki sevgi, sevdiğini disipline etmek şeklinde ortaya çıkar. Bu, çoğunlukla zarar veren bir sevgidir. (8)

Özenme, kıskançlık, hırs, türü ne olursa olsun açlık: Bütün bunlar tutkularıdır; oysa sevgi zorunluluk altında değil, yalnızca özgürlük içinde gerçekleşebilecek bir eylemdir; insanca güçlerin ortaya dökülmesidir. (9)

Haset, kıskançlık ve açgözlülük arasındaki farkları görmek gerekir. Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var; Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan en eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişkili içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasına bir üçüncü kişi girmiştir. Açgözlülükse özneyi sürekli uyaran ama doyurulması imkansız bir istektir, hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin verebileceğinden fazlasına yönelen bir istek.(10)

“Kıskançlık, elde edilenin muhafaza edilememesi ve ondan yalnız başına yararlanılamaması endişesidir” Spinoza bu tutkunun, korku ve ümitsizlik gibi, olumsuz bir duygudan meydana geldiğini söylemektedir. Kin bağladığı kimsenin yokluğunu düşünen insan sevinir. Çeşitli kıskançlık şekilleri vardır. Basit kıskançlık, aşikar sadakatsizlik haline karşı gösterilen normal bir tepkidir. Marazi kıskançlık ise, bazan bir hastalık şeklinde kendini gösterir. Marazi kıskançlık duyan kimsenin evreninde etkileyici, fakat gerçek olmayan zihinsel bir görüşe bağlı güçlü içgüdüler yer alır. Burada ilkel bir kuvvet, bir ümitsizlik hali, bir ızdırap çekme yeteneği, daima kendini gösteren bir işaret buluruz. Burada “düşünceler başıboş dolaşırlar. Duygular acıdırlar. Ruh ümitsizlik içindedir. Ümitsizlik içindedir; çünkü, yaradılışının istediği şeyi bulamaz” (Langgasser) Marazi kıskançlığın temelinde bir bilinç ve algı bozukluğu, Yanlış bir yorumlama yer alır. Bu bir tutkudur. Bu tutkunun bilinç halleri geçmişe bağlı kalırlar Durumların ve düşüncelerin daralmalarına, fakirleşmelerine yol açarlar. Bu gibi hallerde, gelecek bir dereceye kadar zorlaşır. Bir örseleme, yok olma izlenimini meydana getirir. (11)


Sevgi eksikliği insanlarda güvensizlik yaratır. Başkalarına ilgi göstermeyen, onları sevmeyen insanlar, kendilerinin başkaları tarafından ilgi görmediklerini, sevilmediklerini sanırlar. Kendilerinin göstermedikleri ilgi ve sevgiyi bulamayınca da, bunu ya kendilerindeki eksikliğe ya da başkalarının anlayışsızlığına, hatta kötülüğüne bağlarlar. Böyle insanlar kendilerini aşırı ölçüde önemserler. Beden yapılarını ideal, yüzlerini çok güzel, akıllarını işlek, zekâlarını parlak, eğitimlerini yüksek, giyimlerini modaya uygun, ekonomik durumlarını çok iyi, toplumsal rollerini
etkin bulurlar. Başkalarını çirkin, aptal; bilgisiz, fakir, yetkisiz, yeteneksiz görürler. Bu nedenle üstünlük duygusuna kapılırlar, insanın kendisini başkalarından üstün görmesi aşağılık duygusundan kaynaklanan olumsuz savunma düzenlerinden biridir. Ya da kendini aşağı ve eksik gören insan, bunu beden yapısına, boyuna, kilosuna, aklına, zekâsına, eğitimine, giyimine, ekonomik durumuna, toplumsal rolüne bağlar. Bu nedenle kendisini başkalarının karşısında çirkin, aptal, bilgisiz, pasaklı, fakir, yetkisiz, yeteneksiz olarak değerlendirir ve aşağılık duygusuna kapılır. Kendisine önem vermez, başkalarını ise aşırı ölçüde önemser. özetle, ilgi ve sevgi eksikliğine bağlı olarak gelişen aşağılık ya da üstünlük duyguları insanın kendisine ve başkalarına karşı güvensiz olmasına yol açar.
(12)

Adler'e göre anne ve babanın çocuk eğitiminde temel amacı, ona sosyal dayanışma ve paylaşma duygusunu kazandırmaktır. Ancak özellikle bugün egemen olan aile eğitimi anlayışından baskın faktör, bencilliktir. Birçok eğitimsiz anne baba, sosyal ilişkilerinde bencilce davranarak çocuklarına kötü örnek olmaktadır. Bu tür anne babalar, çocuklarının başkalarının zararına bile olsa, değerli bir varlık olmalarını beklemektedirler. Bu nedenle bazı anne babalar çocuklarına, herkesten üstün olmayı ve kendilerini olduklarından farklı yansıtmayı bir erdemmiş gibi aşılamaktadırlar. Bu büyük bir hatadır. Çünkü bu koşullarda yetişmiş bütün çocuklar, kendi üstünlüklerini diğerlerine kabul ettirmek istemekte ve çevresindeki en güçlü kişiye gösterilen itaati, kendileri için başkalarından beklemektedirler. Bu durum kaçınılmaz biçimde bir yandan çocukların arasında çatışmaya neden olurken, öte yandan çocuğu anne babasına ve çevresine karşı düşmanca bir tavrı benimsemeye zorlamaktadır. (13)


Bir nazlı kuşa benzer
Çocuk dediğin.
Ev ister ekmek ister
Öpülmek okşanmak ister
Cahit Külebi

Değerler açısından bakıldığından narsizimin akıl ve sevgiyle çeliştiği açıkça görülür. Bunun ayrıntılı bir biçimde anlatılması gerekmez. Narsisist eğilim – yoğunluğuna göre – yapısı gereği kişiyi gerçekliği olduğu gibi görmekten, nesnel olarak algılamaktan alıkoyar; başka deyişle aklın işleyişini kısıtlar. Narsisit eğilimin sevgiyi neden kısıtladığını görebilmek bu denli kolay
olmayabilir. - özellikle Freud'un bütün sevgilerde güçlü narsisist bir tamamlayıcı öğe bulunduğunu belirten sözünü düşünürsek iş daha da güçleşir; Freud'a göre bir kadına aşık olan erkek kadını kendi narsisizminin nesnesi yapar; bu yüzden erkeğin bir parçası olan kadın olağanüstü bir güçle arzulanan bir varlık olur. Kadın da erkek karşısında aynı tutumu izleyebilir; böylece sevgi değil de bir tür folie a deux (iki kişilik çılgınlık) olan <büyük aşk> ortaya çıkar. Her iki kişi de narsisizmlerinden kurtulmuş değildirler; (başkaları şöyle dursun) birbirlerine karşı bile gerçek, derin bir ilgi duyamazlar; alıngan ve kuşkuludurlar; büyük bir olasılıkla ikisi de kendilerine taze, narsisist doyumlar sağlayacak yeni kişilere gereksinme duyacaklardır. Narsisist kişinin gözünde eşi hiçbir zaman kendi hakları olan ya da kendi gerçekliği içinde varolan birisi değildir; yalnızca eşinin
narsisist bir biçimde yüceltilmiş benliğinin bir gölgesidir. Oysa hastalıklı olmayan sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama gene de birbirlerine açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan sürekli bir ilişkidir. (14)

En yaygın bireysel yalanlar arasında “Ben sevilmeye değmez sıradan bir kişiyim” bulunur. Aynı şekilde “Başkaları benden üstün” veya “Ben dayanılmaz biriyim” ya da “Bütün kadınlar bana bayılıyor”, “Benim gibi erkek yok” şeklindeki sözlerde, sık kullanılan bireysel yalanlardır. Kendini aşırı ölçüde önemli görmenin de, değersiz görmenin de, insana hiçbir katkısı yoktur. Bu tür duygular, övünme ya da yerinme biçiminde seslendirilebilir. Ancak her ikisinde de özgüven duygusu eksikliği, ortak noktayı oluşturur. Toplumsal yalanlar ise, genelikle kalıp yargıların kılişeleşmiş biçimlerinde oluşur. Örneğin; “İnsanlara güvenmeyeceksin” derler ki bu söz gerçekte bana güvenmeyin demektir. “Bütün erkekler aynı”, “Kadınların hepsi bir birine benzer” şeklinde klişeler kullanılır. Benzer genellemeler, farklı etnik köken ve dinsel inançlara sahip
insanlar içinde geçerlidir. Kişisel ve toplumsal yalanlar, kişiler arasındaki özgün ve masum ilişkileri önyargılarla gölgelediği için, zararlıdır. Yalanlar bireyin kendi gerçekliğini nesnel biçimde algılayamamasının ürünüdür. Bu tutum karşısındaki insanın kişisel özelliklerini anlamayı da güçleştirir.(15)

Seven kişinin, gereksiz şeylerden hoşlanmayan ve ikiyüzlülüğe göz yummayan bir insan olduğu düşüncesindeyim. Seven insanın doğal olduğuna da inanıyorum. Dünyada en çok görmek istediğim şey, insanoğlunun başlangıçtaki doğallığına, duyumsadığını ve düşündüğünü olduğu gibi söyleyen, başkalarının duygu ve düşüncelerine kolayca uyum sağlayabilen küçük bir çocuğun doğallığına dönmesidir. (16)

sevgi yolunda aldığınızdan çok verirsiniz. Üstelik kendinizi kuşkusuz bencil insanların sizden yararlanmasına engel olacak kadar çok seversiniz öç almaya kalkışmassınız ama kendinizi açıkca ifade edersiniz. Söylediğiniz şudur: “benden yararlanmaya kalkışmandan hoşlanmıyorum. Bana saygı göstermemen, kaba davranman hoşuma gitmiyor. Beni diliyle, duygusal, bedensel olarak kötüye kullanacak birisine ihtiyacım yok. Senden daha üstün olduğum için değil, güzel olanı sevdiğim için bana sövüp saymanı duymak istemiyorum. Gülmeyi seviyorum eğlenmeyi, sevmeyi seviyorum. Bencil olduğum için değil yanımda kurban rolü oynayan birini istemiyorum. Bu seni sevmediğim anlamına gelmiyor ama senin düşünün sorumluluğunu ben üstlenemem. Benimle ilişkin Parazitinin
çok ağırına gideçek çünkü biriktirdiğin atıklarına göre davranmak istemiyorum.” Bu bencillik değil öz sevgidir. Bencillik, kontröl ve korku hemen her ilişkinin sonunu getirecektir vericilik, özgürlük ve sevgi ilişkilerin en güzelini yaratır: (16a)


Duru sudan daha temizdir benim sevgim;
sevgiyle bu oynayış da hakkımdır benim;
halden hale girer başkalarında sevgi:
neyse hep odur benim sevgim ve sevgilim.
Ömer Hayyam


Eğriliğin koyasın, doğru yola gelesin,
Kibr ü kîni çıkargıl, erden nasîb alasın.
Yunus Emre

Haim Ginott' kitabından, bir okul müdürüne yazıp vermiş.
Bir toplama kampından sağ kurtulmuş bir insanım. Gözlerim, hiçbir insanın görmemesi gereken şeyler gördü. Bilgili mühendisler tarafından yapılan gaz odaları. İyi öğrenim görmüş doktorlar tarafından zehirlenen çocuklar. Eğitilmiş hemşireler tarafından öldürülen bebekler. Lise ve Yüksekokul mezunları tarafından vurularak öldürülen kadınlar ve bebekler. Bu nedenle, öğrenim
olgusuna kuşkuyla bakıyorum. Sizden tek dileğim şu: Öğrencilerinize insan olmayı öğretin. Çabalarınız bilgili canavarlar, yetenekli ruh hastaları ya da eğitilmiş Eichmannlar yaratmamalı. Okuma-yazma, yazım, tarih ve matematik, ancak öğrencilerimizin insan olmasını sağlarlarsa önem kazanırlar. (17)


Okumuş Ve Lakin Boynunda Yular

Okumuş ve lakin boynunda yular
Eşeklik ne kadar tımar o kadar
Sırtında ağır yük aşınır nallar
Hamallık ne kadar semer o kadar

Her okuyan insan adam sayılmaz
Eğitim bilgisi imar o kadar
İnsan olmayana saygı duyulmaz
Okuyup okutan mimar o kadar

Kötü söz diyenin yanında kalır
Manası ne kadar çamur o kadar
Doğrunun tokadı şiddetli olur
İftira ne kadar şamar o kadar

Akıllıya hasret yağar zır deli
Tımarhane yeri tamir o kadar
Başın göğe değse zihniyet belli
Mayası ne kadar hamur o kadar
Mustafa Deniz


Vicdan

İki yolun ayrımında ben durup
Gah o yandan, gah bu yandan korkarım
Devden değil, sinek kadar gücüyle
Ben kendini dev sayandan korkarım
Hakk evinde hak divanı kurulmuş
Her kazancın öz kıymeti sorulmuş
İddiası boynumuza yük ılmuş
Bağışlanan şeref şandan korkarım

Bu dünyadan umacağım mizandır
Korktuğum kes bu mizanı bozandır
Tok herifin kudurması, yamandır
Acandan yok,ben doyandan korkarım

Uyarsak biz nefs adlanan elçiye
Tükürürüz vicdan kesen ölçüye
Odur veren düz, kıymeti her şeye
Vicdanından korkmayandan korkarım
Bahtiyar VAHAPZADE


Öğrencileri de öğretmene bir şeyler öğretir; tiyatro oyuncusuna seyircisi şevk verir, hastası ruhçözümleyiciyi iyi eder – ama bu ancak, bu kişiler birbirini düpedüz birer nesne olarak görmez de birbirleriyle candan, yaratıcı bir biçimde ilgilenirlerse olur. Burada şu gerçeği vurgulamak belki de gereksizdir; verme eylemi olarak sevme yetisi, kişiliğin gelişmesine bağlıdır. Yaratıcılığın baskın bir duruma gelmesini öngörür; bu durumda kişi bağımlılığını, kendine tutulmasının verdiği güçsüzlüğü, başkalarını kullanma, hep alıcı olma isteğini yenmiş, kendi insanca güçlerine inanmakta, istediği amaçlara ulaşmakta kendi güçlerine güvenme gözüpekliğini elde etmiştir. Bu özellikler ne ölçüde eksikse, kişi kendini vermekten – bu yüzden de sevmekten – o denli korkar.
Şükranla cömertlik arasında sıkı bir bağ vardır. iyi nesnenin özümsenişinin Sonucu olan iç zenginlik, bireye bu. nesnenin armağanlarını başkalarıyla paylaşma imkanı verir. Böylece daha dostane bir dış dünyanın içe yansıtılması da mümkün olur ve bir zenginleşme duygusu ortaya çıkar. Öyle ki, cömertliğin çoğu zaman yeterince takdir edilmemesi bile verme yeteneğini fazla zedelemeyecektir. Buna karşılık bu iç zenginlik ve kuvvet duygusuna yeterince sahip olmayan insanların cömertlik nöbetlerinden sonra çoğu zaman abartılı bir takdir ve şükran beklentisi içine girdikleri görülür; bunun Sonucu da soyulmuş ve yoksullaştırılmış olma duygularına bağlı zulmedilme kaygılarının şiddetlenmesidir. (18)

Sevginin etkinlik özelliği, verme eyleminden başka her türlü sevgide görülen belli temel öğelerde de ortaya çıkar. Bu temel öğeler ilgi, sorumluluk, saygı ve bilgi'dir. Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir. Bu etkin ilginin bulunmadığı yerde sevgi olmaz. Kişi uğrunda çalıştığı şeyleri sever, sevdiği şey için de emek harcar. İlgi ve bakım, sevginin başka bir yönünü ortaya çıkarır; bu da sorumluluktur. Günümüzde sorumluluk bir görev, ya da kişiye dışarıdan yüklenmiş bir şey olarak anlaşılır. Oysa gerçek anlamıyla sorumluluk, bütünüyle gönülden gelen bir davranıştır; açık olsun, üstü kapalı olsun, başka birisinin gereksinmelerine verdiğimiz yanıttır. “Sorumlu” olmak demek, “yanıt vermeye” hazır olabilmek demektir.

Sorumluluk, sevginin üçüncü tamamlayıcısı olan saygı'yla birlikte değilse çabucak zorbalığa, karşısındakini kendine bağlamaya dönüşebilir. Korkmak ya da çekinmek demek değildir saygı; sözcüğün kökenine göre (Latince, respicere: bakmak) bir insanı olduğu gibi görebilmek, onun kendine özgü bireyselliğini fark edebilmektir. Bu anlamıyla saygı, kişinin çıkar için kullanılamayacağını gösterir. Sevdiğim kişinin büyüyüp gelişmesinin kendi yararına, kendine göre
olmasını isterim, bana yararı dokunsun diye değil. Karşımdakini seviyorsam, kadın olsun, erkek olsun, onunla bir duyarım kendimi: ama o kişidir, benim işime yarayacak bir nesne değildir. Açıkça görülüyor ki saygı duyabilmek için bağımsız olmak gerekiyor: koltuk değneği olmadan, başka birisini zorla kendime bağlayıp kullanmadan ayakta durabiliyor ya da yürüyebiliyorsam
bağımsızım demektir. Saygı ancak özgürlüğü bulunduğu yerde vardır.
Saygı duyabilmek için bir insanı tanımak gerekir, bilginin önderliği olmaksızın ilgi ve sorumluluk körü körüne olur. İlgiyle kazanılmamışsa bilgi de boştur. Bilginin birçok katmanları vardır; sevginin parçası olan bilgi yalnız dışta kalmaz, öze işler. Bu tür bilgiyi, kendimizle uğramayı bir yana bırakır, karşımızdakini olduğu gibi görebilirsek kazanırız ancak. Bilginin sevgi sorunuyla daha derin bir ilişkisi daha vardır. Yalnızlığının hapishanesinden çıkıp başka birisiyle kaynaşmak için duyulan temel gereksinme, insana özgü başka bir istekle, “insanın ne olduğunu” öğrenmek isteğiyle çok yakından ilgilidir. Biyolojik yönleriyle yaşam bir mucize, bir giz olmaya devam ederken, insan da onu insan yapan yönleriyle – kendisi ve öbür insanlar için -büyük bir giz olarak kalır. Kendimizi tanırız; ama bütün çabalarımıza karşın gene de tanımıyoruzdur. Öbür insanları tanırız, ama tanımayız da onları, çünkü nesne değilizdir, karşımızdakiler de birer nesne değildir. Varlığımızın yada başka birisinin varlığının ne denli derinine inersek, bilgi'nin son amaca bizden o denli uzaklaşır. Genede insan ruhunun gizine ermeyi, “o” dediğimiz en iç öze varmayı istemekten kendimizi alamayız. Bu gize ermenin bir tek yolu, umutsuz bir yolu vardır, başka birisi üzerinde tam egemenlik kurmak, onun üzerinde, ona bizim istemediğimizi yaptıracak, duyuracak, düşündürecek bir güç kazanmaktır; bu da onu bir nesne, bizim nesnemiz durumuna sokar. Bu “gizi” öğrenmenin öbür yolu da sevgidir. Sevgi, etkin olarak başka bir insanın içine girmektir; böylece bilme isteğimiz birleşmeyle doyurulmuş olur. Bir olma eyleminde beni seni tanırım, herkesi tanırım -ve hiçbir şeyi gerçekten “tanımam”.

İlgi, sorumluluk, saygı ve bilgi birbirlerine bağlıdır. Olgun bir kimsede bir arada bulunması gereken davranışlardır bunlar: Başka deyişle kendi güçlerini yaratıcı duruma getiren, yalnız emek verdiği şeyleri isteyen, her şeyi bilme, her şeyi yapabilmek gibi narsisist amaçlar peşinde koşmayan, yalnızca gerçekten yaratıcı olmanın verdiği iç güvenden doğan bir alçakgönüllülüğe ermiş insanda
bulunması gereken özelliklerdir. (19)

...insanın bakıma da gereksinmesi olduğuna inanıyorum. Bunu yürekten söylüyorum. Sevilmeye gereksinmemiz vardır. Duyumsanmaya, dokunulmaya, şu ya da bu tür bir sevgi gösterisine gereksinmemiz vardır. Özel eğitim alanında çalışanlarımız, Skeels'in, bir kimsesiz çocuklar yurdunda yaptığı o harika incelemeyi mutlaka bilirler. Skeels, yurda getirilen terkedilmiş çocukların gün geçtikçe canlılıklarını yitirip duygusuzlaştıklarını ve sonunda, yalnızca bir yerde oturup durduklarını saptar. Bu çocuklar yurda geldiklerinde zeka düzeyi açısından normal çocuklardır, ama yaklaşık bir buçuk yıl kadar sonra zekaları gerilemekte ve bu gerileme ciddi boyutlara ulaşmaktadır. Skeels bunun nedenini merak eder. On iki çocuğu örnek olarak alır. Öteki çocukları oldukları gibi bırakır. Ancak, epeyce gürültü kopar, çünkü yetkililer bunu yapmasını istemezler. Bu on iki çocuğu, zekaca iyi gelişmemiş genç kızların olduğu bir yurda götürür ve çocukların her birini kızlardan birine verir. Kızlar zeki değildirler ama sevecendirler. Bir sürü çok zeki çocuk, zekadan başka
şeyleri olmadığı için bir yere ulaşamazlar. Buna karşılık, sıradan ama sevecenlik dolu, insana coşku veren, iyi yürekli ve güvenilir birçok çocuk tanıyorum. Bunlar başarılı olmaya adaydır. Skeels'in bu terkedilmiş çocukları verdiği kızlar, çocukları içtenlikle severler ve günün bitiminde çocukların ayrılıp otobüse binerken üzüntüyle ağlarlar. Değişen tek şey sevecenlik olmuştur; bu çocukların ilgiyle karşılanması, sevilmesi, kendileriyle oyunlar oynanması ve bağımsız bireyler olarak görülmelerinin dışında hiçbir şey değişmemiştir. Skeels geçenlerde “Head Start on Head Start” (Öncelikten de önce) başlıklı bir yazı yazdı. Hepiniz okumalısınız bunu. Yazıda, bu on iki çocuk üzerinde yaptığı incelemeden söz ediyor. Yurtta bırakılan denetim grubundaki çocukların her biri, bugün, ya akıl hastası ya da geri zekalı bir durumda bir hastanede tedavi altında bulunuyormuş. Oysa, zekaca geri olan kızların ilgilendiği çocukların tümü evlenmiş, yalnızca biri boşanmış, hiç biri devletten yardım almıyor ve hepsi kendi geçimlerini sağlayabiliyormuş. Değişken tek şey, birisi beni gördü, birisi bana dokundu, birisi beni duyumsadı, birisi bana birazcık ilgi gösterdi olgusuydu. (20)


Sonunda yeniyetmelik çağına giren çocuk bencilliğini yener; artık karşısındaki her şeyden önce onun gereksinmelerini karşılamaya yarayacak bir araç değildir. O kişinin gereksinmeleri de kendisininkiler ölçüsünde – aslında çok daha – önemlidir. Vermek, almaktan daha doyurucu, daha haz verici, sevmek sevilmekten daha önemli bir şey olur. Kişi sevmekle, kendine tutulma (narsisizm) ve kendi çevresinde merkezleşme durumlarının yarattığı yalnızlık, kopmuşluk duygusunun hapishanesinden kurtulur. Yani bir birleşme, paylaşma, bütünleşme duygusu tadar. Bundan başka sevilme durumundaki alma, bağlı olma, bu yüzden de küçük, çaresiz, hasta ya da “uslu” olma duygusu yerine, severek sevgi yaratma gücünü duyar. Çocuk sevgisi şu yoldan gider:
“Sevildiğim için seviyorum!” Büyüklerin sevgisi şu yoldan gider, “Sevdiğim için seviliyorum.” Olgunlaşmamış sevgi, “Seni, sana gereksinmem olduğu için seviyorum” der. Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için sana gereksinmem var” der. (21)

Seven insan güçlü ve etkindir. Çünkü o diğer insanlara eşit ve dengeli ilişkiler içinde ben-sen diyaloğu kurar ve “biz” duygusunu yaşar. Oysa sevgisiz bir insan, ben-ben bencilliği ve edilgenliği içinde acı çeker. Kendi ilgisini ve merakını tümüyle kendi benliğine yöneltmiş olan bu tür insanlara göre, insanlara sahip olmak onları sevmekten daha önemlidir. Üstelik sevmek, çoğu kez zayıf ve kırılgan insanlara özgü bir güç arayışıdır. Güçlüler sevmezler sadece sevilirler. (22)

Sevgi yetisinin çok önemli bir türevi de şükran duygusudur. Bu duygu, iyi nesneyle ilişkinin gelişmesinde vazgeçilmez bir etkendir ve aynı zamanda kişinin hem başkalarındaki hem de kendisindeki iyiliği görmesini sağlar. (22a)

Bir : Çitin üstünde oturmak
Bazıları herhangi bir değiş tokuş eylemine katılmayı reddederek masumiyetlerini korumak ister. Başkalarından bir şey kabul etmektense kendilerini tamamen dışa kapatırlar ve bu şekilde birisine karşı yükümlülük duymazlar. Bu durum. Ellerini kirletmek istemeyen, olayları sadece izleyen kişilerin masumiyetidir. Bu tür insanlar, kendilerinin özel ya da başkalarından daha iyi olduklarına inanır ama çoğu zaman içlerinde bir boşluk ve hoşnutsuzluk vardır çünkü aslında hayatlarını ana değil, tali yollarda sürdürmektedirler.
Depresif kişilerin çoğu bu tutum içindedir. Almayı reddetmeleri anne ya da babaları, hatta her ikisiyle olan ilişkileriyle başlar. Daha sonra bu reddediş, diğer ilişkilerine ve kendilerine sunulan bütün iyi şeylere de genellenir. Verileni reddetme gerekçesi, genelde verilen şeyi yeteri kadar iyi ya da yeterli bulmamalarıdır. Bazen de bunun, karşılarındaki kişinin yetersizliğinden kaynaklandığını söylerler. Gerekçe ne olursa olsun sonuç aynıdır, bu kişiler hep edilgen kalır ve kendilerini bir boşlukta hisseder.

