Sayfalar

26 Aralık 2012 Çarşamba

Din Üzerine


Dini bir inanca neden sahip oluruz, dini inanca sahip olmamız gerekir mi. Dini inanca sahip olmam gerektiğini nereden çıkarıyorum, iyi de din nedir ki, ben dini bir inanca sahip olduğumda, bu inanca bulunduğum aile çevresinde dine verilen anlamlarla aynı anlamları neden verdim -şuan tam anlamıyla aynı anlamı vermiyorum-, ben dünyanın farklı bir bölgesinde doğmuş olsaydım oradaki aile çevresinin vermiş olduğu anlamımı kabul edecektim yoksa şimdi ki aile çevresinin vermiş olduğu anlamı mı verecektim. Dini inanca sahip olanla hiç dini inanca sahip olmayan kişi arasındaki farklar nelerdir. 

Belli bir dini inanca sahip olarak büyütüldüğümüz de, gençlik yaşına geldiğimizde bu edindiğimiz dini inancı sorgulamaktan korkarız, çünkü; bizi biz yapan değerler olmuştur bu inançlarımız, kendimizi bir hiç gibi hissederiz, yerine koyacak birşey bulamamanın boşluğunu yaşarız, bunun nedeni, bu inançla birlikte bir olayı anlamlandırmışıktır, hayatı bu inanca göre anlamlandırmışıktır, hayatı anlamlandıramadığımzsa/anlayamadığımza psikolojik sıkıntılar yaşamaya başlayabiliriz -hayatı anlamlandırma ihtiyacı vardır insanoğlunun-. Bunun yanından şunlardan da kaygılanırız; Yalnız kalmaktan korkarız -yalnız kaldığımızda gerçeklikle bağımızı yitirmekten korkarız, sevilmemekten/değer görmemekten kaygılanırız -insan bir şekilde kendini değerli hissetmek ister, sevilmek ister, temel ihtiyaç gibi bir şeydir neredeyse- o yüzden sorgulamadan kaçınırız, gerçeklerle pek ilgilenmeyiz bu yüzden, yukarıda saydıklarımla ne kadar baş edebilirsek gerçeklerle/gerçek bilgiyle o kadar çok ilgileniriz.

Ben dini bir inanca sahip olmak için dini bir inanca sahip olmadım, dini inancımı sorgulama serbestine kendimi sahip görüyorum -Bu dünyaya bir kere geliyorsam, bir çok sefer de geliyor olsam bile kendimi bir daha ki gelişin olup olmayacağının garantisi olmadığından bu sefer kendimi burada hissettiğimden ötürü, her şeyi sorgulamalıyım, ki sorgulayarak neyin ne olduğunu bulabilirim diye düşünüyorum, akla uydurmaları yapmadan tabiki (sorgulama konusunun ayrıntıları için "Bilgi üzerine" adlı yazıma bakılabilir). 
Ailem de ve aile çevremde bir yaratanın var olduğundan bahsediliyordu, bu yaratanın ne olduğu konusunda ise şöyle şeyler deniyordu, bir güç var kimsenin bilmediği, bu dünyayı ayakta tutan bir güç var. Belli günlerde bu yaratanı anmak için bazı şeler yapıyorlardı -Bulgarlar yumurta boyama gibi şeyler yapıyordu, Türkler ise bazı günlerde çocuklar şeker topluyordu, bunlar bana eğlence geliyordu-. Aile çevresi nadiren, bazı olayları tanımlayamadıklarında veya yapılması pek iyi olmayan şeylerde bunu dinen yasak olduğunu söylüyorlardı. Belli mekanlara belli günlerde giden insanları görüyordum. Bunları duydukça gördükçe bende bunları hiç düşünmeden benim düşüncelerime yerleştirmeye başlamışım, ilkokul beşte bir veya iki gün Kuran kursu düzenleyen bir yerede gitmiştim, burada ne okuduğumu bilmeden benim dilimden olmayan şeyler okudum. Ortaokulda da din dersi vardı -aslında dini anlatan, dini sorgulayan tarafsız bir ders değil, yetişkinlerin gençlere benimsetmek istediği suni mezhebinin görüşleri imiş sonraları öğrendim bu dersin amacını-. Açaba ben küçüklüğümde hiç bunları duymamış olsaydım da bir yaratan olduğunu çıkarabilirmiydim. Yaratanı insanların sıkıntıları mı yarattı –İnsanlar kendi benliğini/canını rahatlatmak için; sıkıntıya düştüğünde, kendini çağresiz hissettiğinde, babalarını kaybettiklerinde babasının yerini dolduraçak birini aramaları (yaratan çoğunlukla erkek olarak düşünülür nedense), haksızlığa uğradığında bu haksızlığı bir yaratıcının başka zamanda bu haksızlığı gidereçeğini düşünmeleri yüzünden mi)- veya ölüm korkusu yüzünden sonsuz bir yaratıcının varlığı düşüncesini insanoğlu kendimi yarattı. Toplum kendi içinde anlaşmaksızın yapılmasını istemediği veya yapılmasını istediği davranışları yaptırmanın yolunu cezalandırma ve ödüllendirme mekanizması kurarak, bu cezalandırma ve ödüllendirme mekanizması bu dünyada var olmayaçak başka bir dünyada var olaçak şekilde kurmuş olabilir, bunun nedeni bu dünyada isteklerini yapamayan, dünya ile başa çıkamayıp, haksızlığı da karşı çıkamayan kişiler kendini teselli etmek için bir başka dünya mı yarattı. Belirsizlikten hoşlanmayan insanoğlu bilemediği/tanımlayamadığı olgular karşısında bir tanım verme ihtiyacı duyarak, bu olguların ve olayların nedenini görünmeyen bir yaratanın varlığını yaratarak olguları tanımlamayamı çalıştı. Herşey her belirsizlik durumunda yaratana bağlanır , kötü şeylerin bir çoğuda yine görünmeyen kötü bir varlığıa bağlanır -şeytan gibi-. Bunun nedeni insanoğlunun çoğu kısa yollardan hemen olayları tanımlamaya çalışmasından mı -hele zorlandığında, istekleri olmadığında bunu daha çok yapar-.