Bütünlük
Anne babalarından almaya istekle kabul edenlerde bütünlük hâlini görürüz. Bu kişiler anne babalarını olduğu gibi kabul etmeye, onların verdiklerini de minnettarlıkla kabul etmeye hazırdır. Bu alış durumu, sürekli bir enerji akışı ve mutluluk duygusu yaratır, dolu dolu alıp verdikleri ilişkiler yaşamlarını sağlar.

İki: Yardımcı sendromu
Masumiyeti elde etmenin ikinci yolu, başkaları üzerinde hak sahibi olma duygusundan geçer. Bu durum başkalarının bize verdiğinden daha fazlasını verdiğimizde gerçekleşebilir. Masumiyetin bu türü genelde geçicidir çünkü karşımızdakinden bir şey alır almaz hak iddiamız sona erer. Bazıları başkalarından bir şey kabul etmektense bu hak iddiasını dört elle sarılmayı tercih eder. Bu durumu en iyi açıklayabilecek cümle şudur: “Senin bir yükümlülük hissetmeni istiyorum.” İdealistlerin çoğunda rastlanan bu davranış kalıbı “yardımcı sendromu” olarak bilinir.
Ne var ki yükümlülük duygusundan kurtulmak isteği, ilişkilerde olumlu sonuç doğurmayabilir. Yalnızca vermek isteyen bir eş, aslında bir üstünlük duygusunu sürdürmek istemektedir ve bu durum ilişkideki eşitliği bozar. Bu tür kişiler, başkalarından bir şey almayı reddettiği için, başkaları da bir süre sonra onlardan bir şey almayı reddedecek, onlardan uzaklaşacak, hatta onlara kızmaya başlayacaktır. Yardımcılar yalnız kalır ve herkese küser.

Üç: Değiş tokuş
Masumiyeti elde etmenin üçüncü ve en güzel yolu hem vermenin hem de almanın ardından gelen hafiflik hissidir. Bu alışveriş dengesi ilişkilerde de sağlıklı bir süreçtir ve karşısından bir şey alan insanın, eşit miktarda karşılık vereceği anlamına gelir.
Önemli olan yalnızca değiş tokuşun dengesi değil, alışveriş eyleminin kendisidir. Alışverişteki miktarlar ne kadar küçük olursa olsun, bu eyleme bolluk ve mutluluk duyguları eşlik eder. Mutluluk kolayca elde edilen bir şey değildir, mutluluğu bizler yaratırız. Alışverişin büyüklüğü beraberinden doyum, adalet ve huzuru getirir. Masumiyeti elde etmenin yolları arasında değiş tokuş en özgürleştirici olandır ve elde edilen masumiyet hoşnutluk yaratır.

Aktarmak
Bazı ilişkilerde ise bir özgürleşme durumu söz konusu olamaz çünkü alıcı ve verici arasında ilişkinin doğası gereği asla aşılamayacak bir eşitsizlik vardır. Bu ilişkilere örnek, anne ve baba ve çocuklar, öğretmen ve öğrenciler sayılabilir . Anne ve babalar ve öğretmenler ilik ve en önemli verici, çocuklar ve öğrenciler ise alıcıdır. Anne babaların çocuklarından, öğretmenlerinden de öğrencilerinden bir şey aldığı doğrudur ama bu durum eşitsizliği ortadan kaldırmaz, sadece biraz yumuşatır.
Anne babalar da bir zamanlar çocuk, öğretmenler de öğrenci olduğu için buradaki denge, aldıkları bir sonraki nesle aktarmalarıyla kurulu. Sonraki nesil de zamanı geldiğinde aynı şekilde davranacaktır.
Anne baba ve çocukları, öğretmenler ve öğrencileri arasındaki ilişkiye benzer durumlar, dengeyi sağlamanın mümkün olmadığı diğer ilişki türleri arasında da görülebilir. Bu ilişkilerde dengeyi kurmanın yolu, bir sonraki nesle aktarmaktan geçer.

Minnettarlık
Son olarak, alışverişi dengelemek açısından teşekkür etme konusundan söz etmek istiyorum. Teşekkür ederken hediyeye karşılık verme yükümlüğünden kurtulmuş olmayız ama bazen verilebilecek en uygun karşılık bir teşekkürdür. Kişi sakat ya da hasta, hatta ölmek üzere olabilir ya da bazen âşıklar arasında da bu gibi durumlara rastlanabilir.
Alışverişin dengesini sağlama gereği dışında, bir de yerçekimi kuvvetine benzer ve toplumun üyelerini birbirine çeken ve bağlayan “esas sevgi” gücü vardır. Bu sevgi, almanın ve vermenin öncülü ve eşlikçisidir. Alırken gösterilen minnettarlık bu sevgi türünün bir ifadesidir.
Teşekkür eden kişi, “Sen bana, benim sana bir şey verebilmemden bağımsız olarak veriyorsun ve bu yüzden ben de bunu senden bir hediye olarak minnetle kabul ediyorum” demiş olur.
Teşekkürü kabul eden kişi de şunu söylemiş olur: “Senin sevgin ve hediyemi kabul etme inceliğin, baba verebileceğin her şeyden çok daha değerlidir.
Teşekkür ederek yalnızca verdiklerimizi değil, birbirimizin için taşıdığımız anlamı da onaylamış oluruz. (23)


Sevdiğinden Nefret Edilir mi?

Geçen yıllarda yaptığım bir televizyon programında evlilik öncesi gerekli koşullardan birinin evlenecek olan kişilerin duygusal olgunluğa erişmesi olduğunu ifade ettim. "Sevgi nedir?" diye sordum ve sorduğum soruya kendim cevap vermek üzere şunları söyledim:

"Sevgi bir eylemdir. Bu eylemi yapan kişi sevdiği kişinin gelişmesi ve mutlu olmasını ister; eyleminin temelindeki niyet budur."


"Peki bunun karşılığında ne bekler?" Bu soruya da yine kendim cevap verdim: "Bu eylemin karşılığında kişinin beklediği sevdiği kişinin mutluluğudur; onun ötesinde başka bir beklentisi yoktur."

"Kısa vadeli mi düşünüyorsunuz, yoksa uzun vadeli mi? Eğer kısa vadeli düşünen biri iseniz ve yaşamınızı kısa vadeli beklentiler üzerine kurmuşsanız, o zaman yukarıda söylediğim türden bir sevgi sizin yaşamınız çerçevesinde pek anlamlı olmayacaktır. Ama uzun vadeli, bir ömür boyu düşünüyorsanız, o zaman böylesine sevmenin anlamı tüm hayatınızı etkileyecektir!"

Bu tema üzerinde konuyu biraz daha derinleştirmek istiyordum, ama sağımda orta sıralarda oturan bir konuk hanımefendi "Söyleyeceğim çok önemli bir şey var!" yüz ifadesi ile elini kaldırıyor ve gözümün içine bakıyordu. Benim beklentim, "Bu bayan benim söylediklerimi destekleyecek ve 'ben böyle bir evlilik içindeyim ve ömür boyu mutluluk yaşadım,' diyecek şeklinde idi. Gerçi orta yaşlı hanımefendi pek öyle mutlu ve rahat gözükmüyordu; hatta oldukça asabi ve gergin gözüküyordu. Kendisine söz verdim.

"Doğan Bey," diye söze başladı ve şöyle devam etti: "Ben dediğiniz şekilde sevdim ve 22 yaşında evlendiğim kişinin gelişmesi ve mutlu olması için elimden gelen her şeyi yaptım. Onun mutluluğu benim için önemliydi. Ve sizin dediğiniz gibi o gelişti, güçlendi. Üç çocuğumuz oldu. Onların ikisi evli; kendi aileleri içinde mutlular. Evdeki kızım üniversiteye gidiyor ve hayatından memnun."

Hanımefendi bunları söylerken içimden beklentimin doğru olduğunu ve bayanın, 'ben böyle bir evlilik içindeyim ve ömür boyu mutluluk yaşadım,' demekte olduğunu düşünüyordum. Ama, düşüncem doğru değilmiş. Hanımefendi, çok anlamlı bir "Ama," kelimesinin ardından şunları söyledi:

"Ama şimdi kendinden 37 yaş küçük bir öğrenciyle aşk hayatı yaşıyor. Onun için bir ev tuttu; beraber yaşıyorlar. Zina suç olmaktan çıktı, bir şey yapılamıyor. Toplum gittikçe çürümeye başladı. Kendisi toplumun ileri kişilerinden biri olacak durumda olan bu kişi, bu kadar yıllık ailesini bıraktı. Ve şimdi benden boşanmak istiyor. Sevgimin karşılığı bu mu olacaktı?"

"Ben dediğiniz türden bir sevgiye inanmıyorum. Kadın kocasını denetlemeli, öyle pek serbest bırakmamalı. Gelişip kendini bulunca kocanın gözü dışarıda oluyor. Onun o kadar gelişmesine çanak tutunca siz kendiniz kaybediyorsunuz. Kusura bakmayın ben böyle düşünüyorum."

Bu sözleri söylerken konuk olarak gelmiş bayanların birkaçı kafalarını tasdik anlamında sallıyorlar ve hanımefendi ile aynı kanıda olduklarını belirtiyorlardı.

"Şu anda ona karşı nasıl hissediyorsunuz?" diye sorduğumda hiç beklemeden çok net bir cevap verdi:

"Nefret ediyorum!"
Hangi beklenti içinde sevgi?

Hanımefendinin söyledikleri üzerinde çok düşündüm. Herkesin önünde bu kişisel öykü üstünde daha çok konuşmak yakışık almayacağı için programın geri kalan kısmında başka konukların soru ve gözlemlerine geçtim. Ama 'nefret eden bu bayanın' söyledikleri hiç aklımdan çıkmadı.

Cevap vermeye çalıştığım temel soru şu:

"Bu bayan gerçekten sevmiş olabilir mi?"

Kendisi gerçekten sevdiğini söylüyor. Gerçekten sevip sevmediğini bilecek kişi o değil mi? Sevgi içerde bir duygu olarak belirir ve bu temel duygu kişinin tüm eylemlerine 'sevgi'nin damgasını vurur. O, "Sevdim ve severek onun gelişmesi yönünde davrandım," diyor ise, kim onun dediğini yalanlayabilir? Kişi duygusunu ancak kendisi bilmez mi?

"Bu bayan gerçekten sevmiş olabilir mi?" sorusunu sormama neden olan temel gözlemim şu: "Benim dediğim anlamda seven bir insan nasıl olur da o sevdiği kişiden böylesine kesin ve net bir şekilde nefret edebilir?"

Benim dediğim anlamda o temiz sevgiyi genellikle anne ve babanın çocukları sevmesinde bulabilirsiniz. Bu tür anababalar çocuklarına gelişme olanakları sağlamak için çırpınırlar. Kendileri yorulurlar, hırpalanırlar ama çocuğun eğitimi için olanak sağlama çabasını devam ettirirler. Bu anababalara sorarsınız, "Niçin bu kadar kendinizi hırpalıyorsunuz, okumasa ne olur sanki?" size hayretle bakarlar; çünkü onlar çocuklarını seviyorlar. Ne demek sevmek? Onun gelişmesi ve mutlu olması için elinden geleni ardına koymamak demektir. Bunun karşılığında ne beklerler? Eğer bu gerçekten saf bir niyet ise, o zaman onun gelişip mutlu olmasından başka hiç bir şey.

Eğer anababa değişik koşullar ileri sürüyorsa, "Biz elden ayaktan düşünce bize bakarlar; okursa daha iyi bakar!" diyorsa, o zaman çocuk okuyup kendine bakmadığı zaman ona kızar.

Eğer anababa çocuğu kendilerine iyice bağlamak, bağımlı kılmak için onu okula gönderiyor ve olanaklar sağlıyorsa, çocuk gelişip kendi gönlünce birini sevdiği zaman o çocuğa çok kızarlar; "Yazıklar olsun sana verdiğimiz emeklere!" derler. Çocuk kendisi olmaya ve bağımsızca hareket etmeye devam ederse, onu evlatlıktan reddedip, ondan 'nefret' dahi edebilirler.
Ne demek istiyorum?

Demek istediğim şu: Olumsuz duygular genellikle bir beklenti zemini üstüne oluşurlar. Kişi beklediğiniz şeyi yapmadığı zaman üzülürsünüz, kızarsınız, nefret edersiniz. Programa konuk olarak gelmiş kadın bana öyle geliyor ki, benim sevgiden ne demek istediğimi hiç anlamamıştı. O konuştukça kafasını sallayan diğer hanımlarda sanırım böyle bir sevginin olabileceğine inanamıyorlardı. Benim sevgi tanımım onlara bir hayal ve gerçekten uzak bir rüya gibi geliyordu.

Değerli okurum, televizyon programında konuşan bayan olduğu için bu yazımda bir bayanın erkeğe olan sevgisinden söz ettim. Bir erkeğin kadına olan sevgisinden söz ediyor olsa idim, hiç bir şey değişmezdi. Yani, "Sevgi bir eylemdir. Bu eylemi yapan kişi sevdiği kişinin gelişmesi ve mutlu olmasını ister; eyleminin temelindeki niyet budur." Kişi kadın ya da erkek olmuş fark etmez.

Peki, neden insanlar bu tür bir sevgiyi anlamakta, daha doğrusu böyle bir sevginin var olabileceğine inanmakta zorlanıyorlar? Bu insanlarda anlayış kıtlığı mı var?

Hayır; bu tür sevginin olabileceğine inanmakta zorlanan insanlar da hiç bir zihinsel bozukluk yok. Onlar da diğer insanlar kadar akıllı veya onlar kadar aptal. Onlar bu tür sevgiye inanmakta zorlanıyorlar, çünkü böyle bir sevginin olduğunu yaşamlarında görmediler; kendi anababalarının karı-koca ve çocuk ilişkisinde görmediler ve yaşamadılar.

Peki, neden insanlar böyle bir sevgiyi yaşayamadılar?

Çünkü "mış gibi bir sevgi ortamı"nda büyüdüler de onun için.

Ne demek "mış gibi bir sevgi ortamı?" Bu da önümüzdeki yazının konusu olacak.
(24)

Mış Gibi Bir Sevgi

Önce "mış gibi"nin tanımını yapalım. Kişinin gösterdiği ile iç dünyası arasındaki farklılık "mış gibi" durumlar yaratır. Örneğin, evinizde yiyecek yok, ama beklenmedik şekilde siz yemek yerken misafir geldi. Evdeki yemeği onlara ikram edecek olursanız siz ve çocuklarınız aç kalacaksınız; ama adet, gelenek görenek, "yemeğe buyrun," demenizi gerektiriyor.
Eğer içinizden gerçekten yemeğinizi onlarla paylaşmayı istiyorsanız, davetiniz mış gibi olmaz; gerçek bir davet olur. Çünkü iç dünyanız ile dışarıda söylediğiniz söz arasında fark yoktur. Fakat, kendinizin ve çocuklarınızın aç kalmasını istemediğiniz için yemeği kendinize saklamayı düşünüyorsanız, ama adet yerini bulsun diye, "yemeğe buyrun" diyorsanız o zaman bu davet "mış gibi" bir davet olur.
İnsanlar ne zaman mış gibi davranırlar?
İnsanlar içlerinden geçen duygu ve düşünceleri paylaşamadıkları zaman mış gibi davranmaya başlarlar. Peki o zaman şu soru akla geliyor: neden insanlar içlerinden geçen duygu ve düşünceyi paylaşamazlar? Korktukları için. İçindekini olduğu gibi söylediği veya içinden geçtiği gibi davrandığı zaman insan ortaya çıkacak sonuçtan korkmaya başladığı zaman, o istemediği sonucu engellemek için kendi istediği gibi değil, ortamın istediği gibi davranmaya başlar.
Örneğin, yemeğe davet etmezse misafirlerin güceneceğini düşünür. Misafirleri gücendirmek onun önem verdiği insanların kendisine karşı bir tavır almasına yol açabilir ve gittikçe sevilmeyen bir adam durumuna düşebilir. Böyle bir durum onun sosyal etkinliğini etkilediği gibi gücünün gittikçe azalmasına da yol açabilir.
Böyle olumsuz bir sonucu göze almaktansa bir gün biraz aç kalmayı göze almak daha ehveni şerdir; ve "buyurmaz mıydınız?" denir. Ama cansız, isteksiz bir şekilde. Siz daveti yerine getirdiniz, belki karşıdaki anlar ve "yok sağolun, biz yedik, tokuz" der. İçiniz rahatlar ve ikinci kez ısrar etmezsiniz. Tabii bunun da pek belirgin olmaması gerekir.
Korku kültürü mış gibi yaşamın kaynağıdır
Korku kültürü öyle bir kültürdür ki, insanlar arasındaki ilişkinin ancak korku ile düzene sokulabileceği varsayımı bu kültürün temelidir. Bu kültürde kişinin bazı kişilerden korkuyor olması ve bazı kişileri korkutuyor olması yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır. Aksi halde yaşam kaosa dönüşür ve herkes ne yapacağını şaşırır. Korku kültüründe yaşama düzen getiren şey kimin kimi korkutacağını ve kimden korkacağını bilmesidir. Bu kültürde en kutsal korku Allah korkusudur, daha sonra baba korkusu gelir. Otorite korkulacak bir kişidir ve otorite korkulmazsa gücünü kaybeder. O nedenle bu kültür içinde çocuk yetiştiren babalar çocuklarını uyurken severler; aksi halde çocuk babasından korkmaz ve şımarır. Bu çocuk için iyi birşey değildir.
İnsan ilişkileri korkutma yolu ile birbirini denetlemeye yöneliktir. Nikahta eşler birbirlerinin ayağına basarak evliliğe başlarlar, çünkü ayağa basan "sözünü geçireceğini, diğerini denetleyeceğini" umar. Bu kültürde kimin kimden korkacağı çok iyi yapılanmış ve mertebeli bir ilişki yapısı oluşturulmuştur. İnsanlar birbirleriyle konuşurken sürekli "kimin kimden korkması gerektiği"ni akıllarında tutarlar.
Yaşamın her yönünü sarmış olan bu korku kültürü içinde kişi iç dünyasını paylaşmamayı öğrenir. Çünkü iç dünya yaşam kadar değişken, sıcak, canlı, hem güçlü hem zayıf, hem emin hem kuşkulu bir dünyadır. Bu dünyanızı gösterirseniz iki önemli hata yapmış olursunuz:
1- Zayıf tarafınızı göstermiş olursunuz ve bu nedenle de korkutma potansiyelinizden büyük fireler verirsiniz; sözünüz dinlenilmemeye başlanır. Gücünüzü kaybedersiniz.
2- Siz iç dünyanızı açarsanız o kişiye de iç dünyasını açması için bir davet göndermiş oluyorsunuz; o zaman karşıdakini zayıf tarafını göstermesine davet çıkarmış oluyorsunuz. Böyle bir davete maruz kalmak karşıdakince, "seni zayıflatmak istiyorum," anlamında yorumlanabilir ve bu nedenle sizden hoşlanmayabilir.
Mış gibi yaşam ortamında yetişen kendisi olamaz
Korku kültürü mış gibi bir yaşam ortamı oluşturur ve bu ortamda büyüyen kişi kendini ifade etmeyi değil, kendini saklamayı öğrenir. Zamanla iç dünyasından kopuk, ne hissettiğini, ne istediğini bilemeyen insanlar yetişmeye başlar. Bu kişi için önemli olan 'başkalarının kendisinden ne istediği'dir. Böylece uzaktan komutlu bir robot gibi yaşamayı öğrenir. Bu kişinin tüm bilinci, kendi yaşamını gerçekleştirmeye değil, gücünün yettiği bir başka kişinin yaşamını denetlemeye ve yön vermeye odaklanmıştır. Kendi özgün yaşamını yaşamak olanaksız ve uzak bir hayal olarak gözükür. Hiç bir zaman kendi iç dünyasıyla bilinçli olarak barışık bir yaşam sürdürmeyi gerçekleştiremez.
Kendisi olamayan bir başkasını sevemez
Böyle bir yaşam süreci içinde yetişmiş kişi kendisi olamaz ve kendisi olmanın ne demek olduğunu da tam kavrayamaz. Böyle bir kişinin gerçekten sevmesi mümkün değildir. Yeniden hatırlatalım: "Sevgi bir eylemdir. Bu eylemi yapan kişi sevdiği kişinin gelişmesi ve mutlu olmasını ister; eyleminin temelindeki niyet budur." Korku ortamı bu tür bir sevginin gelişmesine ve yeşermesine izin veremez. Korku kültürünün sevgiden anladığı 'yön vermek ve denetlemek'tir.
Benim televizyon programına gelmiş olan hanımefendinin (bir önceki makalemde söz konusu ettiğim kişi) aslında 'Korku kültürü içinde dinamiğini bulan bir sevgi'den söz etmektedir. Yani, 'ben onu istediğim gibi denetleyemedim, istediğim yönde kullanamadım; şimdi o benim istediğimi değil, kendi istediğini yapıyor. Böyle sevgi olur mu!' demektedir.
Ve bu nedenle 'sevdiği kişi'den nefret etmektedir.
Sorun kadında değil, sorun sevgide dahil her şeyi 'mış gibi' bir duruma sokan içinde yetiştiğimiz korku kültüründe yatıyor. (25)



Sevgi Çeşitleri

a. Kardeş Sevgisi

Bütün sevgi çeşitlerinde önce gelen temel sevgi kardeş sevgisidir. Bununla başka bir insana karşı duyulan sorumluluğu, ilgiyi, saygıyı, o insanı tanımayı, onun yaşamını sürdürme isteğini anlatmak istiyorum. Kardeş sevgisi bütün insanları sevmektir; belirtisi de insanın yalnız kendi dar çevresine bağlı kalmamasıdır. Sevme yetimi geliştirmişsem kardeşlerimi sevmekten kendimi alamam. Kardeş sevgisinde bütün insanlarla bir olma, insanca bir dayanışma, insanca bir birlik sağlama yaşantısı vardır. Kardeş sevgisi hepimizin eşit olduğu düşüncesine dayanır. Yetenek, zeka ve bilgi ayrımları bütün insanlarda ortak olan insanlık özünün yanında önemsiz kalır. Bu ortak yanı görüp yaşayabilmek için dıştan bakarsam, bizi birbirimizden ayıran ayrılıklardan başka bir şey göremem. Ama onun özüne inersem, bir olduğumuzu görür, kardeş olduğumuzu anlarım. Özden öze olan bu bağlılık – dıştan dışa olan bağlılık yerine - “içten” bağlılıktır. Kardeş sevgisi eşit insanlar arasındaki sevgidir; oysa eşit insanlar olarak bile her zaman eşit durumda değilizdir; insan olduğumuz için hepimizin yardıma gereksinmesi vardır. Bugün benim, yarın sizin. Ama bu yardım gereksinmesi duymak demek birinin zayıf, öbürünün güçlü olması demek değildir. Çaresizlik geçici bir durumdur; yaygın ve sürekli olan durum insanın kendi ayakları üzerinde durup yürüyebilmesidir. (27)

Timothy Leary, Harvard üniversitesi'nde psikolenguistik konusunda başarılı çalışmalar yaptığı sırada, hiç unutmayacağım şu sözleri söylemişti: <Sözcükler gerçeğin dondurulmuş biçimidir> sözcüklerin anlamlarını, çocuklarımıza, henüz anlama ve karşı çıkma düzeyine gelmeden öğretiyoruz. Sözcüklerle korkuyu, önyargıyı, her türlü şeyi öğretiyoruz. Sözcüklerin ne denli dışlayıcı etkenler olduğunu anlamak için, şimdi birinin çıkıp size takılmak için <Bu Buscaglia denen adamdan sakın. Adı kara listede, komünistin biridir> demesi yeter. Ondan sonra başıma gelecekleri görün! Söylediğim her şey, bu komünist sözcüğünün imbiğinden geçirilecektir. Doğu'da bir üniversite. ABD'de komünism sözcüğünün anlamına ilişkin bir araştırma yapmış. Araştırmacılar, sokakta yürüyen sıradan kişileri durdurup <Komünizm nasıl tanımlarısınız?> diye sormuşlar. Kendilerine soru sorulanlarının kimisi korkudan ölecekmiş neredeyse! Bu araştırma raporunu okumalısınız, çok eğelendirici. Bir kadın <Eh, gerçekten ne anlama geldiğini bilmiyorum, ama Washington'da hiç yoktur umarım> demiş. İşte size komünizmin iyi bir tanımı. Yanıtların tümü aşağı yukarı bu türde. Bulunduğunuz kentten kovulmak için komünist olmanız
yeterlidir. Oysa, anlamını bile bilmiyorsunuzdur belki. <Zenci>, <Katolik>, <Protestan>, <Yahudi> v.b. Gibi sözcüklerinde de durum böyle. Bir şeyin adını duymanız yeter, o konuda hemen her şeyi bildiğinizi sanırsınız. Hiç kimse <Bu insan ağlar mı?> Duyguları var mı? Anlar mı? Umutları var mı? Çocuklarını sever mi?> diye düşünme sıkıntısına katlanmaz. Sözcükler! Seven bir insansanız, sözcüklere egemen olur, onların size egemen olmasına izin vermezsiniz. Bir sözcüğün anlamını ancak deneyimle kavradıktan sonra kabul edersiniz, salt başkalarının verdiği açıklamaya inanarak değil. (27a)

Arkadaşlık, ortak ilgi, sevgi, güven ve saygıdan doğar.
Hangi yaşta olursa olsun, üstünlük taslayan, kendini beğenmiş, sözünde durmayan, sık sık kızıp öfkelenen, bağırıp çağıran, vurup kıran kişilerin ya da içe kapanık, dönük silik olanların arkadaş bulması ve arkadaş grupları içine girmesi çok zordur. (27b)


Arkadaşlık

Ve bir genç, şöyle dedi: 'Bize arkadaşlıktan bahset.'

Ve o cevap verdi:

'Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir.
O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır.

O sizin sofranız ve ocak başınızdır.
Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda,
ne 'hayır' demek zor gelir, ne de 'evet' demekten çekinirsiniz.

Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir.
Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular
ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar.

Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız;
Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda
daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın,
dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi...

Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik
kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin.

Çünkü, salt kendi gizemini açığa vurmak peşinde
olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır
ve sadece yararsız olan yakalanır.

Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun.
Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse,
meddini de bilmesine izin verin.

Çünkü salt zaman öldürmek için bir arkadaş
aramanızın anlamı olabilir mı?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın.

Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir,
boşluğunuzu doldurmak için değil.

Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
yürek sabahını bulur ve tazelenir.'
Halil Cibran

b. Anne, Baba Sevgisi

Çocuğa karşı duyulan anne sevgisi, kendisi için bir şey istemeyen sevgi, belki de en güç sevme biçimidir; bu sevgi annenin küçük bebeği sevmesindeki kolaylık yüzünden çok aldatıcıdır. Ama salt bu güçlülük nedeniyle bir kadın ancak sevme yetisi varsa, kocasını öbür çocuklarını,, yabancıları, bütün insanları sevebiliyorsa gerçekten seven bir anne olabilir. Bu anlamda sevemeyen kadın çocuğu küçük olduğu sürece şefkatli bir anne olacak ama seven bir anne olamayacaktır: bunun ölçüsü de çocuğunun kendisinden ayrılmasına dayanabilmek – çocuk kendisinden koptuktan sonra da – onu sevebilmektir. (27c)

Suçlamak, bir ölçüde her insanın başvurduğu bir savunma davranışıdır ve belli sınırlar içinde kalmak koşuluyla da yararlıdır. Fakat bazı insanlar her tür olumsuzluğun sorumluğunu başkalarına yüklemeye o denli istekidirler ki, onlar adeta suçlamak için yaşarlar. Böyle insanların çatışmalı bir iç dünyaları ve sahte bir benlikleri vardır. Bu tür insanlar büyük bir olasılıkla bebeklik ve çocukluk dönemlerinde anne-babaları tarafından yoğun bir biçimde suçlanmışlardır. Buna göre suçluluk duygusu, bireyin olayların içinde kendini algılayamaması ve duygusal tepkilerini yönlendirememesinin doğal bir sonucudur. Sürekli suçlanan ve aşağılanan çocuklar bir süre sonra, kişisel varlığını ezen bu duygusal kuşatmayı, diğer insanlara karşı kullanarak önce kuşatmayı yarmayı öğrenirler. Daha sonra ise suçlamayı her tür kişisel endişe ve başarısızlığın panzehiri olarak kullanmayı öğrenerek, yaşam sorumluluğundan kaçarlar. (27d)

Sevgim dengesiz, sahip çıkıcı, hastalıklı ise, size öğreteceğim sevgi de bu tür olacaktır. Hepimizin özgürlüğe de gereksinmesi vardır. Thoreau <Kuşlar kafeste hiçbir zaman şarkı söyleyemezler> diyor. Biz de söyleyemeyiz. Öğrenmek için özgür olmak zorundasınız. Deney yapmak, araştırmak, yanlışlar yapmak için özgür olmalısınız. Öğrenme böyle olur. Ben sizin yanlışlarınızı anlayabilir, kendi yanlışlarımdan da yararlanabilirim. İşin gizi, aynı yanlışı yinelememektir. Ama denemek ve araştırmak için özgür olmalıyım. Bana bu olanağı verin. Var olmama, kendim olmama ve gereksinme duyma sevincini bulmama izin verin. Kendi sorunlarınızı bana yüklemeyin. Bırakın, kendi sorunlarımı bulup çözümleyeyim!
Birçok kişi, bizi kendi istedikleri biçime uydurmaya çalışıyor ve bir süre sonra, bunun <uyum sağlama> denen şey olabileceğine karar veririz. Tanrı korusun! Ara sıra, birisi başkaldırarak <Hayır> Ben sizin istediğiniz biçime girmeyeceğim. Ben benim ve öyle kalacağım. Ben kendim olmak istiyorum> der.
Bazen merak ederim: Nasıl başkaldırırsak kaldıralım, kişiliğimiz gerçekten kendi kişiliğimiz mi, yoksa yalnızca başkalarının bizde var olduğunu söyledikleri kişilik mi? Öğretmenler ve ruhbilimciler olarak, insan olmanın öğrenildiğini biliriz. Öğretenlerimiz kimlerdir? İlk öğretmenlerimiz ana ve babalarımız, ailemizdir. Eğer hala çocuk değilsek, artık onları hiçbir şeyle suçlayamayız, çünkü onlar da herkes gibi yalnızca insandırlar. Onların da kendi sorunları, kendi bildiklerini öğretebilmişlerdir. Babanız olan o adama ve anneniz olan o kadına gidip <Sizi bütün kusurlarınızla birlikte seviyorum: diyebildiğiniz gün gerçekten büyüdünüz demektir. (28)

Çocuğunuzla sağlıklı iletişim kurmayı öğrenerek onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini ve davranışlarının nedenlerini anlayabilirsiniz. O zaman çocuğunuzla kızgınlığı ve öfkeyi değil sevgiyi paylaşmanın hazzını yaşarsınız. (29)


  1. Cinsel Sevgi
<Cinsel özgürlük> arayışında kişisel görüşüm, erkek olsun kadın olsun duygusal iletişimin bulunmadığı, salt ten hazzı dediğimiz biçimde gerçekleşen cinsel ilişkinin cinsel özgürlük olmadığı yolundadır. İnsanın insanca iletişimden yoksu ilişkilerinin <karşılıklık> taşımadığını, <paylaşma> olmadığını düşünüyorum, birbirine sevgi iletimine, saygı iletimine yardımcı olmadığını düşünüyorum. Karşılıklı duygusal iletişimden yoksun ilişkilerin -cinsellik de içinde olmak üzere- sadece kişisel doyumlara hizmet ettiğini düşünüyorum. Kişisel doyum tutkunluğu da değişik bir bağımlılık biçimidir, bu da insan özgürlüğünü – sanıldığının tersine – kısıtlar. <Cinsel özgürlük> ten anladığım, kişilerin içlerindeki yasaklardan, tabulardan, baskılardan kurtulmaları, sevgi duygusuyla, saygı dugusuyla yarattıkları ortak dünyanın güzelliklerini, hazlarını paylaşmalarıdır. Bu paylaşmanın yaşanabilmesi içinde, bencil doyumların aşılması, kişisel iktidar düşüncesinden kurtulabilme, cinselliği egemenlik duygusuna araç kılmama gibi kişisel yetkinliğin kazanılması zorunludur. Cinsel özgürlüğün yaşanabilmesi için erkek ve kadının birbirini iyi tanıması, birbirini sevmesi, birbirine saygı duyması, birbirini geliştirmesi, dünyalarını genişletmesi gerekir. Bu da karşılıklı geliştirilen bir sürecin yaşanmasıyla olabilir.(29a)


"beden dediğin aşka vesile
insan ruhlara âşık olur
sevdikçe başkasını
kendini bulur"
Murathan Munga



Sevgi, cinsel birleşme isteği doğurabilir; bu yolla doğan fiziksel birleşmede açlık duygusu, fethetme ya da edilme isteği değil, şefkat vardır. Fiziksel birleşme isteği sevgiden doğmamışsa, cinsel sevgi aynı zamanda kardeş sevgisi değilse, hiçbir zaman vahşi bir birleşme olmaktan öteye geçemez. Cinsel çekme o an için birleşiyormuş sanısını uyandırır; ama bu sevgisiz “birleşme” sonunda, birbirine eskiden olduğu ölçüde yabancı iki insan kalır ortada; bu iki insan bazen birbirlerinden utanır, giderek nefret bile ederler; çünkü büyü bozulunca yabancılıklarını eskisinden daha yoğun olarak duyarlar. Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir söz vermedir. Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirini ölünceye dek sevmek için söz vermek gerekmezdi. Duygular gelip geçicidir. Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek süreceğini nasıl bilebiliriz? Sevgi, yeterli cinsel doygunluğun sonucunda doğan bir şey değildir; tersine cinsel mutluluk – cinsel teknik denen şeyi öğrenmek bile – sevginin sonucunda doğar.

Cinsel doyumu engelleyen ya da güçleştiren, oranı çok düşük olan, bedensel ve hormonal nedenler dışında, genel olarak kadının cinsel doyuma ulaşamamasının başlıca nedeni, cinsel ilişki sırasında eskiden beri süregelen ve bellekte yerleşmiş olan baskıların yarattığı engellemedir. Buna eşin tek yönlü doyum arayan, anlayışsız, bilgisiz, ilgisiz, kaba, hoyrat, tutumu eklenirse cinsel doyumsuzluk önemli bir sorun olarak ortaya çıkar ve yerleşir. Cinsel konularda bilgisiz olan kadınlar doyumsuz geçen il ilişkiden sonra, bunu normal cinsel ilişkinin niteliği olarak değerlendirip eşlerinden yardım istemez ya da göremezlerse yaşam boyu cinsel doyuma ulaşamazlar. Zamanla bu doyumsuzluğa bağlı türlü ruhsal yakınmalar, belirtiler ortaya çıkar. (30)

Birlikte yasamanin modern bicimlerinin, yani grup evliligi, es degistirme, grup seksi gibi uygulamalarin savunucusu olanlar, benim anlayabildigim kadariyla, sevgide basarisiz kalislarini degisik cabalarla ortmeye calismaktadirlar. Gercekten sevmeyi, onun yaratici bir eylem olarak gormeyi basaramayinca, icine dustukleri hayal kirikligini ve can sikintisini, yeni tahrikler yaratarak unutmaya calisan boyleleri, ne kadar degisik yol uygulasalar ve iliskiye girdikleri insan sayisini ne kadar arttirsalar da, gercek sevgiye ve onun verecegi hazza ya da mutluluğa bir turlu ulasamazlar. (30a)

Bir çift olmaya karar verdiğinizde sevip seçtiğinize sevginizi sunmak, birbirinizin hizmetkarı olmaktır amacınız. Her öpücükte, her dokunuşta karşılığında bir şey istemeksizin sevdiğinize zevk vermek için orada olduğunuzu duyumsarsınız. Cinsellikten öte birlikte olmaktır bu. Cinsellik de harika bir şey haline gelir ama bütünüyle farklıdır. Törene dönüşür, tam bir teslim oluş, dans, sanat, güzelliğin üstün bir ifadesi olur.
Bir anlaşma yapıp “Senden hoşlanıyorum”, diyebilirsiniz. “Harikasın ve bana kendimi çok iyi hissettiriyorsun. Çiçekleri ben getireyim, güzel müzikleri sen. Dans edip bulutlara erişelim.” Güzel, olağanüstü, romantik bir şey olacaktır bu. Olağan, bir güç savaşı olmaktan çıkmış, hizmete dönüşmüştür. Ama bunu ancak kendinize duyduğunuz sevgi çok güçlü ise yapabilirsiniz.
(30b)



Evlilikte en önemli individuasyon* faktörü (bugün de) hala eşin kendisidir. Her eş, diğerinde
gelişir, olgunlaşır, farklılaşır. Eşiyle ilgilenerek onun ruhunun derinliklerine inerek, verimli bir
gelişim süreci geçilir. Hataların düzeltilmesi, motivasyon ve iç sağlamlılık ortaya çıkar. Diğerinin
kişiliği ile ruhsal durumuyla yakından ilgilenmekle, kendi kişiliğini geliştirir ve böylece “kendisini
görmesi” mümkün olur. Eşlerden birinin ya da ikisinin de “benlikleri” ortaya çıkmak için büyük bir arzu içindeyse, ama o zamana kadar bu başarılamamışsa, eşler arasında yabancılaşma giderek kendisini daha fazla göstermeye başlar. Eşler birbirlerinden iç dünyalarında koparlar. Gelenekler ve toplum kuralları, yaşlılıkta boşananlara pek olumlu gözle bakmıyorsa, o zaman sürtüşmeler başlar. Boşanmak ahlak kurallından ötürü mümkün değilmiş gibi görülüyorsa, bu kez zorunlu olarak birlikte
yaşamaya devam edilir ve anlamsız bir karşılıklı mücadele başlar. Böyle durumlarda eşlerden
biri ya da ikisi individuasyon sürecini tamamlayamaz

(*İndividuasyondan anlaşılan şey, kişinin herhangi bir olayla “içinden” ilgilenmesi, buna kafa yormasıdır. Yaşam belirli dönemlerde ya da periyotlarda çeşitli yaşam durumlarına bağlı olarak görevler yaratır ve bunlarla ilgilenilmesi gerekmektedir. Bu ödevler başarıyla, doğru bir şekilde çözüme kavuşturulabilirse, o zaman eşlerin de daha başarılı bir şekilde çözüme kavuşturulması için iyi bir zemin hazırlarlar. Yanlış çözümler ise mutsuzluğa götürür ve evlilikte gerilimler yaratır.). (31)

Evlilikteki sevgi insanlığı doğurur, arkadaşça sevgi insanlığı yüceltir, uçarı sevgi ise bozar, bayağılaştırır. (34)

İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur.
Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim,
ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin?
Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça,
öteki yarısı göklere yükselebilsin?
Mustafa Kemal Atatürk


  1. Kendini Sevme
Bencilliği ve kendini sevmeyi ruhbilimsel açıdan tartışmaya girişmeden önce başkalarını sevmeyle kendini sevmenin birlikte gidemeyeceği insancının yanlış olduğunu göstermek gerekir. Bir insan olarak komşumuzu sevmek bir erdemse bir insan olduğuma göre, kendimi sevmek de -kötü bir şey değildir – bir erdem olmalıdır. Benim dışında kaldığım hiçbir insan kavramı yoktur. Böyle bir
dışlaştırmayı ileri süren öğreti kendi içinde çelişiktir. Kutsal Kitap'ta verilen “Komşunu kendin gibi sev” öğüdü insanın kendi bütünlüğüne ve tekline duyduğu saygının, kendisi için beslediği sevgi ve anlayışın başka birisi içinde duyduğu saygı, sevgi ve anlayıştan ayrılamayacağını anlatmak ister. Kendim için duyduğum sevgi başka birisine duyduğum sevgiyle ayrılmayacak ölçüde
kaynaşmıştır. İnsan yaşamının değeri, mutluluğu, gelişmesinin, özgürlüğünün kökleri hep sevme yetisine, başka deyişle, ilgi, saygı, sorumluluk ve bilgiye dayanır. Kişi yaratıcı bir sevgiyle sevebiliyorsa, kendisini de sever; yalnız başkalarını seviyorsa, hiç sevmiyor demektir. (32)

Bir ilişkiye belli bir zaman yatırımı yapmış olabilirsiniz. Devam etmeyi seçerseniz eşinizi olduğu gibi kabul edip severek yeni bir başlangıç yapabilirsiniz. Ama önce bir adım geri atıp kendinizi olduğunuz gibi kabul edip sevmeniz gerekecek. Kendinizi ancak nasılsanız öylece kabul edip severek gerçekteki gibi olabilir, olduğunuzu da ifade edebilirsiniz. Neyseniz osunuz, hepsi bu başka bir şeymiş gibi davranmanıza gerek yok. Olmadığınız gibi olmaya kalkışırsanız kendinizi başarısızlığa mahkum edersiniz.
Kendinizi olduğunuz gibi kabul ettikten sonraki adım eşinizi kabul etmektir. Bu insanla olmayı seçerseniz onda herhangi bir şeyi değiştirmeye çalışmayın. Tıpkı köpeğiniz ya da keniz gibi bırakın neyse o olsun. Olduğu gibi olmaya, özgür olmaya hakkı var. Eşinizin özgürlüğünü kısıtladığınızda kendi özgürlüğünüzü de kısıtlamış olursunuz, çünkü ne yapıp ne yapmadığını denetlemeniz gerekir. Eğer kendinizi seviyorsanız kişisel özgürlüğünüzden vazgeçmezsiniz. (32a)

Sevgi, iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanması, dolayısıyla her birinin de kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevginin temeli de işte bu “özden tanıma” yaşantısında yatar. Böyle yaşanan sevgi sürekli bir meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil, tersine, birlikte oluşma, büyüme ve çalışmadır; uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir artık; temel gerçek şudur: iki insan birbirlerini varlıklarının özünden tanırlar. Kendilerinden kaçmak şöyle dursun, kendilerini buldukları için bir olurlar. Sevginin varolduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği, seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü: budur sevginin bulunduğunu gösteren meyve.(33)

Sevgi nitelik ve nicelik açısından gelişip yayıldıkça, renklenip biçimlendikçe, kişiliği olgunlaştırır ve yüceltir. Kişilik gelişmesinde önemli rol oynayan sevgi yeterince doyurulmazsa ya da aşırı doyurulursa güvensizlik yaratır. Sevgiye sağlanan doyum, insanın kendisine ve başkalarına güven duymasını kolaylaştırır. (34a)


Ben Toroslardan Gelmiş Bir Halk Çocuğu

Ben toroslardan gelmiş bir halk çocuğu
Hileli, hesaplı, düzenli değil
Dağlardan, derelerden
Selam getirdim güç getirdim.
Yaşama gücü getirdim direnme gücü
Nergisler, laleler, kır çiçekleri
Dağ yemişi, çam sakızı
Çıkınımda şepit, tuz, biber, soğan
Hor bakmayın, yüksünmeyin
Alın kabul edin, işte yüreğimizin
Seven gönlümü getirdim size armağan.
Ahmet Tufan Şentürk (35)


Sevginin Soysuzlaşması:

Sevgi açlığı çekiyorsanız, yüreğinizde sevgi yoksa ve birisi çıka gelip, “Biraz sevgi ister misin?” diyecek olursa? Bu sevgi için her şeyi yaparsınız. Hatta öyle yoksullaşırsınız ki bir parça sevgi için ruhunuzu verirsiniz.
Diyar diyar dolaşıp “Ne olur, birisi sevsin beni. Öyle yalnızım ki, sevgiye layık değilim, beni sevecek, sevilmeye layık olduğumu kanıtlayacak birisine ihtiyacım var” diye sevgi dilenmenize gerek yok. Sevgi içimizde ama bu sevgiyi göremiyoruz.
Sevgisiz olduklarına inandıklarında insanların yarattığı dramı görebiliyor musunuz? Sevgi açlığı çekiyor, başka birisinden biraz sevgi gördüklerinde büyük bir gereksinim yaratıyorlar. Aldıkları bu sevgi onları muhtaç ve saplantılı kılıyor. Büyük dram da işte o zaman başlıyor: “Ya beni terk ederse? Ne yaparım o zaman?” Uyuşturucu satıcısı, gündelik dozlarını sağlayan insan olmaksızın yaşayamaz hale geliyorlar. Açlığını çektikleri bu bir parça sevgi uğruna başkalarının yaşamlarını yönetmelerine izin veriyorlar. Bırakıyorlar başkaları onlara ne yapacaklarını, ne yapmamaları gerektiğini, nasıl davranacaklarını, giyineceklerini, neye inanacaklarını, neye inanmayacaklarını söylesin. “Eğer şöyle davranırsan seni severim. Yaşamının dizginlerini elime verirsen severim seni. Yalnızca bana iyi davranırsan severim. Davranmazsan unut sevilmeyi.”
İnsanların sorunu yüreklerinde sihirli bir mutfak taşıdıklarını bilmemeleri. Bütün bu acının nedeni yüreklerimizi uzun zaman önce kapayıp oracıktaki sevgiyi duyumsayamaz olmamız. Yaşamımızın bir dönemine geliyor, sevginin adil olmadığına inandığımız için sevmekten korkmaya başlıyoruz. Sevgi can yakıyor.
Başka birisine iyi davranmaya, başkalarınca kabul edilmeye çalışıyor, başarısızlığa uğruyoruz. İki üç sevgilimiz, birkaç da kırık kalp oluyor hanemizde. Yeniden sevmeyi fazlasıyla tehlikeli buluyoruz.
Kendimize yönelik öylesine çok yargımız var ki öz sevgiden yoksun kalıyoruz. Ama kendimize karşı sevgiden yoksunken sevgiyi başka birisiyle paylaştığımızı nasıl söyleyebiliriz? Öylesine benciliz ki yaşamımızı paylaştığımız insanın da bizim kadar muhtaç olmasını istiyoruz. Varlığımıza anlam katmak, yaşamımızın bir nedeni olduğunu duyumsamak için “bana gereksinen birisini” istiyoruz. Aradığımızın sevgi olduğunu sanıyoruz. Oysa peşinde olduğumuz “bana gereksinen”, çekip çevirebileceğimiz birisi. (35a)

<Güce-taparlık> kültürünün egemen olduğu otokratik toplumlarda kadının cinsel davranışları da bu çerçeve içinde biçimlenir. Bu toplumdaki kadın da <otoriter erkek> arayacaktır. Kendisini <otoriteye boyun eğen> kadın olarak biçimlendiren böyle bir toplum yapısı, duygusal doyumunun sağlanması, hareketlerinin belirginliğinin sağlanması, bütünleşebilmesi için <otoriter erkek>le karşılaşmasını zorunlu kılar. Böyle bir erkeği, kadın şu sözlerle tanımlar: <Bana sahip çıkan, güvenilir erkek. Benim erkeğim.> <Kadınına sahip çıkan erkek> imajı bu toplum yapısı içindeki kadın açısından çok önemlidir. Bu erkeğin kıskanç olmasını doğal karşılayacak, hatta bekleyecektir. <Sahip çıkma duygusu elbette kıskançlık etme hakkını da vermektedir>. Hatta böyle kadınlar, eşlerinin kendilerini kıskanmamasından rahatsız olurlar. Bu yapı içinde kadına <sahip çıkan>, <onu çok kıskanan>, <her şeyine karışan> erkeğin çok sinirlendiği zaman eşini azarlaması, küfretmesi, dövmesi bile ilgisinin, sevgisinin, ship çıkmasının bir parçası olarak kabul edilir. Bir yandan erkeğin kötü davranışlarından yakınan ama hiçbir zaman da ayrılmayı aklından bile geçirmeyen, birlikte yaşamayı sürdüren kadınların davranışının kökeni budur. Burada otokratik bir toplum yapısı içindeki erkek ve kadın rollerinin kabul edilmesi, benimsenmesi yatar.
Bu kültürün kadını da aynı kültürel davranışın sahibidir. O da <erkeğini çok benimsel>, <aşırı kıskanmakta>, onun her hareketini denetlemeyi kendi hakkı olarak görmektedir. Böyle davranmayan kadınlar da toplum tarafından <eşini çok boş bırakan>, <ona sahip olmayı başaramaan> kadınlar olarak görülür.
Butün bunları <elbette böyle olacak> diyerek doğal karşılayan otokratik toplum insanlarının pek azı, davranışlarındaki kökenin <korku ve güvensizlik nedeniyle güce-taparlık> olduğunu bileceklerdir.(35b)



Sevgi konusunda, durum çağdaş insanın bu toplumsal özelliğine göre ayarlanmıştır ister istemez. Otomatlar sevemezler; olsa olsa “kişilik paketleri”ni değiş tokuş edebilirler; bir kelepir peşinde koşarlar. Böyle, yapı bakımından soysuzlaşmış sevginin, özellikle evliliğin en anlamlı örneklerinden biri “çift” fikridir. Mutlu evlilik üzerine yazılan her yazıda anlatılan ideal karı koca, çok iyi geçinen bir çifttir. Bu görüş, iyi çalışan “görevli” fikrinden pek de uzak bir şey değildir; böyle bir görevli “oldukça bağımsız” olmalı, başkalarıyla işbirliği yapabilmeli, anlayışlı, aynı zamanda tutkulu ve atak olmalıdır. Bu yüzden evlenme kılavuzu, kocanın karısını “anlaması” nı, ona yardımcı olmasını önerir. Koca karısına yeni giysisi ya da pişirdiği güzel yemekler için iltifat etmelidir. Kadın da kocası eve yorgun ve sinirli geldiğinde onu alamalı işindeki güçlüklerden yakındığı zaman onu dikkatle dinlemeli, kocası doğum gününü unutursa kızmamalı, bunu anlayışla karşılamalıdır. Bu çeşit ilişkiler, yaşamları boyunca birbirlerine yabancı kalan, özden öze bağlılık kuramayan, birbirine ancak nezaketle davranan, karşısındakinin kendisini daha iyi hissetmesine
yardım etmeye çalışan iki kişi arasında iyi yağlanmış ilişkilerden başka bir şey değildir.
Bu sevgi ve evlilik anlayışında önemli etken dayanılmaz yalnızlık duygusundan kaçıp bir şeye sığınmaktır. Hiç değilse bu “sevgi”de insan yalnızlıktan kaçıp sığınılacak bir liman bulur. İki kişi birleşip dünyaya karşı bir ortaklık kurarlar; bu iki kişilik (a deux) bencilliğin de sevgi ve yakınlık olduğu sanılır. Sık rastlanan, “büyük sevgi” diye yaşanan (daha çok da filmlerde, romanlarda böyle sunulan) yalancı bir sevgi türü de putlaştırıcı sevgi'dir. Kişi kendi güçlerinden yaratıcı bir biçimde dışarı aktarılmasından doğan bir kimlik, bir Benlik duyacak düzeye ulaşamamışsa, sevdiği kimseyi “putlaştırmak ister. Kendi yaratıcı güçlerinden kopmuştur; bunları sevdiği kimsede bulmak ister; ona tüm sevgilerin, ışığın, mutluluğun kaynağı summun bonum (üstünlük simgesi) olarak tapar. Böylece kendisi tüm güçlülük duygularından yoksun kalır; sevdiğinde kendini bulacağına, onda yitirir kendini. Uzun sürede hiç kimse, kendisine tapan kişiye beklediklerini veremeyeceğine göre, umut kırıklığı kaçınılmaz bir şey olur; bundan kurtulmak için tek çıkar yol yeni bir put aramaya koyulmaktır; bazen bu bir kısırdöngü biçiminde sürüp gider. Bu çeşit putlaştırıcı sevgide en belirgin özellik, başlangıçta sevginin çok yoğun olması ve birdenbire doğmasıdır. Putlaştırıcı sevgi çoğunlukla gerçek sevgi, büyük sevgi diye tanımlanır; oysa bu tanım bir yandan sevginin yoğunluğunu ve derinliğini belirtirken öte yandan da puta tapanın açlığını ve umutsuzluğunu ortaya koyar. (36)

Horney'in görüşünün dayandığı ana kavram "temel kaygı"dır, yani saldırgan olabilecek bir dünyada çocuğun ve insanın kendini güvensiz hissetmesidir. Kaygısını ve eksiklik duygularıını giderebilmek için kasılanlar, kendini beğenenler olduğu gibi, ağlayarak sızlanarak ilgi çekenler, başkalarını ezerek güç kazananlar, her türlü yarışta birinci olmayı amaçlayanlar, para, mal, mülk toplayarak kendilerini güvenceye alanlar da vardır. Kendini güvenceye alabilmek için kaygılı bireyin başvurduğu bu stratejiler, zamanla kişiliğin bir parçası olup, onu yöneten güçler, yeni dürtüler, güdüler, ihtiyaçlar haline dönüşebilir; ilişkilerini baltalar ve bir kısır döngü oluşmasına yol açar. Güvence uğruna belirli bir stratejiye saplanan kaygılı kişi, bu stratejiyle güvence kazanamadığında kaygısı artar. Bu yolla dilediği huzuru bulması olanaksızdır. Nevrotik kişiliğin ihtiyaçları insanlara yönelik, insanlardan uzaklaşıcı ve insanlara karşı olabilir. Nevrotik kişinin sevilme ihtiyacı insanlara yönelik olmanın, bağımsızlık ve yeterlilik ihtiyacı insanlardan uzaklaşmanın, başkalarını sömürme ihtiyacı insanlara karşı olmanın örnekleridir. Normal birey bu üç yaklaşımı birbiriyle bağdaştırarak kaygılarını çözümleyebilir. Nevrozlu birey çok şiddetli kaygıların tutsağı olduğundan yalnızca birine katıca bağlanır. (36a)


Bağımlı insan, yaşamın her döneminde peşinden gideceği fareli köyün kavalcısını bulur. Bu tür insanlarda önemli olan, çoğunlukla aynı düşünceleri paylaşmaktır. Bu paylaşmada onların payına düşen her zaman kölece boyun eğemedir. Fakat bu kölece boyun eğiş, onlara farklı ve özgün bir birey olmanın doğurabileceği dışlanma tehlikesinden uzak yaşama hakkı verir. Bu duygu aslında sürüden biri olmanın getirdiği ahır sıcaklığının sevgisidir. (37)


Leyla isteyen kişi mecnun olmalı;
kendinden de, dünyadan da geçmeli.
sevenlerin sofrasına çağırılınca
ben körüm, ben dilsizim demeli.
Ömer Hayyam

Bir insanın sevdiği kişiye olan ilgisi azalmış, bunun yerini korku almış ise o kişiye duyulan sevgi gerilemeye başlar. Muhatabından zarar göreceği endişesine kapılan kişinin davranışları savunma şeklini alır. Ancak insan bazen nefret ettiğini zannettiği kişiyi aslında seviyordur. Mesela, çok sevdiği birini ele geçiremediğinde ona karşı öfke duymaya başlar. Kusurlarını görür, iyi taraflarını yok kabul eder. Hoşlanmadığı yönlerine odaklandığı için de küçük hatalarını büyütür, her yaptığını kötü görür ve nefret duyguları taşır. Bu olumsuz abartılı algılamaların tam zıddını temsil eden bir sevgi türü de söz konusudur. Seven kişi, sevdiğinin gerçek dışı bir şekilde iyi olduğunu düşündüğü için ondan gelebilecek muhtemel zararları göremez. (36)

Başka bir yalancı sevgi türü de “romantik sevgi” diye adlandırılan sevgidir. Bu sevginin özü, sevginin yalnız bir düş olarak yaşanması, gerçek bir insana, somut olarak duyulan bir şey olmamasıdır. Bu çeşit sevginin en yaygın örnekleri, sinema ve dergilerdeki aşk öykülerini, sevgi üzerine yazılmış şarkıları açgözlülükle yutan kişilerdir. Romantik sevginin başka bir yönü de sevginin zaman içinde soyutlaştırılmasıdır. Bazen bir karı koca, eski sevgilerinin anılarıyla çok derinden duygulanırlar; oysa o geçmişi yaşarken böyle bir sevgi – ya da gelecekteki sevgi düşleri olmamıştır ortada.(37)


...dayanamıyorum artık. Başım dönüyor. Ayşe, korkma yanındayım diyor. Bir gün hepimiz yok olacağız. Yaşamak gereksiz. Güzel şeyler yapmamıza izin vermiyorlar, o halde niçin yaşıyoruz, diyorum Ayşe'ye. Şu güzel çiçeklere bak, diye yanıtlıyor.
Ayşe'den bıkmamıştım hiçbir zaman. Ama bu birliktelik bir gün bitecek. O zaman ne yapacağım. Geleceği hiç düşünmemeye çalışıyorum. Beni hiç bırakma diyorum. Ayşe'ye. Bakışları yorgun, bezgin. Sıkılıyor benden. Tıkanıyorum, nefes alamıyorum. İçimdeki kötümserliği atamıyorum. Dünya ile barışık olamayacak ruhum. Ayşe yaşamak istemiyorum, diyor. Kendimden korkuyorum. İçimde büyüyen saldırganlık duygusu benliğimi cehennemi acıların içinden kıvrandırıyor. İstekler ile elde edilenler arasındaki büyük orantısızlık beni dehşete düşürüyor. Ayşe'ye sarılıyorum.
Ayakta durabilmek için büyük çaba harcıyorum. Bir güç beni karanlık kuyunun dibine çekiyor. Her an ölümle burun burunayım. Garip bir dürtünün etkisiyle değişik kişiliklere bürünüyorum. Az konuşuyorum, sesimin tonunu değiştiriyorum. Suratıma, alaylı, acıklı karışımı bir maske geçiriyorum. Etkili oluyor. Günlerimin sayılı olduğu duygusuyla her eylemimin tadını çıkarmaya çalışıyorum. Sokakta yürürken attığım adımlara estetik ve ritmik bir düzen getiriyorum. Kendimle o kadar meşgul oluyorum ki dünyada her şeyin hareketsiz olduğu duygusuna
kapılıyorum. Bu duygu beni o kadar huzursuz ediyor ki ölümden başka bir çıkışım olmadığını düşünüyorum. Ayşe beni omuzlarımdan tutup sarsıyor. Ayaklarına kapanıyorum, binlerce kez af diliyorum ondan. Yaşam ciddiyetini tümüyle yitiriyor. Neyi ne amaçla yapacağımı bilmeden yuvarlanıyorum yaşam çukurunun içine.
Sonsuzluğun ötesinde yeniden doğuyorum. İçinde yaşadığım dünyayı artık küçümsüyorum. İnsanoğlu ve evren birbirini tamamlıyorlar. Hiçbir şeye saldırmıyorum. Ayşe'yi okşuyorum. Acılarım sona erdi, diyorum. Doğayla baş başa yaşayacağız. Tüm teknoloji yokoldu. Her tarafımızı saran acaip makinalardan kurtulduk. Matematik, fizik, biyoloji, kimya, vs. bilimlerin mutluluğa yararı olmadığından insanlara öğretilmesinden vazgeçildi. Sağlık hizmetlerinde artık teknoloji kullanılmayacak. İnsan sağlığını teknik göstergelere bağlayan yöntemin hastaneleri mutsuzluk dağıtan merkezler haline dönüştürdüğü anlaşıldı. Ayşe ile uçsuz bucaksız yeşilliklerde yürüyoruz. Yine oturuyoruz. Sevgimizin sonsuzluğa uzanması için dua ediyoruz.
Fakültede asistan olarak çalışıyorum. Ayşe de bir bankada memur. Paramız yetmiyor bir türlü. Cemil'in işleri iyi gidiyormuş. Ayşe anlatıyor. Hatta Ayşe'ye parasal sorunlarımızın çözümlenmesi için bizim için büyük olan bir miktarda borç vermiş. İstersem yanında çalışabilirmişim. Susuyorum. Tuhaf şekillerin içine giriyorum. Pop müzikle dans ediyorum. Kitap okuyorum. Ayşe'yi öpüyorum sevişiyoruz. Çıldırıyorum herhalde. Ayşe'nin dudakları titriyor. Duvara yaslanıyorum . Ayaklarımı sallıyorum. Kahkahalarla gülüyorum. Ayşe yanıma geliyor. Gözlerimin içine bakıyor. Sevgilim her şeyim diyor, sıkıca sarılıyor bana. Seni ne kadar sevdiğimi bir bilsen
diyor. İçim eziliyor. Başım dönüyor. Kanım çekiliyor, yüzüm bembeyaz. Doktora gidiyoruz. Çevreye uyumsuzluktan kaynaklanan ruhsal çöküntü! Yaşam biçimini değiştirmeliyim. Basitleşmeliyim. Herkes gibi olmalıyım. Kendimi olağanüstü görmemeliyim. Tchaikovski'nin 1. piyanı konçertosu çalıyor. Yükseliyorum, yokoluyorum. Koşuyorum ve jiletle bileklerimi kesiyorum. Ayşe hastaneye zor yetiştiriyor.
Aylarca bir klinikte tedavi görüyorum. Ayşe her gün ziyaretime geliyor. Daha sonra, astronomik rakamlara varan bakım masraflarını Cemil'in karşıladığını öğreniyorum. Cemil her konuda bize yardımcı olmaya devam ediyor. Her şeyi kabullenerek şiir yazıyorum. Ayşe'yi başka bir erkekler paylaşmaya alıştırıyorum kendimi. Cemil'in yanında yorucu olmayan bir işte çalışıyorum. Yıkıntılar içindeyim. Sanki bombardımandan harabeye dönmüş bir şehirde dolaşıyorum. Ayşe her akşam kucaklıyor beni. Gözleri yaşlarla dolu. İyileş artık diyor. Donuk donuk bakıyorum. Dünya ile aramda aşılamaz bir uçurum var. Ellerimi uzatıyorum. Kaloriferin sıcaklığını içime alıyorum. Boynumu kısıyorum. Sembolistlerden, sürrealistlerden şiirler okuyorum kendi kendime. Ayşe'yi görünce tedirginleşiyorum. Başımı omuzuna koyuyorum. Haydi çıkalım diyorum diyor. Soğuk kış günü. Titriyorum. Birbirimize tutunarak yürüyoruz. Ayşe'nin ellerini çok sıkıyorum herhalde ki bana korkma sevgilim seni hiç bırakmayacağım, diyor.
Ayşe koltukta oturuyor. Örgü örüyor. Ayaklarına kapanıyorum. Ellerimle okşuyorum küçük parmakları. Kaçmak istiyorum ama nereye ? Çağdaş insanın komik duruma düşen dorumluluk anlayışı peşimi bırakmıyor. Görevim, az da olsa bir şeyleri iyi yönde değiştirmek. Ayşe örgüyü bırakıyor, saçlarımı okşuyor. Senden kurtulamayacağım, diyor. Her tarafım zangır zangır titremeye başlıyor. Sarılıyorum. Düş dünyasından çıkıp dışa dönük yaşamalısın. Sevgisiz yaşamın kurallarına uyamadığımı söylüyorum. Gündüz insanları yiyen, boğazlayan bir canavar, gece insanlara sevgi dağıtan bir melek olamam. Her şeyi abartıyorsun, diyor. Kural basit: yaşam şöleni için az sayıda basılan davetiyelerden birini kapmak. Başım dönüyor. Sevgiyi uzun süre bozulmadan yaşatamazsın. Sevgi basitleşmeye, sıradanlaşmaya, yaşam savaşında ufak bir garnitür seviyesine düşmeye mahkumdur. Ayşe duruyor birden. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Ya şimdi sevgimiz için kendimizi öldüreceğiz, ya da yaşamak için sevgimizin şeklini değiştireceğiz. Ruhlarımız maddenin egemenliğine boyun eğecekler. Başka çıkış yok. Bu olağanüstü sevgin yaşamımı durdurdu. Bu işe bir son vermek gerekiyor. Donuklaşıyorum, kaskatı kesiliyorum. Gözlerimi yatakta açıyorum. Ayşe başucumda ellerimi tutuyor. Affet beni diyor. Artık ayakta durmasını öğrenmek zorundasın. Seni, sevgini, hiçbir şeyi unutmayacağım. Birbirimize acıyarak, tutunarak yaşamak ikimiz için de büyük işkence. Anla beni.
Bitti. Ayşe yok artık. Ne yapacağım. Çıldırıyorum. Göğsümdeki yara kanıyor. Acılarım korkunç boyutlara varıyor. Gözlerimi kapatıyor ve Tanrı'ya ruhumu yukarı çağırması için yalvarıyorum. Sabahları Ayşe'siz uyanmak dayanılmaz bir işkence. Bir seyahat acentasında çalışmaya başlıyorum. Sen sıradan bir adamsız, sıradan bir işin var, sıradan bir yaşamın var. Ruhumu tüketiyor, yokediyorum. Her tarafa gülücükler dağıtan salak bir adam oluyorum. Verilen işleri tartışmasız yapıyorum. Acentada kimsenin ilgilenmediği bir kızla flört etmeye başlıyorum. Tutkusuz, özlemsiz, kupkuru bir yaşamın içine atıyorum kendimi.
Acılar içinde kıvranırken sessizlik içinde beklenir ölüm. Konuşmak anlamsızdır artık. Haykırmak, bağırmak, belki de ağlamak isteriz; fakat sessizlik tüm bu eylemlere baskın çıkar; sonsuzluğa uzanan gülümseyiş ölüm duygusundan garip bir mutluluk evreni yaratır. (38)


Başka bir hasta sevgi türü de insanın kendi sorunlarından kaçmak için yansıtma yöntemleri'ni kullanması, ve bu nedenle “sevdiği'nin eksik, zayıf yanlarıyla ilgilenmesidir.
Karşılarındaki insanın en küçük eksikliklerine bile çok büyük bir duyarlılık gösterirler, kendilerininkini aptalca bir mutluluk içinde görmezlikten gelir – hiç durmadan karşılarındakini suçlamaya ya da düzeltmeye çalışırlar. Karşılıklı iki kişinin ikisi de böyle davranırsa -ki durum çoğu zaman böyledir – sevgi bağlılığı karşılıklı olarak suçu üstünden atma işlemine dönüşür.
Yansıtmanın başka bir biçimi de, insanın kendi sorunlarını çocuklarına aktarmasıdır. Her şeyden önce bu çeşit üstünden atmaların çoğunlukla çocuklar için yapılan dileklerde ortaya çıktığını söyleyelim. Bir insan yaşamını değerlendiremediğini anlarsa, bu eksikliği çocuklarının yaşamını değerlendirerek gidermek ister. Ama bu durumdaki insan, çocuklarını başarısızlığa sürükleyeceği gibi kendi içinde de yenilgiye uğrayacaktır çocuklarını başarısızlığa sürükler çünkü varlık sorununu kişinin yerine başkası değil herkes kendisi çözebilir ancak.(39)

"sen olmadan ben bir hiçim!" türünden iletiler, patolojik aşkı çağrıştırmaktadır. Patolojik aşk, yapışkan, güvensiz bir ilişki tarzıdır, çok farklı görünümlerle ortaya çıkabilir. eşlerden birinin diğerine -fiziksel ya da duygusal açıdan- eziyet etmesi, diğerinin ise bundan rahatsız olduğu halde bir türlü kurtulmaması, kurtulmayı istememesi veya çiftlerin sürekli ayrılıp ayrılıp tekrar birleşmeleri ve bu durumu hayat boyu sürdürmeleri, patolojik aşka örnek verilebilir. Patolojik aşk sergileyene kişiler, bazen, 'Sen yalnızca bana aitsin; ya benimsin, ya kara toprağın,' mesajını verirler. Bazen se sevgililerine yapışıp, "Ben sensiz yapamam, sensiz bir hiçim," derler. Sürekli ayrılıp ayrılıp birleşen çiftler, aslında farkında olmadan, 'Ben sensiz de yapamam, seninle de yapamıyorum,' mesajını verirler. bu son cümle, patolojik aşk köleliğini güzel özetlemektedir. (40)

Gençler çok defa içlerinde duydukları "anlık" mutluluğun gerçek sevgi olup olmadığından habersiz ilgi ve sevgi gördüğü kişilerin peşinden pembe hayallerle yola çıkıyorlar. Halbuki çocukluk yıllarında doyurulmamış anne sevgisi kişinin bir ömür boyu sevgiye muhtaç yaşamasına sebep oluyor. (40a)

Mesela, depresyonda beynin sevgi üreten alanları yeterince çalışmadığı için, yaşama sevinci kaybolur, kişi ölmek ister. Yani sevginin tabanda olduğu ve beynin sevgi üretmediği hastalıklar, melankolik depresyonlardır. Bunlar en ağır depresyon türleridir. Sevginin çok yoğun yaşandığı diğer bir depresyon türü de manik bozukluktur. Manik hastası her şeyi sever ama kontrolsüz sever. Duyguların kontrolü ortadan kalktığı için kendisine ilgi duyan, birazcık güler yüzlü olan kişiye verebileceği her şeyi feda eder. Manik bozuklukta, beynin sevgi ve duyguyla ilgili alanları aşırı derecede çalışır, depresyonda ise bu alanlar baskılanır. (41)


Melânkoli
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.

Anlayamam kaderimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.

Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.

Yanıma düşer Kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir...

Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içerisi ölür.
Sabahattin Ali

Çağdaş dünyada aşkın dinden çok daha şiddetli bir düşmanı vardır, bu iş ve ekonomik başarının kutsal kitabıdır. Özellikle Amerika'da çoğunluk tarafından kişinin aşkını işine karıştırmaması gerektiğine, böyle bir şey yaparsa bunun aptallık olduğuna inanılır. Ne var ki burada da tüm insansal konularda olduğu gibi bir denge gereklidir. Mesleğini tümüyle aşkı uğruna feda etmek her ne kadar bazı durumlarda trajik bir kahramanlık olsa da, aptalca bir şeydir, ama aşkı meslek uğruna kurban etmek de aynı şekilde aptallıktır, üstelik yiğitçe hiçbir yanı olmayan bir aptallık. Ne yazık ki istesek de istemesek de, tümüyle para kazanma temeline oturmuş bir toplumda, bu oluyor. Tipikbir iş adamını, özellikle Amerika'da, gözünüzün önüne getirin: gelişip büyüdüğü ilk günden itibaren en yetkin düşüncesinin tümünü ve tüm işe yarar gücünü parasal başarısı için harcar, bunun dışında kalan her şey onun için önemsiz bir eğlencedir. Gençliğinde bedensel gereksinmelerini ara sıra gittiği orospularla giderir, gecikmeden de evlenir, ne var ki ilgi duyduğu şeyler karısının ilgi duyduklarından tümüyle farklıdır ve hiçbir zaman karısıyla içten bir ilişki kuramaz. İşinden eve geç ve yorgun döner, sabahları daha karısı uyanmadan erkenden kalkar. Pazarını gol oynayarak geçirir, zira bu idman para kazanma yarışında onu dinç tutması için gereklidir. Karısının meraklarıysa ona son derece kadınsı gelir, bunları onaylasa bile onları paylaşmaktan yana değildir. Evlilik içi aşka olduğu gibi evlilik dışı aşka da vakti yoktur ve böylece iş nedeniyle evden uzaklara gitti zamanlar orospuları ziyaret eder. Karısı ona karşı cinsel olarak çoğunlukla soğuk davranır, ama bunu hiç şaşmaz zira onun da karısına kur yapacak zamanı yoktur. Bilinç altında nedenini bir türlü bilemediği bir doyumsuzluk vardır. Bu doyumsuzluğun büyük bir bölümünü işte bastırır, ama doyumsuzluğun büyük bir bölümünü işte bastırır, ama doyumsuzluğun bahsi müşterekli döğüşleri izlemek ya da ilericileri kovuşturmak gibi sadistçe tadlar aldığı pek hoş olmayan başka biçimlerde de giderilebilir. Aynı şekilde doyumsuz olan karısı da ikinci sınıf işlerle uğraşarak bir çıkış yolu bulur; iyi ve özgür kişilerin rahatlarını kaçırarak erdemli kalmaya çabalar.(42)

Bir elmanın yarısı... Aslında, birliktelik, eksiklik ve muhtaçlık durumunda kurulduğunda ortaya çıkan şey bütünlük değil, sorunlardır. Yarım kişiliklerle olan birliktelikler, toplama değil çarpma işlemi gibidir. Yarım çarpı yarım, bir değil, çeyrektir. Sağlıklı birliktelik, olgun ve bireyselleşmiş farklı kişiler arasında eşit haklarla yapılan uzlaşmalara dayalı bir bütünleşmedir. Kişiler bireyleşmişse bir artı bir, iki ve bir artı bir, üç edebilir. Muhtaçlıktan doğan sevgi sağlıklı değildir. Kendisi için seven kişi yarımdır ve karşıdakine, bir biçimde, eninde sonunda zarar verir. (43)

Eğer birey, akıl ve sevme yetisini geliştirmemişse, özgürlük ve bireysellik sorumluluğunu yüklenemez; bunlardan kaçıp kendisine, ait olma ve köklülük duyguları veren yapay bağlılıklara sığınmaya çalışır. (Sağlıklı toplum) Suç işleyen ya da suç işleme eğilimi gösteren kişilerin, özellikle gençlerin ruhsal yapılarında ortak özellikler vardır. Bunların tanınması, suç işlemeden önce
onlara yardımcı olma olanağı verir. Suç işleme eğilimi gösteren çocuklar ve gençler alabildiğine sınırsız özgürlük isteğine karşılık sorumluluktan kaçarlar. Ana babadan başlayarak bütün yetkelere karşı çıkıp tepki gösterirler. Sorunları kaba kuvvet ve beden gücüne dayanarak çözerler. Kısa kolay yoldan doyuma ulaşmak isterler. Cinsel sapıklık gösterirler. Engelleme karşısında çabuk kızıp
öfkelenirler. Ölçüsüz, gereksiz tepki gösterirler. Kendi başlarına güvenli ve yeterli olmadıklarından daima kendilerine benzer kişilerden oluşmuş gruplar içinde bulunurlar. Alkol ve uyuşturucu madde kullanma eğilimleri yüksektir. (44)

18 yaşında bir genç grupta bulunuş nedenini şöyle anlatıyordu:
Ailem, annem babam bana ilgi ve sevgi göstermedi. Babam sürekli aşağıladı, küçümsedi, horladı. Onlarla hiçbir konuda anlaşamadım. Bana anlayış göstermediler, destek olmadılar, yardım etmediler. Ortaokul döneminde derslerim kötü gitmeye başladı. Dersler kötüleştikçe annemin, babamın bana karşı ilgisi büsbütün azaldı. Beni bir köşeye ittiler. Bütün ilgi ve sevgilerini kardeşime verdiler. Ortaokulu beş yılda bitirip liseye geçtim. Oturduğumuz semtte değişik çevreden 5-6 arkadaş edindim. Onlarla gezip dolaşmaya, kızlarla arkadaşlık yapmaya başladım. Bu arada arkadaşlarla bir kahvede toplanıp birlikte içki içmeye gittik. Arada esrarlı sigara da kullandım. Babamın harçlık olarak verdiği para yetişmediği için annemden, babamdan para çaldım. Günün birinde yakalandım. Evde kıyamet koptu. Evde iyice uzaklaştım. Gruba kızların katılmasıyla dokuz kişi olduk. Bir arkadaşımızın yazlık evinde toplanmaya başladık. Grup içinde arkadaşlarla birlikte rahat ve mutlu oluyordum. Zaman zaman kız yüzünden başka gençlik gruplarıyla çatışıyorduk. Bir keresinde iyice dayak yedim. Yüzüm gözüm morardı. Bu arada ailemden bütünüyle koptum. Onlar da beni aramamaya başladılar. Nerdesin, diye sorduklarında, arkadaşımda kalıyorum, diye cevap veriyordum. Üstelemiyorlardı. “Mutlu değilim. Ne yapacağımı bilmiyorum. Gelecekten umudum yok” (45)


Başarılı davranıp başarılı birisi olmaya, bundan dolayı da başkalarının sevgi ve taktirini kazanmış olduğumuz gibi yanılgılı bir inanışa mahkum edildiysek, bütün çabamız öbür kutup olan “başarısız, taktir edilmeyen, sevilmeyen birisi” olmamaya yönelecektir. Yok eğer, başarısız davranıp, başarısız biri olduğumuz yanılgısına kendimizi kaptırmışsak, bu kez de tüm çabamız, başkalarının sevgi ve takdirini elde edeceğimize inandığımız “başarılı, sevilen ve takdir edilen birisi” olmaya yönelecektir. İşte bu kutuplar arası yolculuğun faturası da kaygıdır.

Sınanma kaygısının dili, yasalara dayalı bir dildir; başarılı olunması gerekir; hata yapılmamalıdır. Saygı görmek için, başarılı davranmak şarttır. Başarısızlıktan kaçılmamalıdır. Kişi kendine saygınlık sağlamak için başarılı olmak zorundadır. Çalışmak her zaman, eğlenmeden önce gelmelidir. Kendini kanıtlamak için, başarılı davranmak şarttır. Kaygı dili sevgi ve saygı uğruna, bu tür yasalara kölelik etmeyi gerektirir.
Kaygı, “kişiliğin”, tıpkı bir hisse senedi gibi sınanabilen ve değeri inip çıkabilen bir “varlık” olduğuna ilişkin yanılgılı inancın pahalı bir bedelidir. Pahalıdır, çünkü bize verilmiş vadeli yaşamı, olmayan ve olamayacak bir kişilik değeri peşinde koşuşturmak için harcatır; pahalıdır, çünkü risk alma ve yaşama cesaretini sömürür; pahalıdır, çünkü potansiyelimizi kullanıp anlamlı gelişmeler gerçekleştirmek yerine, durmamızı ve gerilememizi sağlar; pahalıdır, çünkü bizi şimdiki varoluşumuzda değil, yaşanıp bitmiş geçmişte ve de henüz yaşanmamış gelecekte tutar... (46)


sevgi güzellik ister

sevgi güzellik ister gülüm,
güzellik emek ister.
güzellik tende değil gülüm,
yürekte ateş ister.

bir çocuk dudağıyla
yanakta bir sıcaklık.
yalnız güzellik değil,
sevgi özgürlük ister.

sevgi güzellik ister gülüm,
güzellik emek ister.
güzellik tende değil gülüm,
yürekte ateş ister.

aşkların en soylusu
birken birçok olandır.
sevginin en güzeli
paylaşılan emektir.

aşkların en soylusu
birken birçok olandır.
çıkarsız ve sınırsız
paylaşılan yürektir.
İlkay Akkaya




İnsan ilişkileri ders kitabında yer verilen şu ifade dikkati çekmektedir:
Kişisel özellikler de sevginin belirleyicilerindendir. Cana yakın, fiziksel çekiciliği olan, içten kişiler daha fazla sevilirler...” (abç, Yamanlar 2002, 25).
En insani duygu olan sevgiyi, fiziksel çekiciliğe indirgeyen ya da bununla açıklayan bir yaklaşım içinde söylenecek söz bulmak kolay değildir. Burada sadece, bu kitabın yazarının çok sayıda ve değişik konularda kitap ürettiğine işaret etmeyi gerekli görüyorum. Aynı kişinin yazdığı kitaplar arasında bu çalışmada tespit edilebilenler şunlardır: “Lise insan ilişkileri ders kitabı, 2002”, Lise sosyoloji ders kitabı, 2000”, “Lise demokrasi ve insan hakları ders kitabı, 2001”. (26)


Sevgi – Şiddet, Nefret

Hayatın, biz insanları katı ya da yumuşak yürekli yaptığı söylenir. Yüreğimizin katılaşmasıya da yumuşaması, yaşam koşularına da bağlanır. Tabii ki koşullar iç ve dış dünyamıza etki ediyorlar, duygu ve düşüncelerimizi şekillendiriyorlar. Ama bizim izin verdiğimiz ölçüde böyle bir güce sahip olduklarını da unutmayalım. Yaşlanınca nasıl bir insan olacağımız “malzemeye” bağlıdır. (47)


Örtü kirlenmesin

Sağırlar Okulu’nda yılda en az üç kez öğretmenler kurulu toplantısı yapılırdı. Bu toplantılara İl’in normal okullarında bulunan özel alt sınıflarımızda görev yapan ve kadrosu bu okulda olan öğretmenler de katılırlardı. Toplantılar uzun sürer, tüm sorunlar burada tartışılırdı.
İşte böyle bir toplantıda gündem gereği, ilde normal okullardaki alt sınıflarda görevli öğretmenlerimize konuşma fırsatı verilmişti. Çok tanınan bir okulun özel alt sınıfında sağırlar sınıfı okutan öğretmen Figen Hanım söz aldı. Okutmakta olduğu sağırlar sınıfının araç gereçlerini muhafazada zorlandığını, normal sınıflarda okuyan öğrencilerin zaman zaman dersliklerine girerek masa örtülerini kirlettiğini, sıraları karıştırdığını ifade etti. Masa örtülerini koruyamadıklarını, temiz tutmada ve kirlenenleri yıkattırmakta zorlandıklarını söyledi. Daha sonra da başından geçen bir olayı anlattı:
-Geçen gün öğrencilerimden birinin midesi bulandı. Öğürmeye başladı. Hemen koşarak yanına gittim. Maksadım kusma ihtimali varsa lavaboya götürmekti. Fakat birden kasıldı. Anlamıştım hemen kusacağını, artık lavaboya yetiştirme imkanı kalmamıştı. Bu durumda masa örtüsü ve tabandaki halı berbat olacaktı. Hemen iki elimi birleştirerek ağzına tuttum. Öğrencim büyüyen gözlerle bana bakarken ben “evet” şeklinde onayladım. Bu hareketler saniyelerle olup bitmişti. Çocuk öğürerek avucuma kustu. Rahatlamıştı fakat korkan gözlerle bana bakıyordu. Yüzüne bakarak tebessüm ettim, O’da gülümsedi. Çok şükür halıyı ve örtüyü kurtarmıştım, tabi ki diğer sevindirici yönü de önemli bir rahatsızlığının olmadığıydı. Avuç dolusu kusmuğu götürerek lavaboya boşalttım ve ellerimi yıkadım.
Öğretmenler kurulunda Figen Hanımın bu olayı anlatması beni çok etkilemişti. Kendimi çok hoşgörülü ve sevgi kaynağı sanıyordum. Bütün sıtandartlarım değişti. O’na çok imrendim. Çıktığımızda kendisini tebrik ettim. Ancak morali çok bozuktu. Çünkü bu konuşmaya bazı öğretmenler çok kızdılar. Bazı arkadaşların midesi bulandı. Öğürmeye başlayanlar oldu. Hele bir bayan öğretmenimiz çok sert tepki gösterdi:
-Hocahanım bir kere yaptığınız davranış çok yanlış. İkinci yanlış da bu olayı marifetmiş gibi bize anlatmanız. Şu hale bak hepimizin midesi bulandı. Arkadaşları ne hale koyduğunuzu görmüyor musunuz? Biz öğretmen miyiz dadı mı, yoksa hastabakıcı mı? Bari çocukların altını da alalım olsun bitsin. Zaten özel eğitim öğretmeniyiz diye bu çocuklardan çektiklerimiz belli. Üstüne üstlük bir de bu işler. Lütfen kendinize geliniz bir daha olmasın.
Öğretmenler kurulu karışmıştı. Figen Hanımı destekleyenler de vardı belki. Fakat O’nların sesi pek çıkmıyordu. Konuşanlar daha çok karşı olanlardı. Bir uğultu öğretmenler odasını sarmıştı. Birden Figen Hanımın sesi duyuldu. O’nun sesini duyan herkes sustu. Bazıları belki de özür dileyeceğini umuyorlardı. Fakat hiçte öyle olmadı. Figen Hanım salonu dikkatlice süzdü. Aleyhte konuşanlara tek tek bakarak konuşmaya başladı:
-Değerli arkadaşlar, bakıyorum da bazılarınızın kalbine hiç çocuk sevgisi uğramamış. İğrenenler bir an evvel bu meslekten ayrılsa iyi eder. Çünkü özellikle özel eğitimde bu özveriyi yapamayan başarılı olamaz. Çocuğu sevmeyen de bu tür davranışlara katlanamaz. Beni tebrik etmenizi beklemiyordum. Fakat tavrınızı çok yadırgadım. Bana gelince, sizin tepiklerinizden dolayı bu tür davranışlardan vaz geçeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ancak şu kadarını söyleyeyim, ellerin kirlenmesi o kadar önemli değil, kirlenen uzuvlar temizlenebilir. Asıl olan gönüllerin temizliğidir. Bu temizliği sağlayan da sevgidir. Sevginin dışında, kirlenen bir kalbi hiçbir şey temizleyemez.
Figen Hocahanım konuştukça ortalık biraz daha sessizleşiyordu. Herkes hayal kırıklığına uğramıştı. O’nun özür dileyerek ortamı yatıştıracağını sananlar sus pus olmuş, sanki kaçacak delik arıyorlardı. Artık bu noktadan sonra kimsenin O’na cevap verebileceği bir ortam kalmamıştı. Bu zor durumu okul müdürü kurtarmaya çalıştı:
-Arkadaşlar on dakika sigara ve ihtiyaç molası verelim. Tekrar toplantıya devam edeceğiz.
On on beş dakika sonra toplantı yeniden başladı. Ancak gündem başkaydı. Bu konu bir daha açılmadı. O günkü toplantının kalan kısmı olaysız, fakat can sıkıcı şekilde tamamlandı. Toplantı sonunda da herkes görevine döndü.
Bir süre sonra Figen Hocahanım için Hacettepe Üniversitesi’nin Özel Eğitim Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışması için teklif geldi. Bu çocuklar sahipsiz kalır diye kabul etmedi. Zengin aileler özel eğitime muhtaç kendi çocuklarına evde özel öğretmenlik yapması için büyük paralar teklif ettiler. Hiç birisini kabul etmedi.
-Benim devlet okullarındaki bu çocuklara borcum var. Devletim beni emek vererek okuttu. Devlet kapsından başka yere gidemem dedi.
O, devletin kendisine verdiği mütevazi maaşla görevine devam etti. İsteseydi çok zengin olabileceğini, hayatının tamamen değişeceğini biliyordu. Fakat para yerine sevgiyi ve hizmeti seçti. O’nunla birkaç kez sağırlar okuluna geldiğinde karşılaştık. Ben etüt öğretmenliği yapıyordum. Küçük sohbetlerimiz oldu. Daha sonra ben bu okuldan ayrıldım. Bir daha da irtibatımız olmadı. O’na imrendiğim halde hiçbir zaman O’nun gibi olamayacağımı biliyordum. Böyle Figenler eksik olmasın eğitim ordumuz arasında diye temenni ediyorum.
Yolun açık olsun Figen öğretmen. Kalbindeki eksilmeyen o engin sevginle muhtaç olanları ateşle. Bizlere önder ol. Çok sağol. (48)


Yaşam severliğin gelişmesi için insan güvenli, adil, eşitlikçi ve uygar bir toplumsal bağlamda yaşamalıdır. Buna göre insan onurlu bir yaşam sürmek için, öncelikle kendi yaşamına yön verme gereksinimini duyar. Kişinin elinden bu hak alınırsa, insan başkalarının amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç haline gelir. Böyle bir yaşam biçimi, insanın yaratıcı özünü ve sevme yetisini kötürümleştirir. Burada temel sorun, insanın sağlıklı gelişmesi için kaçınılmaz ön koşul olan özgür yaşama hakkıdır. Özgür olmak, bütün insanların toplumun etkin ve eşit haklara sahip birer üyesi olarak yaşaması demektir. Aksi taktirde güçlüler zayıfları köleleştirerek sadece egemenlerin çıkarlarına hizmet eden bir sosyal düzen oluştururlar. Bazı insanlar bu tür koşullarda yaşamak için, diğerlerine boyun eğmek durumunda kalırlar. Böylece makinenin önemsiz bir parçası haline dönüşen birey, yaşamak yerine savaşmak rolünü üstlenir. Oysa insan fiziksel ve psişik enerjisini, yaşamı savunmak ve kendini geliştirmekten çok, açlıktan kurtulmak ve başkalarından üstün olmak için harcarsa, yorgun düşer. İşte ölüm sevgisi, bu türden bir yaşam yorgunluğunun ürünüdür. Bir anlamda çağdaş köleliğe, yani robotlaşmaya yol açan bu sosyal doku, insanı yaşam karşıtı güçlerin safına iter. Bu tür insanlar yaşama sanatını öğrenme konusunda başarısızlığa uğramanın acısını, başkalarına yönelik düşmanlık duygularıyla ortaya koyarlar. Gerçekte bu durumun nedenleri konusunda bet bir bilgiden yoksundurlar. Diğer bir anlatımla neye ve neden öfke duyduklarını tam bilemezler ama asla düşmanları olmadan yaşayamazlar. Bu tür insanların elinden düşmanlarını alırsanız, bir hiç olurlar.

Ölümseverler düşmanlarını yaratmak konusunda çok başarılıdırlar. Bunun için öncelikle kendileri gibi düşünen ve yaşayan insanların olumsuz önyargılarından ve kalıp yargılarından yararlanırlar. Düşmanlar sıklıkla başka bir etnik kökenden, dinsel inançtan veya siyasal görüşten olan insanlardır. Onlara göre yaşamın sıkıcılığından, anlamsızlığından bu düşman güçler sorumludur. Yapılması gereken düşmana sınırsız bir öfke ve kızgınlıkla saldırarak, onları bu büyük günahlarından dolayı suçlamak ve aşağılamaktır. Böylece hem kendileriyle ve insanlarla dost olamamanın sorumluğundan kurtulurlar, hem de yaşayamadıkları bir hayatın acısını “öfke baldan tatlıdır” anlayışı ile başkalarından çıkartırlar. (49)

Sevme duygusunu köreltmek de, geliştirmek de mümkündür. Sevgide önemli olan, sevgi nesnesinin ne olduğudur. Mesela, bazı insanlar çok sevgi doludurlar, fakat sadece kendilerini ya da yanlış şeyleri severler. Doğrusu iyiyi ve güzeli sevebilmektir. (50)
Kötülük insana özgü bir olgudur. İnsanlık öncesi duruma dönme, insana özgü olan nitelikleri (aklı, sevgiyi, özgürlüğü) yok etme çabasıdır. Ama kötülük yalnız insana özgü değil aynı zamanda trajik bir şeydir de. İnsan gerileyerek en ilkel yaşama, en ilkel deney biçimlerine dönse bile insan olmaktan kurtulamaz; bu yüzden bir çözüm olarak kötülükte doyum bulamaz. Hayvan kötü olamaz; temelde, yaşamını sürdürmesini sağlayan, yaratılıştan getirdiği dürtülere göre davranır.
Yaratma ve yok etme, sevgi ve nefret, birbirinden bağımsız olarak varolan iki içgüdü değildir. Her ikisi de aynı kendini-aşma içgüdüsüne verilen yanıtlardır; yaratma istemi doyurulamayınca yok etme istemi baş gösterir. (51)


Yaratıcılık Ve Yıkıcılık
Bir söyleşisinde Morrison (James Douglas Morrison) belli bir uzgörüyle ama aynı zamanda da
ironiyle şunu belirtir ; ''Sanırım ben üzerine palyaço ruhu giydirilmiş duyarlı ve zeki bir insanım,
bu yüzden en önemli anlarda sürekli her şeyi başarısızlığa uğratıyorum.''
Morrison'un yaratıcılığı, çözümlenmesi zor bir muammadır, çünkü bütün yaşamının ipucunu ve yönelimini temsil etmektedir: Yaratıcı güçleri, yıkım itkilerinin gücüne sonuçta nasıl karşı koymaktadır?
Belirgin bir kargaşa ve kaos ortamı içinde ,Morrison nasıl bu kadar yaratıcı olabilmiştir ve kendi yıkımına doğru ilerlerken tüm yaratıcılığını nasıl kurutup tüketmiştir?
Depresyonun etkisi kuşkusuz ki önem taşımaktadır, ama üstün zekası ona dokunaklı ve patetik bir bilinç berraklığı sağladığından, trajik kahramanın kendi sonuna doğru yol alan ve bu süreci nasıl önleyebileceğini göremeyen birinin uzgörüşlülüğünü sağladığından bu ani dönüşü açıklamaya yetmez. Sona doğru gidiş kaygısı çocukluğundan beri onda mevcut olup terk edilme kaygılarını beslemektedir. Onu yok eden süreçler bütünü boyunca bilinci daima açık kalmıştır. Paris'e gitmek üzere yola çıkmak için gösterdiği atılım, kuşkusuz ki, özyıkım süreçlerinin tekrarından kaçma yönünde son teşebbüstür. 'This is endi my only friend / The end of laughter and soft lies'' ( Bu son, güzel arkadaş, bu son, tek arkadaşım, son. Kahkahanın ve beyaz
yalanların sonu) diye yazmıştı ''The End'' şarkısında. Morrison'un tarihini, geçtiği yolları ve onu temsil eden imleyenleri sahnede ve müzikte canlandırarak onu kuşkusuz en iyi temsil eden şarkıdır bu. Gördüğümüz gibi Morrison çok genç yaştan beri bir şiir tutkunudur. Sözcüklerin gündelik kullanımın dışına çıkmak isteyerek , sözün büyüsünü ne pahasına olursa olsun aramakta, nihayet kendisini temsil edebilecek imleyenin peşinden koşmaktadır. Çizmeye çalıştığımız kişilik okunduğunda ıstırap kendini belli eder. Depresyon ile tevekkül arasında gidip gelen tutumlarıyla, başına geleceği kabullenmiş gibidir. Bu durum hangi sevgi yokluğundan ve hangi varolma yokluğundan kaynaklanır? ''Back door man'' şarkısı bu tür bir duyguyu ifade etmektedir: Daima kapının arkasındaki adam olmak, yasal kocanın karşısında silinmek zorunda olan ikinci adam ve aşık olmak.
Bu metin Morrison'un değil, yorumlamayı seçtiği Willie Dixon'un geleneksel bir blues'u olsa da, bu temada kendini bulmuş olması muhtemeldir. İkinci adam yalnızca daha az sevilen kiş değildir, aynı zamanda o -sözcüklerin ironisi- kapının öte tarafında sevgilisini bekleyendir (İngilizcede Back door, ''arka kapı'' ve ''gizli, el altından'' anlamına gelir.)
Şarkıcı ve söz yazarı olarak tanındıkça tatminsizliği de büyür. Onun derin özlemi , şair olarak tanınmaktır. Onu putlaştıracak ergen kalabalıklar tarafından değil, üretiminin gerçek değerini anlayabilecek birilerini tarafından tanınmaktır. Ancak o zaman, hayran olduğu ve parçası olmayı düşlediği şairler pantheonuna erişebilir. Bu sayede belki de gelecek kuşaklara ulaşma yönündeki gizli umudunu besliyordu. Bu belirsiz yol onun temel fantasmalarından birini temsil eden ölümsüzlüğe ve de kendi sonunu hızlandırma yönündeki öznel tercihine götürecekti. Kendi sonunu yönlendiren kahraman, bir ahlak adına hareket eden klasik bir figürdür. Bizim kahramanımız hangi etik ya da ıstırap adına adımlarını sona doğru , kendi sonuna götürüyor? (52)

Yapıcı eleştirinin kaynakları farklıdır; karşıdaki kişiye yardım etmeyi ve işini kolaylaştırmayı amaçlar. Bazen, işleri tartışılmakta olan kişiyle güçlü bir özdeşleşmeden kaynaklanır böyle bir eleştiri; annece ve babaca duygular da işe karışabilir; çoğu zaman kişinin kendi yaratıcılığına duyduğu güven, haseti önleyen başlıca etkendir. (52a)
Değişik şiddet biçimleri.
Şiddetin en normal ve hastalıksız biçimi oyunda ortaya çıkan şiddet'tir. Bu tür şiddet yıkıcılık ya da nefretten doğmayan, yıkım amacı gütmeyen hüner gösterilerinde ortaya çıkar.
Tepkisel şiddet. Tepkisel şiddetten – bir insanın kendisinin ya da başkasının – yaşamını, özgürlüğünü, onurunu ve malını korumak için kullandığı şiddeti anlıyoruz. Bu şiddet korkudan doğar; bu yüzden de belki en çok rastlanan şiddet biçimidir. Bu gerçeklikten ya da evhamdan doğan bir korku, bilinçli ya da bilinçsiz bir korku olabilir. Bu tür şiddet bütünüyle akıl dışı tutkulardan değil, bir ölçüde akla uygun hesaplardan doğar. Tehdit edilme duygusu ve bunun yol açtığı tepkisel şiddet çoğu zaman gerçeklikten değil insan zihninin bulandırılmasından doğar; siyasal ve dinsel önderler düşman tarafından tehdit edildiklerine inandırarak yandaşlarında tepkisel düşmanlıktan doğan öznel bir karşı koyma duygusu yaratırlar. Tepkisel şiddetin bir başka biçimi de engellemelerden doğan gerginlik'te ortaya çıkan şiddettir. Bu türden saldırgan davranışlar engellenen amaca şiddet kullanarak ulaşma yolunda çoğu zaman boşa çıkan girişimlerdir.
Engellenmeden doğan saldırganlığa bağlı olan başka bir tür de Gıpta ve Kıskançlık'tan doğan düşmanlıktır. Hem gıpta hem de kıskançlık bir tür gerginlik yaratır.

Ah efendim,sakının kıskançlıktan!
Kıskançlık, beslendiği avla oynayan
yeşil gözlü bir canavardır.
Shakespeare ,Othello

Tepkisel şiddete benzer ama hastalığa ondan bir adım daha yakın başka bir şiddet türü de öç alıcı şiddet'tir. Öç alıcı şiddette zarar zaten verilmiş olduğundan şiddetin savunma işlevi ortada yoktur artık. Gerçekten yapılmış birşeyi büyülü bir biçimde bozmak gibi akıldışı bir işlevi vardır.
Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar. Ağır ruh hastalıklarında öç alma duygusu yaşamın en yüce amacı olur; çünkü öç
alma duygusu olmayınca insanın kendine saygısı değil, benlik ve özdeşlik duygusu da yıkılmaya yüz tutar.
Öç alıcı şiddete yakından bağlı olan başka bir tür de çoğu zaman çocuğun yaşamında görülen ve inancın yıkılması'ndan doğan yıkıcılıktır. Kişinin inancının yıkılmasına tek bir olaydan çok, küçük küçük birçok deneyimin birikmesi yol açar. Bu tür deneyimlere gösterilen tepkiler değişiktir. Bazı kimseler bu duruma kendilerini düş kırıklığına uğratan kişiye karşı bağımlılıklarında kurtulup kendilerini daha bağımsız kılarak, inandıkları ve güvendikleri yeni dostlar, öğretmenler ya da sevgililer bularak tepkide bulunabilirler. İlk dönemlerdeki düş kırıklıklarında gösterilmesi gereken tepki budur. Başka pek çok insanda sonuç, kişinin kuşkular içinde kalması, inancını geri getirecek bir mucize beklemesi, insanları deneyip durması, denedikleri kendisini düş kırıklığına uğrattığında başkalarını denemesi ya da kendisini daha güçlü bir yetkenin (Kilise'nin, siyasal bir partinin, bir önderin) kollarına atarak insancını yeniden kazanmaya çalışmasıdır. Böyle bir insan yaşama olan inancın yitirilmesinden doğan umutsuzluğunu dünyasal amaçlar -para, güçlülük, ün – peşinde koşarak yenmeye çalışır. Bütün bu şiddet biçimleri gerçekçi, büyülü bir biçimde, hiç değilse umut kırıklığının getirdiği yıkımın bir sonucu olarak yaşama hizmet ederler; oysa şimdi tartışacağımız şiddet biçimi ödünleyici şiddet.
Ödünleyici şiddetten ben güçsüz bir kişide üretici etkinliğin yerine geçen şiddet türünü anlıyorum. Buradaki <güçsüz> terimini açıklayabilmek için daha önce söz ettiğimiz bazı düşünceleri yeniden gözden geçirmek gerekir. İnsan kendini yöneten doğal ve toplumsal güçlerin nesnesi olsa da yalnızca bu koşulların etkisinde değildir. Elinde - belli sınırlar içinde – dünyayı dönüştürebilecek, değiştirebilecek istem, yeti ve özgürlük vardır. Burada önemli olan istemin ve özgürlüğün çapı değildir; insanın mutlak bir edilgenliğe katlanamamasıdır. İnsan, yalnızca kendisi dönüştürülmek ve değiştirilmekle yetinmez; dünyaya damgasını vurmak, onu dönüştürmek ve değiştirmek de ister. Bu insan gereksinmesi ilk mağara resimlerinde, her türlü sanatta, işte ve cinsellikte ortaya çıkar. Bütün bu etkinlikler insanın istemini belli bir ereğe yöneltmesinin, bu ereğe ulaşıncaya dek çabasını sürdürme yetisinin sonucunda doğmuştur. İnsanın kendi güçlerini bu yolda kullanabilme yetisi, güçlülük'tür. (Cinsel bakımdan güçlü olma, güçlülük durumlarının yalnızca bir türüdür.) İnsan Zayıflık, kaygı, yetersizlik vb. Gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa güçsüzdür, acı çeker; güçsüzlüğün yarattığı bu acı insanca dengenin bozulmasından, insanın eyleme geçme yetisini onarmaya çalışmasından, bütünüyle güçsüz olmayı kabul edememesinden doğar.
Ödünleyici şiddete çok yakın olan başka bir tür de ister hayvan ister insan olsun, bir canlı üzerinde tam ve kesin denetim sağlama dürtüsüdür. Bu dürtü sadizmin özünü oluşturur. Sadizmin özü başkalarına acı vermek değildir. Sadizmin gözlenebilen tüm değişik türleri tek bir temel dürtüye dayanır: başka birisinin üzerinde tam bir egemenlik kurmak, onu isteklerimizin çaresiz nesnesi durumuna sokmak, onun tanrısı olmak, onunla istediğimiz gibi oynayabilmek. O insanı aşağılamak, tutsak etmek asıl amaca giden yollardır. Sadist dürtünün özünde, başka bir kişi ( ya da öteki canlı varlıklar) üzerinde kesin egemenlik kurmanın getirdiği zevk atar.
Açıklanması gereken bir şiddet türü daha vardır: Artık eskimiş olan <kana susamışlık>tır.(53)


Şu geniş dünyaya sığmayan gönül
Şimdi bir odaya kapandı kaldı
Bir dakka bir yerde duramaz iken
Oturduğu yerden kalkamaz oldu.
Aşık Veysel ŞATIROĞLU (53a)


saf bir istemenin itki kuvvetleriyle doğrudan doğruya savaşması imkansızdır. O, böyle bir savaşa giriştiği zaman istediğinin tam tersi olur. İtki kuvvetleri kendi gidişlerinde daha da ileriye varırlar. Paulus, “kanun insanı günahkar yapmak için, kükreyen bir arslan gibi etrafı dolaşıyor” dediği zaman, bunu kendi tecrübelerinden biliyordu... Bu yüzden insan, kendisinde kötü ve yıkıcı bulduğu itkilere karşı sabır göstermeyi öğrenmelidir. O, bunlara karşı doğrudan doğruya savaşa girişmemeli, onları başka yönde yenmeyi öğrenmeli; enerjisini vicdanının iyi ve doğru bulduğu, kendisinin de yapabileceği kıymetli işlerde kullanmalıdır. (54)


Bazı kişiler “Ben dilediğimi yaparım, yaşam benim değil mi, kimse karışamaz, bana ne başkalarından, herkes kendi yaptığından sorumludur!” gibi tümceler ileri sürerler. Bunlar kendilerini merkeze alan, doyumsuz, bencil kimselerdir. Diğer insanlar ve varlıklar onlar için birer araçtır. Öte yandan bazıları da “Hiç özgürlüğüm yok, ben önceden belirlenenleri yapmak zorundayım, kuralların, koşulların dışına çıkamam, özgürlük bir kandırmacadır!...” gibi duygu ve düşünceleri savunurlar. Bu kişiler ise, kaderci, boyun eğen, kendini bir araç olarak görenlerdir. Her iki görüşü de savunanlar hatalıdır; çünkü bu iki görüş de bilimsel verilere ters düşmektedir. Ayrıca böyle tutumlar, ya anarşi, başıboşluk, sorumsuzluk, ya da totaliter, baskıcı boyun eğdirici bir ortamın doğmasına neden olabilir. Hem merkeze kendini koyanlar, hem de determinist olanlar problem çözücü değil; problem yaratıcı davranışlar içindedirler. Böyle davrananlarda korku, doyumsuzluk, acı, isyan, bencillik, sıkıntı, üzüntü, tedirginlik, nefret, kin, öç alma gibi duygular gelişebilir. Bu duygulardan sevgi oluşmaz. Sevgi ancak tutarlı bilginin, özgürlüğün olduğu demokratik bir ortamda öğrenilip daha kolay geliştirilebilir. (55)

Anneler babalar, öğretmenler, idareciler çocuklara, gençlere, varlıklarınında yer alan aksaklıkları telafi etmek için yaptıkları hamleleri desteklemiyorlar. Tersine olarak, çoğu vakit, bu hamleleri kırıyorlar. bu tip çocuklara, gençlere, kendilerini göstermek imkanlarını vermiyorlar. Onların, kusurluluk duygularının şiddeti nispetinde kusursuz, önemli, değerli kişiler halinde kendilerini tanımak ve tanıtmak istediklerini unutuyorlar. sürekli olarak değerlenmek amacı ile çırpındıklarını düşünmüyorlar. Onları, onların hiç istemedikleri şekilde, oldukları gibi ele alıyorlar. Daima özlemini duydukları ideal varlıkları ideal varlıklarına göre değerlendirmiyorlar. Onlarda, günün birinde, ızdıraplı hayatlarının yerini mutlu bir yaşayış şeklini bırakacağı ümidini bırakmıyorlar. Çocukları, gençleri, kusurlarını en iyi ve tam bir şekilde telafi etmeye elverişli faaliyet tarzlarına yöneltmiyorlar. Bir çok hallerde, çocukların, gençlerin kusurlarını büsbütün şiddetlendiriyorlar. Onların, kusurlarını büsbütün şiddetlendiriyorlar. Onların, kusurluluk duygularından doğan ve iyi karşılanmayan davranışları karşısında ölçülü hareket etmiyorlar. bu davranışların sebeplerini araştırmıyorlar. Sinirleniyorlar. Sertlik gösteriyorlar. (56)

Özel yaşam, bir iç sorgulamadır. Kişinin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Orada da her şey aydınlık değildir. Günışığına dayanamayacak anılar, görüntüyü gölgeleyen beklentiler vardır. Belki de utkunun temelinde hoyratlık, mutluluğun kaynağında bencillik yatıyor. Yumağı çözünce, unutulmak istenen, anlamsız kavgalar, acı veren olaylar ve başkalarınca bilinmemesi gereken daha nice gizler, dökülüp saçılır ortalığa. İnsan bu, düşe kalka gidiyor işte. Yaralarını örtüp, yazgısını sürüyor. Arada bir kendisini yenileyip yanılgılarından arınmaya çalışıyor. Bunları sergileyip, kişilikleri yıpratmanın yararı yoktur.(56a)


Kitle hareketlerinin çekiciliği de doktrin ve kabullerinden değil, insanî varoluşun içine gizlenmiş endişe, yalnızlık ve anlamsızlık duygusundan bir kurtuluş vaat ediyor olmalarından kaynaklanmaktadır. (57)


Sevgi, Nefret ve İktidar
Sevgi ve nefret:
Hayatımıza yön veren iki karşıt duygu:
Kimileri sevgiyle beslenir, yaşar, büyür, gelişir...
Kimileri nefretle.
* * *
Sevgi ve nefretin ortak bir özelliği vardır:
Her ikisi de kullanıldıkça, paylaşıldıkça artar.
Sevgi sevgiyi üretir...
Nefret nefreti.
Sevilmeyen sevgiyi bilmez...
Nefret edilmeyen nefreti tanımaz.
* * *
Kendimize, evlatlarımıza, anne-babamıza, akrabalarımıza, dostlarımıza, yakınlarımıza, tüm insanlara verebileceğimiz en büyük armağan sevgidir.
Bu sevgi onlardaki sevgiyi de arttırır...
Onlara da mutluluk getirir...
Bizim de mutluluğumuz artar.
* * *
Kendimize ve başka insanlara yapacağımız en büyük kötülük onlardan nefret etmektir.
Nefret edilenler de nefreti öğrenir...
Onlar da mutsuz olur...
Biz de kendi geliştirdiğimiz mutsuzluk girdabında yok olur gideriz.
* * *
Sevgi, şefkatle, anlayışla, empatiyle, hoşgörüyle ve demokratik anlayışla birlikte gelişir, büyür, serpilir.
Nefret, kinle, garezle, intikamla, bağnazlıkla, dogmatizmle, otoriterlikle beslenir, büyür, gelişir, bireyleri ve toplumları pençesine alır.
* * *
Ne yazık ki siyasette, hele hele demokratik rejim içinde bile olsa dogmatik, otoriter anlayışla yapılan siyasette, kin ve nefret sevgiden ve dayanışmadan daha etkili olabiliyor.
Demokratik rejimler bile kin ve nefret yoluyla otoriter, totaliter rejimlere dönüştürülebiliyor.
Bir insandan nefret etmek...
Bir gruptan nefret etmek...
Bir ideolojiden, bir anlayıştan, bir yaklaşımdan nefret etmek...
Bir milletten nefret etmek...
Bir ırktan nefret etmek...
Hem bireylerin hem de toplumların hayatını karartan çıkmaz yollara sürükler insanlığı.
Siyasette nefret üreten birinci kaynak hiç kuşkusuz iktidardır...
Tabii nefrete dayanan muhalefet de yapılabilir...
Ama iktidar, egemen olduğu için, kin ve nefret sarmalında birinci derecede rol oynar.
İktidardan kaynaklanan kin ve nefret, başta muhalefet olmak üzere tüm toplumu, bütün insanları etkiler...
Onları da kin ve nefrete sürükler...
Böylece, bir süre için zafer kazanmış gibi görünse de, başta iktidar olmak üzere, bütün toplum kin ve nefret bataklığına saplanır, herkes mutsuz olur, sistem çöker...
* * *
Nefrete dayalı politika yapan...
İnsanları haksız yere hapse atan...
Mallarına, mülklerine el koyan...
Adalet duygusunu zedeleyen...
İktidarlar, hem kendilerine hem vatandaşlarına hem de insanlığa karşı büyük bir yanlışın içindedir.
Bu yanlışın bedelini de herkesten önce ve herkesten çok kendileri öder:
Kendi ürettikleri nefret denizinde boğulur gider! (58)



Mantıksal olarak insanlar arasında dil, din, ırk, cinsiyet vb. değişkenler açısından hiçbir üstünlük söz konusu olamaz. İnsanlar arasında tek bir farktan söz edilebilir; bu fark kendini, insanları ve yaşamı sağlıklı bir biçimde sevebilme becerisi ile ilgilidir. Gerçekten bazı insanlar yaşamı bir armağan gibi algılayıp bütün gücüyle hayata katılırken, diğerleri dünyayı güzelleştiren değerlere saldırmaya ve yaşamın içini boşaltmaya çalışırlar. Oysa dünya bizim evimizdir ve yaşam hepimizindir. Kim olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte her şeyi 'kahpe Felek'e yükleyen, dünyadaki yaşamı keder ve kahır üretmek için tüketen insanların aksine yaşamseverler, hayatı eşsiz bir armağan olarak görürler. Yaşamı bir çocuğun yaptığı gibi hayret ve şaşkınlık duygularıyla yaşayan bu tür insanlar, yapay üstünlük arayışlarına gereksinim duymazlar. Onlar kendilerini rengi, cinsiyeti, statüsü, etnik kökeni ve dinsel inancı ne olursa olsun başka insanlarla eşit görürler. Dünyayı, kendilerini ve diğer insanları oldukları gibi kabul ederler. Nesnel gerçeğin yerine öznel algılarını koymadıkları için, her koşulda yaşamın güçlüklerine göğüs gererler. Bazı sorunlara kalıcı çözümler üretemeseler bile, onlarla nasıl baş edebileceklerini öğrenirler. Bu nedenle sorunun bir parçası değil, çözümün bir parçası olurlar. (58a)


Birlik Destanı

Yezit nedir ne kızılbaş?
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi

Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası

Aşık Veysel ŞATIROĞLU


Sevginin Uygulanması:

Ele aldığımız sanat ister marangozluk, ister hekimlik, isterse sevme sanatı olsun her türlü sanatın uygulanmasında belli genel koşulların yerine getirilmesi gereklidir. Bir sanatın uygulanabilmesi her şeyden önce disiplin ister. Disiplin içinde yapmazsam hiçbir şey başaramam; “canımın istediği zaman” yaptığım her şey hoş ve oyalayıcı bir eğelence olabilir olsa olsa; hiçbir zaman o sanatın ustası olamam. Önemli olan o sanatın yalnız disiplinle yapılması (örneğin birkaç saat uygulanması) değil, insanın bütün yaşamı boyunca bir disiplin olarak sürüp gitmesidir. Çağımız insanları, disiplinin öğrenilmesinden daha kolay bir şey olmadığını sanabilirler. Her şeyi önceden kesinlikle belirlenmiş bir işte en disiplinli biçimde sekiz saat çalışmıyor mu çağımız insanı? Aslında gerçek şudur: Çağdaş insanın, iş dünyası dışında hemen hemen hiç disiplini yoktur.
Çalışmadığı zaman tembellik etmek, sallanmak, daha iyi bir sözcük kullanırsak “rahat olmak” ister çağdaş insan. Tembellik etme isteği yaşamın sıkıcı tekdüzeliğine bir karşı çıkmadır. İnsan, enerjisini günde sekiz saat kendisini ilgilendirmeyen amaçlar peşinde, kendi istediği biçimde değil de işin temposunun çizdiği yolda harcamaya zorlandığı için başkaldırır; bu başkaldırma da çocukça bir kendini bırakma biçiminde olur. Sonra insan, üstünlüğe karşı giriştiği savaşta akıldışı yetkelerin dayattığı disipline de, kendi kendine koyduğu akla yakın disipline de güvenini yitirmiştir. Oysa bu disiplin olmazsa yaşam darmadağın olur, karışır, belli bir şey üzerinde yoğunlaşamaz. Bir sanatta usta olmak için o sanatın üstüne düşmek gerektiğini kanıtlamak gerekmez. Bir sanatı öğrenmeye kalkan herkes bilir bunu. Oysa ekinimizde bir şeyin üzerine düşme tutumuna, kendini disipline sokmaktan daha az rastlanır. Tersine ekinimiz, insanı bir eşine daha rastlanmayacak biçimde bir şey üzerinde yoğunlaşmayan, değişik bir yaşama biçimine iter. Aynı anda birçok şeyi bir arada yaparsınız; okursunuz, radyo dinlersiniz, konuşursunuz, sigara içersiniz, yersiniz, içki içersiniz. Ağzı hiç kapanmayan bir tüketicisinizdir. Her şeyi – filmleri, içkiyi, bilgiyi – yutmaya hazır ve isteklisinizdir. Bu bir şeyin üzerinde uzun zaman duramama eksikliği kendi başınıza kalamamanızla çok iyi açıklanmaktadır. Birçok kişi konuşmadan, sigara içmeden, okumadan, içki
içmeden hareketsiz oturamaz. Sinirlenir, hiç durmadan kıpırdanır durur; ağzı ya da elleriyle bir şeyler yapmak ister. (Sigara içmek, bir şey üzerinde yoğunlaşamamanın iyi bir belirtisidir; çünkü sigara eli, ağzı, gözleri ve burnu aynı anda oyalar.)
Üçüncü bir etken sabır'dır. Gene bir sanatta usta olma isteyen herkes bir şey başarmak istiyorsa sabrın gerekli olduğunu bilir. Çabucak elde ediliverecek amaçlar peşinde koşuyorsa, insan bir sanatı hiçbir zaman öğrenemez. Son olarak herhangi bir sanatı öğrenmek için gerekli olan koşullardan biri de, o sanatın elde edilmesine çok büyük bir ilgi'yle yönelmektir. Öğrenmeye kalkan kişi, kendisi için en önemli şey gözüyle bakmazsa o sanatı hiçbir zaman öğrenemez. Olsa olsa o sanatın meraklısı olarak kalır; hiçbir zaman usta olamaz.
Burada bir sanatı öğrenmenin temel koşullarıyla ilgili bir noktanın daha açıklanması gerekir. İnsan bir sanatı öğrenmeye doğrudan doğruya değil, dolaylı olarak başlar. Sanatı kendisini öğrenmeye girişmeden önce insanın bir yığın başka -görünüşte hiç de ilgili olmayan- şey öğrenmesi gerekir. Bir
marangoz çırağı işe tahta rendelemeyi öğrenerek başlar; piyano çalmayı öğrenen biri önce gam yapar. Bir sanatın ustası olmak istiyorsa insanın tüm yaşamı ona adanmış olmalı, hiç değilse ona bağlı olmalıdır. Sanatının uygulanmasında insanın kendi kişiliği bir araç olacağından, o kişilik yerine getirilecek özel işlere uygun bir durumda bulunmalıdır. Sevme sanatıyla ilgisi açısından bu, şu anlama gelir: bu sanatta usta olmak isteyen kişi işe, yaşamının her döneminde disiplin, yoğunlaşma ve sabır edinmeye çalışarak başlamalıdır. Disiplinin insana zorla dışarından kabul ettirilen bir kural olmaması, insanın kendi istencinden doğması çok önemlidir; disiplin güzel bir şey olarak görülmeli, bırakırsa arayacağı bir davranışa insan kendisini yavaş yavaş alıştırmalıdır. Batı
ekininde disiplin görüşünün (her türlü erdem görüşünde olduğu gibi) en kötü yanlarından biri disiplini uygulamanın can sıkıntısı yarattığı sanısı, ancak sıkıntılı olursa “yararlı” olacağı inancıdır.
Yoğunlaşmayı öğrenmek için insan elinden geldiği ölçüde boş konuşmaktan, içten gelmeyen şeyler söylemekten kaçınmalıdır. İki kişi, ikisinin de bildiği bir ağacın büyümesinden ya da biraz önce birlikte yedikleri ekmeğin tadından ya da işlerinde paylaştıkları bir şeyden söz ediyorlarsa, bu konuşma gerçek olabilir; ikisi de sözünü ettikleri şeyi içlerinde yaşıyorlar, onu soyutlaşmış bir
şey biçiminde düşünmüyorlarsa böyledir bu; beri yanda bir konuşma politika ya da din üzerine olabilir ama gene de boştur. Konuşanlar kalıplaşmış sözler kullandıkları, sözleri içten söylemedikleri sürece boştur o konuşma. Burada şunu da söylemeden geçmemeliyim; boş konuşmaktan kaçınmak ne denli önemliyse kötü arkadaşlardan kaçınmak da aynı ölçüde önemlidir. Kötü arkadaş derken yalnız kötü ve yıkıcı insanları düşünmüyorum, bu gibi insanlardan kaçınmak gerekir, çünkü onların çevreleri zehirlidir, umut kırıcıdır. Aynı zamanda zombi'lerden, başka deyişle bedenleri canlı olsa da ruhları ölmüş olan insanların arkadaşlığından kaçınmalı demek istiyorum; düşünceleri de, konuşmaları da boş olan kimselerden; konuşmak yerine gevezelik eden, düşünmek yerine kalıplaşmış fikirleri kullanıp duran kişilerden. Bununla birlikte böyle kişilerin arkadaşlığından her zaman kaçınmak da gerekmez. Onların bekledikleri biçimde -kalıplaşmış ve boş sözlerle- yanıtlamaz da açık yüreklilikle ve insanca konuşursanız, çoğu zaman bu kişilerin, beklemedikleri bir şeyin verdiği şaşkınlığın etkisiyle davranışlarını değiştirdiklerini görürsünüz. İnsan kendine karşı duyarlı olmadan yoğunlaşmayı öğrenemez. Bu ne demektir? İnsan her zaman kendisini düşünmeli, kendisini “çözümlemeli” mi demektir. Örneğin araba kullanan herkes motora karşı duyarlıdır. Alışılmamış, ufak bir gürültü bile dikkati çeker; motorun ateşlenmesindeki en küçük bir değişme de öyledir. Araba kullananlar yoldaki iniş çıkışlara, öndeki, arkadaki arabaların hareketlerine karşı da duyarlıdırlar. Oysa bütün bu etkenler üzerinde düşünmemektedirler. Kafaları dikkatle izledikleri bu durumda olabilecek her türlü değişikliğe açık, rahat bir uyanıklık – arabalarını güvenle sürme uyanıklığı – içindedirler.
Başka bir insana karşı duyarlı olma durumunu ele alırsak: bunun en iyi örneğini annenin çocuğuna gösterdiği duyarlılık ve uyanıklıkta görebiliriz. Örneğin insan yorgunluğunun da, isteksizliğininde farkında olabilir; kendini bu duygulara bırakmak, bu durumu olumsuz düşüncelerle desteklemek yerine -bunu yapmak o anda çok kolaydır çünkü – kendine “ne oldu?” diye sorar. Neden üzgünüm? Kızdığı, hiddetlendiği, düşlere dalmak üzere olduğu ya da başka kaçış yolları aradığı zaman da olur aynı şey. Bu durumların hepsinde önemli olan şey bu duyguların bilincinde olmaktır; bulunabilecek binbir yol arasından birini seçip bunları akla uydurarak aldatıcı bir çözüm yolu bulmak değil; bundan başka içimizden gelen sese de açık olmamız gerekir; içten gelen bu ses bize -çoğu zaman hemen – neden huzursuz, üzgün ya da kızgın olduğumu bildirir.

Atalarımızın deyimi ile, öfke baldan tatlıysa da, insan öfkeyle kalkınca zararla oturacağını öğrenir. Zararları azaltma uğruna, öfkesini anında göstermekten cayar. Bekler. Ona en az zarar getirecek hatta onu daha da verimli yapabilecek yolları arar... (59)

Sevebilme yetisi için özel anlam taşıyan özellikler üzerinde duracağım. Sevginin yapısı konusunda söylediklerimize göre sevgiye ulaşabilmenin başlıca koşulu insanın narsizmini yenmesidir. Narsizsist ortam yalnız insanın kendi içinde olanların gerçek sayıldığı, dış dünyadaki olayların hiç gerçeklik payı taşımadığı, yararlılık ve zararlılık açısından değerlendirildiği bir ortamdır. Narsizmin karşıtı olan kutup nesnelliktir; nesnel olarak görebilme, bu nesnel görüşün çizdiği tabloyu kendi istekleri ve korkularının çizdiği tablodan ayırabilme yetisidir nesnel olarak düşünebilme yetisi akıllılıktır; aklın arkasında yatan duygusal tutum da alçakgönüllülük'tür. Bir insanın nesnel olabilmesi, aklını kullanabilmesi , çocukken içinde bulunduğu o her şeyi bilme, her şeyi yapabilme düşlerinden kurtulmuş olması gerekir.

Sevme sanatını uygulama tartışması açısından bu şu demektir: sevginin varolabilmesi için narsisizmin hemen hemen bulunmaması gerektiğine göre sevgi alçakgönüllülük, nesnellik ve akıl ister. İnsanın yaşamı bütünüyle bu amaca yöneltilmelidir. Sevgi gibi alçakgönüllülükle nesnellik de birbirinden ayrılmaz. Yabancı birisi karşısında nesnel olamıyorsam, ailem için de nesnel olamam; bunun tersi de doğrudur. Sevme sanatını öğrenmek istiyorsam her durumda nesnel olmaya çalışmam, nesnel olamadığım durumlara karşı da duyarlı olmam gerekir. Karşımdaki insanla onun davranışlarının narsisizmim yüzünden çarpıttığım bendeki görüntüleriyle, o insanda kendi ilgilerim, gereksinmelerim ve korkularım işe karışmadan varolan gerçek durum arasındaki ayrımı görmeye çalışmalıyım. Nesnellik yetisi kazanmak ve akılcı bir tutum edinmek, sevme sanatını yarı yarıya başarmak demektir; ama bu yeti insanın ilişkide bulunduğu herkesi kapsamalıdır.


Şurası muhakkak ki, kendi üzerimdeki uzun araştırmalardan sonra insanın yaratılışındaki o derin çift yönlülüğü gün ışığına çıkardım. O zaman, belleğimi kaza kaza, alçakgönüllülüğün parlamama, küçülmenin yenmeme ve erdemin ezmeme yardım ettiğini anladım. Barışçı yollarla savaş açıyordum ve en sonunda, çıkar gütmezlik yoluyla, göz diktiğim her şeyi elde ediyordum. Örneğin, insanların doğum günümü unutmalarından hiç yakınmıyordum; dahası, bu konuda ağzı sıkı davranmama belli bir hayranlıkla şaşıp kalıyorlardı. Ama benim çıkar gütmezliğimin nedeni daha da gizliydi: Ben bu konuda kendime acıyabilmek amacıyla unutulmayı istiyordum. İyi bildiğim, hepsinden şerefli olan tarihten günlerce önce tetikte duruyordum, hata edeceklerini umduğum kimselerin dikkatini ve belleğini uyandırabilecek hiçbir sözü ağzımdan kaçırmamak için dikkat kesilmiş durumdaydım. (Bir gün bir ev takvimine antika süsü vermek istememiş miydim?) Yalnızlığım iyice kanıtlandığına göre, kendimi erkekçe bir hüznün güzelliğine bırakabilirdim.
Tüm erdemlerimin ön yüzünün böylece daha az etkileyici bir arka yüzü de vardı. Şurası doğru ki, bir başka anlamda, kusurlarım lehime dönüyordu. Yaşamımın hatalı tarafını gizleme zorunda bulunuşum, bana örneğin, erdem havasıyla karıştırılan soğuk bir hava veriyor, ilgisizliğim sevilmeme yarıyor, bencilliğim cömertliklerimde en üst noktasına ulaşıyordu. (60)


Alçakgönüllülük, saygıya yakındır; ancak saygılı insan alçakgönüllü olabilir. Yalnız, alçakgönüllülük saygının kavramsal içeriğine yeni bir öğe katar: Yüksek bir şeyin pratik olarak onanması, onun önünde baş eğilmesi. Bir başka anlatımla alçak gönüllülük, insanın kendi sonluluğuna ve sınırlı oluşun bilinçlenmesidir; o, evrende insanın kendi varlığını ve yerini doğru bir biçimde algılamasını deyimler.
Alçakgönüllülüğün tersi gurur, kendini beğenmişlik oluşturur. Kendini beğenmiş kimse egemen olmak ister, alçakgönüllü ise hizmet etmek. Gururlu insan kendini, diğer herkese ve her şeye hükmettiği bir taht üstünde oturuyor sanır. Oysa alçakgönüllü olan, diğerlerini tahta oturtur ve kendisinin de onlara hizmet etmek üzere varolduğunu kabul eder. Ancak, bu kabulde kölece bir tutum değil, insanlık onuru içinde ve tam da onu yücelten bir biçimde bir zihniyet ve tutum söz konusudur. (61)


İnsanın birini sevmesiyle bilgiye veya herhangi bir erdeme gönül vermesi bir tek şey oluyor. Ancak bu şekilde, bir delikanlının kendini sevene yüz vermesi güzel sayılabilir. Seven ile sevilen bu birliğe nasıl varabilirler? Her biri ayrı yoldan gidecek, birincisi kendisine yüz veren delikanlıya yapılması doğru saydığı her yardımı yapacak, ikincisi de kendine bilgi ve erdem getireni doğru işlerde destekleyecek, her türlü değerini artırabilecek; öbürü de daha iyi, daha bilgili olmayı isteyecek. Evet, işte o zaman bu iki yol bir noktada birleşir ve yalnız orada sevgilini sevene yüz vermesi güzel bir şey olur, başka hiçbir yerde değil. Bu yolda insan aldansa bile ayıp sayılmaz, oysa ki başka her yolda insan aldansa da aldanmasa da, utanılacak hallere düşer. Mesela bizi seveni zengin sanıp, ona para için yüz versek de aldansak, sonradan adamın
fakir olduğu anlaşılsa, elimize de beş para geçmese, az mı utanırız bundan? Böyle davranmakla ne mal olduğumuzu ortaya koymuş oluruz, para için herkesin her dediğini yapan bir adam derler bize, buda güzel bir şey değildir. Tersini düşünelim, bizi seveni iyi adam sandık ve onun sevgisiyle daha iyi olacağımızı umduk, adam aşağılık, değersiz çıktı, aldandık. Bu aldanma genede güzel aldanmadır, çünkü bununla nasıl bir insan olduğumuzu göstermiş oluyoruz; değer kazanmak, daha iyi olmak için her şeye canla başla sarılan bir insan derler bize... (62)

Eğer birey, akıl ve sevme yetisini geliştirmemişse, özgürlük ve bireysellik sorumluluğunu yüklenemez; bunlardan kaçıp kendisine, ait olma ve köklülük duyguları veren yapay bağlılıklara sığınmaya çalışır. (62a)


Ölmeyeceğim

Masmavi gökyüzü, yemyeşil dağlar
Kuşlar, çiçekler, böcekler
Cıvıl cıvıl gülen, oynayan çocuklar
Güzeller, çirkinler, hastalar, sakatlar
Tümünüzü içten gönülden sevdim
Tümünüz benden bir parça, ayıramam
Bende severek çarpan bu yürek var ya
Gören gözlerim, duyan kulaklarım
Düşünen başım, söyleyen bu dilim var ya
Göreceğim, duyacağım, seveceğim
öldürseler bile ölmeyeceğim...

Beni sevseniz de olur, sevmeseniz de
Ben seviyorum ya, bu bana yeter.
Açla açım, tokla tokum, mutluyla mutlu
Gülenle gülen, ağlayanlarla ağlayan
Hastalarla hasta, ölenlerle ölen benim
Hayır hayır hayır öldükçe yaşayan
Koskoca bir evren kadar yüreğim
Sevgi, sevdikçe çoğalır, gerçek olan bu
Verimli toprak örneğin
Öldürseler bile ölmeyeceğim...

Bıçak tutmayı da tetik çekmeyi de bilirim
Ama kararlıyım, tutmayacağım, çekmeyeceğim
Sevgi tohumları ektim evrene
Susuz yağmursuz da kalsa yeşerteceğim.
Sevmek, sevilmek, yaşamak varken
Dövüşmek, ölmek, öldürmek niye?
Küslüğün yerine barış
Korkunun yerine güven
yüreklerden tüm kötülükleri sileceğim.
Göreceğim, duyacağım, seveceğim.
Öldürseler bile, ölmeyeceğim,
Ölmeyeceğim, ölmeyeceğim...
Ahmet Tufan Şentürk



Beni Dostlarım Öldürür

Dost düşman önünde yürür
Bilmedim asıl dostu
Dostların canıma kastı
Beni dostlarım öldürür.

Ağamsın kardaşımsın der
Gülerek kalbime girer
Sinsice için için yer
Beni Dostlarım öldürür.

Sevmek değil sanki tapar
Uzattığım elim kopar
Bir gün beni apar topar
Mutlak dostlarım öldürür.
Ahmet Tufan Şentürk


Sevgi – Bilim

Konu sevgi olunca ne kadar hayati olursa olsun, özellikle de bilimselliğin ciddiyetini kaybedebileceği kaygısı genellikle hakimdir. Durum böyle olunca, insanların bu hayati ihtiyacını fark edebilenlerin, onu gerçek derinliği ile samimi ve yoğun bir şekilde nasıl ifade ve tecrübe edebileceklerini ve de nasıl geliştirebileceklerini bilmedikleri ve öğrenemedikleri bir realitedir. Ve hatta onu bir ömür boyu fark edemeyenler bile var. (63)

Eğitim ve öğretim adı altında, insanı asıl belirleyici ve insanda en etkili olan ruh sağlığını, insani şartları gözetmeksizin, kendilerini özellikle performans, kalite, yetenek gibi sözde kontrol edilebilir şekillendirilebilir yeteneklere adıyorlar. Halbuki bütün bunların ruh sağlığının olmadığı, insani şartların gerçekleşmediği bir toplumsal ortamda sağlanması kesinlikle mümkün değildir. (64)
İnsani şartların sağlanması ve ruh sağlığının korunup gelişmesi ise sadece ve sadece sevgi, huzur, güven dolu bir ortamda mümkündür. Dolayısıyla da Eğitim Bilimlerinin, aslında eşsiz benzersiz olan bu hayati konuyu neredeyse hiç ele almamış olması çok şaşırtıcıdır. Halbuki sadece ve sadece insanlar için hayati olan bu ihtiyaç eğitimi meşru kılar. Özellikle de gitgide küçülen günümüz dünyasında, barış, güven, huzur, dayanışma, kardeşlik içerisindeki bir dünya ve eleştirel-bilinçli bir sevgi için eğitimin ve öğretimin önemi kendisini çok daha bariz bir şekilde göstermektedir. (65)


Sevebilme yetisi ne ölçüde geliştiğimize, dünyaya ve kendimize karşı tutumumuzda ne ölçüde yaratıcı bir eğilim geliştirdiğimize bağlıdır. Bu kurtulma, doğma, uyanma işlem için gerekli bir tek koşul vardır: İnanç. Sevme sanatının uygulanması önce inancın uygulanmasını gerektirir.
İnanç nedir? İnanç, yapısı gereği, bir Tanrı'ya ya da dinsel öğretilere inanmak mı demektir? İnanç yalnız akla, akla uygun bir biçimde düşünmeye karşı ya da ondan kopmuş bir şey midir? İnanç sorununu anlamaya girişirken bile insan akla uygun olan inançlarla olmayan inançlar arasındaki ayrımı görmelidir.
Akla uygun inanç yaratıcı akıl ve duygu etkinliğinden doğar. İnançların hiç karışmaması gereken akla uygun düşüncede akla uygun inancın önemli bir yeri vardır. Örneğin bir bilim adamı yeni bir şeyi nasıl buluyor? Ne bulacağını bilmeden birbiri ardına deneyler yapıp birbiri üstüne gerçekler yığarak mı başlıyor işe? Hangi alanda olursa olsun, gerçekten önemli bir şeyin bu yolla bulunduğu hemen hemen hiç olmamıştır. İnsanların boş düşler peşinde koşarken önemli sonuçlar elde ettikleri de pek görülmemiştir. İnsan çabasının denendiği her alanda yaratıcı düşünme eylemi çoğunlukla “zihindeki görüntü” diyebileceğimiz şeyle başlar; bu da aslında daha önce yapılan sayısız incelemelerin, uzun düşünce ve gözlemlerin sonucunda doğar. Bir bilim adamı bu ilk görüntüyü inandırıcı kılacak ölçüde bilgi topladı ya da bir matematik formülü çıkardı mı, denemeye hazır bir varsayıma ulaşmış demektir. Bu varsayım, ne gibi sonuçlar getireceğini görmek üzere dikkatle çözümlenir; varsayımı güçlü kılan kanıtların bir araya getirilmesiyle daha yeterli bir varsayım elde edilir; sonunda varsayımdan geniş bir kuram çıkarılabilir.


Dünyada her şey için, uygarlık için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir, ilim ve fennin dışında yol gösterici aramak dalgınlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır! Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki gelişimini kavramak, ilerlemeleri zamanında izlemek şarttır." (66)
Mustafa Kemal Atatürk


Gözlerimizi kapayıp mücerred yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilakis, müterakkî, mütemeddin bir millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız... Hiçbir delil-i mantıkîye istinad etmeyen birtakım an’aneler, akidelerin muhafazasında İsrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Terakkide kuyûd ve şerâ’iti aşamayan milletler, hayatı mâkûl ve amelî müşahâde edemezler. Hayat felsefesini vâsi gören milletlerin taht-ı hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdurlar... Cehil izâle edilmedikçe, yerimizdeyiz. Yerinde duran, geriye gidiyor demektir...” (67)
Mustafa Kemal Atatürk



...Günümüzde toplum yaşamımızın hemen her kesiminde egemen olmaya yüz tutmuş birtakım sorumsuz, fanatik ve yıkıcı güçlerle, onların eylem ve tutkularını biçimleyen akıl-dışı öğretilerle karşı karşıyayız. Entelektüel birikimi cılız bir kültür ortamında, özgür düşünce eğitimden yoksun gençlerin bu tür akımların baskı ve propagandasına dayanabileceğini bekleyemeyiz. Giderek ağırlığını duyuran fanatizmi kısa sürede etkisiz kılmanın yolu var mıdır, varsa, araçları nedir? Sorusu yeteri açıklıkla henüz yanıtlanmış değildir. Ama uzun sürede bağnaz kafalarla savaşmanın belki de en etkili yolu eğitimin her düzeyinde genç kuşakların, “bilimsel anlayış” dediğimiz yöntemli kuşkuya yer veren, eleştiri ve tartışmaya açık, olgulara saygılı akılcı yaklaşımı benimsemelerini sağlamaktır. Unutmamak gerekir ki, bilimsel dünya görüşünü özümlememiş bir kültürde fanatizmin her türüne boy verme olanağı vardır... (68)

Dogma, Felsefe ve Bilim

Son zamanlarda "gerçek" kavramını sürekli kafamda irdeliyorum; neden bilmiyorum, o konuda açıklığa kavuşmak bana çok önemli görünüyor.
Şöyle bir düşünüş izliyorum:
Benim dışımda bir varoluş var: en geniş anlamda bu varoluşun tümüne evren diyoruz. Evrenin gerçeği ne? Evren dediğimiz şey ne? Herhalde aklı ermeye başlayan çocuğun en temel sorusu bu olmuştur. Benim için halen en temel soru bu.
Bu soruyla ilgili şimdiye kadar üç temel yaklaşım tanıdım: (1) Dogmatik yaklaşım: birileri evrenin gerçeğini bildiğini söylüyor ve bazen açık seçik, bazen örtük biçimde bu gerçeğin ne olduğunu anlatıyor. Anlatıyor ve diğerlerinin kendisine inanmasını bekliyor. Evrenin ne olduğu ile ilgili bir inanç sistemi oluşuyor ve bu inancı paylaşanlar evrenin ne olduğu konusunda aynı "gerçeği" paylaşıyorlar. Evrenin gerçeği kapsamlı bir gerçektir ve bu inancın altında evlilik, çocuk yetiştirme, yaşam biçimi, bireysel ve toplumsal yaşamın her yönü anlam bulmaya başlıyor. Böylece bu inanç sistemi içinde oluşmuş kültürler ve uygarlıklar gelişiyor; müzikle, mimari tarzlarıyla, aile yapılarıyla, devlet yönetimi ve kanunlarıyla kökleri daha önceki oldukça karmaşık tarihsel olaylarda bulunan bir yaşam düzeni oluşuyor. Her karmaşık sosyal düzenin altında paylaşılan bir anlam verme düzeni bulunur. Bu anlamda dinler bu tür dogmatik anlam verme sistemlerinin örnekleridir.
(2) Felsefi yaklaşım: Dogmatik yaklaşım evrenle ilgili inancın irdelenmesine izin vermez. Ama felsefi yaklaşım irdeleme, inceleme ve kurcalama üzerine kurulmuştur. Birileri evrenin gerçeğini sorgular ve kendinden önce aynı konuda fikir beyan etmiş insanların fikirlerini teker teker ele alıp irdeler ve onların eksikliklerini göstererek kendi anlayışının üstün taraflarını ifade eder. Bunu yapabilmek için kendinden önce gelenlerin ne dediğini inceler, irdelemek ve kendine özgü bir düşünce sistematiği geliştirir. Bu sistem içinde kendinden öncekilerin görüşlerini değerlendirir ve onların artı ve eksilerini gösterirken kendi getirdiği katkıları da belirtme ortamı yaratır. Yeni düşünceleri sürekli izler; çünkü izlemek ve gelişmek zorundadır. Geliştikçe ya kendi görüşünü savunur ya da yeni revizyonlar yapar. Böylece sürekli düşünme, ifade etme, gözden geçirme ve yeniden düşünme süreci başlamış olur. Felsefi yaklaşımlardan bazıları inançlar haline dönüşünce o zaman dogmatik bir özelik kazanır ve o andan itibaren o düşüncenin irdelenmesine, incelenmesine, kurcalanmasına izin verilmez. İdeolojiler dogmatikleşmiş felsefi yaklaşımların örnekleridir.
(3) Bilimsel yaklaşım: Felsefi düşünceleri, evrenle ilgili temel varsayımları gözlemler yaparak "test eden" yaklaşım bilimsel yaklaşımdır. Böylece bilimsel yaklaşım hipotezle geliştirir ve bu hipotezlerin doğruluğunu test eder. Örneğin, dünya evrenin merkezinde ise ve güneş dünyanın etrafında dönüyorsa, gökyüzünde görülen yıldızların şöyle bir yapı içinde görünmesi ve bu yapının değişik mevsimlerde değişmemesi gerekir. Beklenilen yapı görünmüyor ve görülen farklı yapı mevsimden mevsime değişiyorsa o zaman ikinci bir hipotez geliştirir; örneğin, güneşin etrafında dönen dünya hipotezini ortaya atar. Polonyalı Kopernik, Alman Kepler, gözlemlerini özgür bir ortamda yapıp buldukları sonuçları rahat şekilde ifade edemediler. Aynı şey İngiliz Newton ve Darwin için de söylenebilir.
Daha önce oluşmuş olan dogmatik inanç sistemi kendine ters düşecek düşünce ve inançların gelişmesine fırsat vermek istemez. Bu dogmatik düşüncenin doğasından kaynaklanır. Hiçbir din, kendi temel inançlarını sorgulayan filozof ve bilim insanına hoş bakmamıştır.
Felsefenin ideolojik olarak dogmalaşması gibi bilimsel kuramların ve yaklaşımların da dogmalaşması ve kendi bakış tarzından başka bir düşünce tarzını yaşatmaması söz konusu olabilir. Ben Freud'un takipçilerinin çoğunun psikoanalitik anlayışını dogmatikleşmiş görüyorum. Einstein'ın gençlik yıllarında karşılaştığı direnç Newton fiziğine dogmatik bağlanmış bir anlayıştan kaynaklanıyordu. Thomas Kuhn'un, "Structure of Scientific Revolutions" adlı kitabında bunun birçok örnekleri var.
Bilimsel sorgulamayı, irdelemeyi, bilimsel düşünmeyi yaşamının temeli kabul etmiş bir toplumun evrene anlam veriş tarzı başkadır ve bu anlam veriş tazı da kapsamlı bir gerçektir. Bu anlam verme sistemi içinde evlilik, çocuk yetiştirme, sanat, müzik, spor, yeme içme biçimleri, yaşam tarzı, bireysel ve toplumsal yaşamın her yönü şekillenir. Böylece bilimsel düşünce sistemi içinde oluşmuş kültürler ve uygarlıklar gelişir. Devlet yönetimi ve yasalarıyla bir yaşam düzeni oluşur. Bütün bu karmaşık sosyal düzenin altında paylaşılan bir anlam verme düzeni vardır. Bu düzenin özünde bilimsel yaklaşım vardır.
Çiftçi örneği
Zeytin yetiştirmek isteyen bir çiftçi alalım.
Dogmatik yaklaşım içinde çiftçi, "ağaç dikilirken kısır insan eli değmemeli, aksi halde zeytin vermez," inancına sahip olsun. Bu inanç nesiller boyu birinden diğerine aktarılabilir. Bu inancı paylaşmayanlara da iyi gözle bakmazlar.
Felsefi yaklaşım içinde çiftçi, ağacı dikenin özelikleriyle ağacın verdiği zeytin miktarı arasında söylenmiş sözlerin hepsini bilir, inceler ve kendine göre kendi ifadesini yapar. Eşine dostuna kendi sözünün diğerlerinden neden üstün olduğunu da anlatır.
Bilimsel yaklaşım içinde çiftçi, zeytin ağacının yetişmesi ve zeytin vermesiyle ilgili ilişkin parametreleri varsayımlar: toprağın türü, iklim, bakım, ne zaman dikildiği, ağaçlar arasındaki mesafe, kimin tarafından nasıl dikildiği, vb. Sonra sırasıyla bu parametrelerin her biriyle ilgili hipotezler geliştirir ve bu hipotezlerin geçerliğini gözlemler yaparak araştırır. Zaman içinde zeytin yetiştirmeyle ilgili verisel tabanlı bilgi birikimi oluşturur.
Anababalık yapma örneği
Çocuğunu yetiştirmek isteyen bir anababa alalım.
Dogmatik yaklaşım içinde anababa, "kızını dövmeyen dizini döver," inancına sahip olsun. Bu inanç nesiller boyu sürüp gidebilir. Bu inanca uymayanlara diğer anababalar iyi gözle bakmazlar.
Felsefi yaklaşım içinde anababa, dayağın yararı ve zararı üzerine değişik görüşleri toplar, kim ne demiş, hangi düşünür ne zaman hangi görüşü ifade etmiş bütün bu görüşleri toplar, öğrenir ve sonunda kendi özlü, erdemli, bilge ifadesini kurar.
Bilimsel yaklaşım içinde anababa dayak atılan çocukların kişilik yapısı, yaşam başarısı, mutluluğu ile dayaksız yetişen çocukların kişilik yapısı, yaşam başarısı ve mutluluğunu karşılaştırır. Kız çocuğu yetiştirmede göz önüne alınması gereken temel parametrelerin ne olması gerektiği ile ilgili bir araştırma yapar. Örneğin, çocukla kurulan iletişimin türü, miktarı, zamanı ve yerinin etkisiyle ilgili araştırmaları gözden geçirmek isteyebilir. Bütün bu araştırmaların sonunda bu konuda bir uzmanla görüşerek karar vermeyi seçebilir.
Her bir yaklaşım kendi içinde tutarlı bir anlam verme sistemi oluşturur. Evrenin yapısı ve gerçeği ile ilgili günümüzde hem dogmatik, hem felsefi hem de bilimsel anlam verme sistemleri vardır. Evrenin anlamıyla ilgili olduğu gibi insan nedir, çocuk nasıl yetiştirilmelidir, devlet nasıl yönetilmelidir, kadın erkek ilişkisi nasıl olmalıdır alanlarında da dogmatik, felsefi ve bilimsel görüşler vardır.
Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti için öngördüğü yaklaşım açık seçik ifade edilmiştir: "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." "Türk milletinin elinde tuttuğu meşale müspet ilim meşalesidir."
Şimdiye kadar bütün yazdıklarımın altında yatan temel bir varsayım var: Bizim dışımızda bizden bağımsız ve bizim gözlemleyebileceğimiz bir evren var.
Bu varsayım bugünkü kuantum fizikçileri tarafından ciddi olarak sorgulanmaktadır. Gözlemleyenden, algılayandan bağımsız bir evren olmadığını söyleyen saygı değer bilim insanları bulunmaktadır.
Bu ne demek oluyor?
Bu şu demek oluyor: kendini anlamadan, içinde yaşadığın evreni anlamlı kılamazsın.
O nedenle, beni çok etkileyen, gerçekliğini iliklerime kadar hissettiğim Yunus Emre'nin sözleriyle yazımı sonlandırmak istiyorum:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsen,
Ya nice okumaktır.
(69)

Ey kara cübbeli, senin gündüzün gece;
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
Onlar Yaradanın sanatı peşindeler:
Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde.
Ömer Hayyam


Zihinde görüntünün belirmesinden kuramın biçimlendirilişine dek her adımda gerekli olan bir şeydir inanç: Akla yatkın bir amaç olarak görüntüye inanma; olası ve akla uygun bir önerme olarak varsayıma inanma; hiç değilse geçerliliği konusunda genel bir fikir birliğine ulaşılıncaya dek son kurama inanma. Bu inanç insanın kendi yaşantılarından, kendi düşünce, gözlemleme ve yargılama gücüne olan güvenden doğar. Akla uygun olmayan inanç, bir şeyin, yalnız yetke ya da çoğunluk öyle dediği için doğru sayılmasıyken akla uygun inanç, çoğunluğun fikri ne olursa olsun insanın kendi kendi yaratıcı gözlem ve düşünme gücüne dayanan bağımsız bir güven duygusundan doğar.
Sevilmek, sevmek, gözüpeklik gerektirir; bazı değerleri en üstün değerler olarak kabul edebilme -ve gereken atılımı yapıp her şeyi bu değerler üzerine kurabilme – gözüpekliği ister.
Bu tür gözüpeklik kocaman lâflarıyla ünlü Mussolini'nin “tehlikeli yaşamak” parolasıyla anlatmak istediği gözüpeklik nihilist bir gözüpekliktir. Kökünü yaşama karşı edinilen yıkıcı bir tutumdan, kişinin sevilmediği için yaşamı bir yana atma isteğinden alır.

İnanç için gözüpeklik, tehlikeleri göze alabilmek, acı ve umut kırıklıklarına hazır olabilmek gibi nitelikler gereklidir. Yaşamın temel koşullarının emniyet ve güvenlik olduğunda direnenler inançlı kişiler olamazlar; uzakta durma ve mal mülk edinmenin güvenlik aracı olduğu bir savunma duvarının ardına saklanan kişi kendi kendini tutsak etmiş demektir.
İnancı ve gözüpekliği öğrenmek günlük yaşamdaki küçük şeylerle başlar. İlk adım insanın inancını ne zaman, nerede yitirdiğine dikkat etmesi, bu inancı yitirdiğini ne gibi akla uydurmalarla örtmeye çabaladığını görmeye çalışması, ne zaman korkaklık gösterdiğini, bu korkaklığını nasıl akla uydurduğunu anlamasıdır; her inanç yitikliğini bizi nasıl zayıflattığını, gitgide artan bu zayıflığın da gene, kısır bir döngü gibi, nasıl yeni inanç yitikliklerine yol açtığını görmesidir.

Sevme yetisi, ancak yaşamın öbür alanlarında üretici ve etkin olmanın sonunda elde edilebilecek bir yoğunluk, uyanıklık ve canlılık gerektirir. Eğer kişi, öbür konularda üretici değilse sevgide de üretici olamaz.

Tüm toplumsal ve ekonomik dizge herkesin kendi çıkarını araması üzerine kurulmuşsa, ahlâk yönünden yalnız dürüstlük ilkesiyle yumuşatılmış bir bencillik ilkesiyle yönetiliyorsa, insan nasıl iş yapabilir, nasıl hem o toplumun çerçevesi içinde kalıp hem de sevgiyi uygulayabilir? Sevgiyi uygulamaya kalkmak, insanın dünyayla ilgili her şeyi bir yana itip en yoksul kişilerin yaşamını paylaşmak anlamına gelmez mi o zaman? Bu soruyu Hristiyan papazlarla Tolstoy, Albert Schweitzer ve Simone Wil gibi kişiler ortaya atmış ve köktenci bir tutumla yanıtlamışlardır. Toplumumuzda sevgiyle normal günlük yaşamın temelde bağdaştırılamayacağı inancını paylaşan kişiler de vardır. Bunlar, bugün sevgiden söz etmenin toplumda yaygın olan dolandırıcılığa katılmaktan başka bir şey olmadığı sonucuna varırlar; bugünkü dünyada ancak bir ermişin ya da bir delinin sevebileceğini, bu yüzden de sevgiyi tartışmanın boş öğütten başka bir şey olmadığını ileri sürerler. Bu pek saygıdeğer görüş sinikliğin akla uydurulmuş biçimine dönüşebilir kolayca. Aslında iyi bir Hristiyan olmayı isterdim ama bunu ciddi ciddi yapmaya kalkarsam açlıktan ölmem gerekir diye düşünen sıradan insanın üstü kapalı olarak katıldığı bir şeydir bu. Bu “köktencilik” tinsel nihilizmde son bulur. Köktenci düşünürler de, sıradan insanlar da sevmeyen otomatlardır; ikisi arasındaki tek ayrım sıradan kişilerin işin bilincinde olmamalarıdır; oysa köktenci düşünürler bunu bilir ve bu gerçeğin “tarihsel açıdan gerekli” olduğuna inanırlar.
Oysa ben, sevgiyle “normal” yaşamın hiçbir zaman bağdaştırılamayacağı yanıtını ancak soyut anlamda doğru buluyorum.
İnsanın varolma sorununa tek akla uygun çözüm yolunun sevgi olduğuna içten inananlar, sevginin toplumsal bir şey olmasını istiyorlarsa bunun çok zor elde edilen, kişisel, az rastlanan bir şey olmasını istemiyorlarsa, toplumumuzun yapısında önemli, kökten değişmelerin yapılması gerektiği sonucuna varacaklardır.
Toplumumuzu bürokratlarla profesyonel politikacılar yönetmektedir; insanları da kitlenin istediği şeyler yönlendiriyor; bu insanların tek amaçları da daha çok üretip daha çok tüketmektir. Her türlü etkinlik ekonomik amaçlarla boyun eğmiş durumdadır; araçlar amaç olup çıkmıştır; insan bir otomattan başka bir şey değildir – karnı tok, sırtı pektir ama kendine özgü insanlık niteliğinin, insandan beklenen işlerin onun gözünde büyük bir önemi yoktur. Sevebilmesi isteniyorsa insan, en yüze yerine çıkartılmalıdır. İnsan ekonomi çarkı için çalışacağına, ekonomi çarkı insana hizmet etmelidir. En yüksek ölçüde kârı paylaşacağına, yaşantıları, işi paylaşmalıdır insan. Toplum öyle düzenlenmelidir ki insanın toplumcu, sevecen yaratılışı toplumsal varlığından koparılmasın, tersine onunla bütünleşsin. Göstermeye çalıştığım gibi sevginin insanın varolma sorununun en akla yatkın ve doyurucu çözüm yolu olduğu doğruysa, az da olsa sevginin gelişmesini önleyen her toplum sonunda, insan yaradılışının temel gereksinmelerini hiçe saydığı için kendi kendini çürüterek yok olacaktır. Gerçekten sevgiden söz etmek, boşuna konuşmak değildir.(70)

Sevgi üzerine konuşabilir, binlerce kitap yazabiliriz ama deneyimlenmesi gerektiği için sevgi her birimiz için farklı olacaktır. Sevgi kavramlaştırılamaz. Eylemdir sevgi. Sevgi ancak mutluluk yaratabilir. Eyleme dökülen korku ise acının kaynağıdır.
Ustaca sevmenin yegane yol sevgiyi eyleme dökmektir. Sevginizi doğrulamanız, açıklamanız gerekmez. Gereken, sevgiyi yaşamaktır. Ustayı yaratan uygulamadır. (70a)

Şurası bir gerçek ki insanlar çevrenin gittiği yolu izlemek zorunda değillerdir. Şu ya da bu davranış kalıbını izlemesi için insanı zorlayan hiçbir şey insanda mevcut değildir. Hernekadar sosyologlar ve antropologlar insanı bir kültür ürünü olarak görüyorlarsa da insan kültürüne karşı koyabilir; sahip olduğu olumsuzlukları belli bir toplumsal grup içindeki üyeliğine yükleyemez. Hangi yolu seçeceğine karar verebilir ve bu seçme özgürlüğü onu evrendeki diğer tüm varlıklardan ayırmaktadır. İnsan olmak belirlenmemiş olmaktır, özgür olmaktır. Herkes kendi doğru ve yanlışının yargıcıdır. Yoksa ne yaptığı belirsiz ve sorumsuz bir varlık değildir insan. (71)






Alıntılar:

1a)Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç. Dr. Ayhan Aydın
2 ) Dörtlükler, Ömer Hayyam, İş Bankası Kültür Yayınları
3 ) Korku kültürü, niçin “Mış Gibi” yaşıyoruz?, Doğan Cüceloğlu. Remzi Katabevi
4 ) Ben ne bir ayrıcalık Ne de Günahım. Yeterli ya da Kusursuz Olmayabilirim, Ama Ben Varım, Adlı kitaptan.
5 ) Sağlıklı Toplum, Erich Fromm, Çevirenler: Yurdanur Salman – Zeynep Tanrısever. Payel Yayınevi, İstanbul 1982.
5a) Martin Buber.
6 ) İlgi ve Sevgi Eksikliği Güvensizlik Yaratır. Prof. Dr. Özcan Köknel
7 ) Sevme Sanatı. Erich Fromm. Payel yayın. Çevirenler: Yurdanur Salman, 10.basım
8 ) Sevgi Odaklı Yaşam Ne Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan.
9 ) (Alıntıyı kimden yaptığımı hatırlayamadım)
10 ) Haset ve Şükran, Melanie Klein, çeviren: Orhan Koçak, Yavuz Erten.2. Basım 2008. Metis Yayınları.
11 ) Kıskançlık nedenleri – sonuçları ve giderilmesi çareleri, Dr. Guy Delpierre, Kısaltarak dilimize çeviren Dr. Halis Özgü, İstanbul 1967 , Özgü Yayınevi,
12 ) İlgi ve Sevgi Eksikliği Güvensizlik Yaratır.
13 ) (Alıntıyı kimden yaptığımı hatırlayamadım)
14 ) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Erich Fromm, payel yayın, çevirenler: Yurdanur Salman, Nalân İçten 3.basım
15 ) Yaşamın ve Sevginin anlamı.
16 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek, Leo Buscaglia, İnkilap Kitapevi, çeviren: Nesrin Kasap
16a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz, Çeviren: Seda Toksoy, Ötesi Yayıncılık, 2000.
17 ) Çocuğunuzla Sağlıklı İletişim, Haim Ginnot, Kuraldışı Yayınları 28
18 ) Haset ve Şükran, Melanie Klein. (Yanılmıyorsam alıntıyı bu kitaptan yapmıştım.)
19 ) Sevme Sanatı
20 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek
21 ) Sevme Sanatı
22 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek
22a ) Haset ve Şükran, Melanie Klein
23 ) Sevgiyle Yükselmek, Bir oluş Felsefesi. Bert Hellinger, çeviren: İnan Deniz Erguvan, Kaknüs Yayınları 2010.
26 ) ) Ders kitaplarının insan hakları ölçütleri açısından taranmasıyla elde edilen verilerin değerlendirilmesi. Mehmet Semih Gemalmaz (İstanbul üniversitesi), Ders kitaplarından insan hakları: Tarama sonuçları, Tarih vakfı yayınları. sf: 46
27 ) Sevme Sanatı
27a) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek, Leo Buscaglia,
27b) (Alıntıyı kimden yaptığımı hatırlayamadım)
27c) Erich Fromm, Sevme Sanatı.
27d) Yaşamın ve Sevginin anlamı
28 ) Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek
29a) Cinsellikten İkmale Kalmak, Dr Erdal Atabek, altın kitaplar, 5. basım şubat 1998.
30 ) Ailede ve Toplumda Ruh Sağlığı, Prof. Dr. Özcan Köknel, Hür yayın. Birinci baskı 1981.
30a) Sahip olmak ya da olmak, Erich From, ceviren Aydin Aritan, Aritan yayinlari, 2003.
30b) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
31 ) Modernleşen Türkiye'de yaşlılık ve yaşlanmak (Yaşlanmanın Sosyolojisi), Dr. İsmail Tufan ,Anahtar kitaplar yayınevi / 2003
32 ) Sevme Sanatı, Erich Fromm.
32a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz
33 ) Sevme Sanatı, Erich Fromm.
34 ) Francis Bacon.
34a) Kaynak: Prof.Dr. Özcan KÖKNEL (Kaygıdan Mutluluğa Kişilik)
Derleyen : Psikolog Arzu ÖZGÜLDÜR SGK Adviye Fenik Çocuk Bakımevi
35 ) Armağan 3, Amet Tufan Şentürk/Dr. İsa Kayacan Ankara 2004.
35a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
35b) Cinsellikten İkmale Kalmak, Dr Erdal Atabek, altın kitaplar, 5. basım şubat 1998.
36 ) Sevgi Odaklı Yaşam Ne Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan
36a ) Başka psikiyatri ve düşünce dergisi. Dr. Serhat Çitak, Kasım Aralık 2008
37 ) Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç. Dr. Ayhan Aydın
38 ) Ahlak ve Şiddet, M. Mukadder Yakupoğlu. Göçebe Yayınları
39 ) Sevgi Sanatı, Erich Fromm.
40a) http://www.forumpaylas.net/felsefe-psikoloji/48763-anne-sevgisi-eksikligi-sipsevdilige-sebep-oluyor.html
41 ) Sevgi Odaklı Yaşam Ne Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan
42 ) Evlilik ve Ahlak, Bertnard Russell. Say Yayınları, Ocak 1996.
43 ) Köstek mi? Destek mi? (Yakın ilişkiler, iç ve dış dünyalar) İnci Doğaner
44 ) Ailede ve Toplumda ruh sağlığı
45 ) Bireysel ve toplumsal Şiddet, Prof.Dr. Özcan Köknel, Altın kitaplar. 2000 2. Basım
46 ) Kaygı -Sınanma duygusuyla baş edebilme. Kadir Özer, Sistem Yayıncılık. Birinci basım 2002
47 ) Modernleşen Türkiye'de yaşlılık ve yaşlanmak (Yaşlanmanın Sosyolojisi), Dr. İsmail Tufan ,Anahtar kitaplar yayınevi / 2003
49) Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç. Dr. Ayhan Aydın
50) Sevgi Odaklı Yaşam Ne Kazandırıyor? Prof. Dr. Nevzat Tarhan.
51) Salıklı toplum
52a) Haset ve Şükran, Melanie Klein
53) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Erich Fromm
53a) Bütün Yönleriyle Aşık Veysel Yaşamı Sanatı Şiirleri, Gülağ Öz, Ayyıldız Yayınları, Kasım 1994.
54 ) İnsanın Kosmosdaki Yeri, Max Scheler, 1968.
55) Sevgi Eğitimi, Veysel Sönmez. Anı yayıncılık. 1997 Ankara 5.baskı.
56) Alın yazısı, Dr. Halis Özgü (Psikolog – Pedagog), Eser Yayınevi. 1961
56a) Güvensizlik üçgeni “1402'likler, fişleme güvenlik soruşturması, Güney Dinç, Say yayınları, 1987.
58a) Yaşamın ve Sevginin anlamı. Doç. Dr. Ayhan Aydın
59) Gökçe Cansever
60) Düşüş, Albert Camus. Çeviri: Hüseyin Demirhan, Can yayınları 12. baskı 2010.
61) Toplum ve adaletli yaşam “sorumluluk ve kişiliğin kazanılması” Prof. Dr. Vecdi Aral. Filiz kitap evi. İstanbul 1988.
62) Şölen-Dostluk. Platon. Çeviren: Sebahattin Eyüpoğlu-Azra Erhat. Trükiye İş Bankası Kültür Yayınlar. 5. Baskı 2008.
62a) Sağlıklı Toplum, Erich Fromm.
63) Ergen,2009, s.146
64) Arnold 2002, 9
68) Bilim Felsefesi, Cemal Yıldırım, Remzi kitapevi. 13. basım 1991
70) Sevgi sanatı
70a) Ustaca Sevmek, Don Miguel Ruiz,
71) Varoluşçuluk ve Eğitim, Doç. Dr. Sabri Büyükdüvenci, form ofset, 1994.




* Farkında olmak demek o kişinin öğrendiklerini yaşayarak, kendisiyle deneylere girişerek, başkalarını gözleyerek, sonunda da sorumsuz bir “fikir” edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği bilgilere dönüştürmesi demektir. Ne var ki genel ilkeler üzerinde bir karara varmak da yetmez. Bu farkında olmanın ötesinde insanın kendi içindeki güçler dengesinin ve bilinçaltı dürtüleri gizleyen akla uydurmalarının farkında olması gerekir. Erich Fromm