Şuan ki doğa bilimleri doğayı tanımaya ve kontrol altına almaya çalışmakta, ve diğer bilimlerde insanı ve insanlığı tanımaya çalışmakta açıklamaya çalışmakta. Dini inanca sahip kişiler ise insanoğlu her şeyi anlayamaz kavrayamaz diyor, doğayı kontrol edemez insan diyor. Dini inanca sahip kişiler, doğayı kontrol etmeye çalışanlar ile bir müçade içine giriyorlar. Doğayı kontrol etmeyi Tanrının işine karışmak gibi algılıyorlar, herşeyi kontrol eden bir Tanrı tasviri yapanlar neden bundan korkuyor ki Tanrı istese idi bunu da kontrol ederdi, engellerdi. Bir zamanlar Veba salgını olduğunda papazlar insanlara şöyle demişlerdi, bu Veba sizin yoldan çıkmanız yüzünden, başınıza geldi, insanları korkuttular. Şimdi Vebayı doktorlar kontrol altına aldı, bu papazlar şuan yaşamış olsalardı ne hale düşeceklerdi -günümüzde de buna benzer söylemler çok oluyor- işte bilim bu tarz söylemler içinde bulunanları zamanla yalanlıyor, ve bu kişiler bu tarz söylemlerle beslendiklerinden de, kendi çıkarlarını korumak için insanın herşeyi anlayamaz olduğu söylemini yaymaya çalışıyorlar, billim ise herşey anlaşılabilir olduğunu idia ediyor. 

Dünyanın he bir köşesinde dini inanca sahip olan insanların inançlarını okuduğumda -Antrapoloji biliminden yararlandım- ve çevremde gözlemlediğimde, şuna vardım, bunlar arasında hiç bir ortak noktanın olmadığını gördüm, birçok kişi kendi kafasında yarattığı Tanrıya inanıyordu. mesela dünyanın bir köşesindeki topluluğun inandığı inancı ben şuan yaşadığım ülkede savunsam çevremdekiler benim cehenneme gideçeğimi söylerlerdi, ama o inancın sahip olduğu bölgede yaşasaydım öldüğümde iyi bir yere gideçeğimi söylerlerdi. Bilim tüm Yeryüzü ve İnsanlar arasında her tarafta geçerli ortak noktalar bulmaya çalışması yüzünden bana daha tutarlı geliyor, bu tutarlılık aynı zamanda içinde bir yanlışlanabilirliğide kabul ediyor.

Tüm kaygı ve korkularımızdan arındığımızda, hayata mutlu olmasını becerdiğimizde, hayatla, dünyayla mücade etmesini becerdiğimizde, belirsizliklerimizden kurtulduğumuzda, olayları anlamlandırdığımızda da bir Tanrı ihtiyaçı içinde olaçağız mı, yoksa kendimizimi Tanrı yerine koyaçağız. Yoksa bunlardan sonra, Tanrı gerçekten bilinmesi gerektiği şekilde bilebilirmiyiz.

Duran Aydoğmuş.

25 Kasım 2012 Pazar

Sevgi üzerine düşüncelerim.


Sevgi deyince genelde kız erkek arasında yaşanan sevgi anlaşılıyor ama daha çok. Kendini sevmek, doğruları sevmek, hayatı sevmek, yaşamayı sevmek, insanları sevmek, doğayı, hayvanları sevmek için kendime nasıl davranmalıyım ve sevme işi hangi davranışlar ve düşünceler olduğunda olabiliyoru açmaya çalışacağım.

Çeşitli davranışlarımı gözlemledim, insanları gözlemledim, kendi üzerimde ve insanlar üzerindeki gözlemlerimi değerlendirmeye giderken, şöyle bir yol izledim kendim ile ilgili günlükler tuttum, kendi davranışlarımı gözlemledim, yaptığım davranışların altında yatan nedenleri çok düşündüm -kendi davranışlarımı gözlemlerken, kendimi kendime kayırmadım, olumlamalara gitmemeye, akla uydurmaları yapmamaya çalıştım, yaptığım zamanlarda nasıl bir ruh hali içinde olduğuma baktım- çeşitli sorular sordum kendi kendime, sorduğum soruların cevaplarını bulamadığımda, benim sorduğum sorulara cevaplar vermiş kitapları okudum, arkadaşlara sordum.
Ve bazı sonuçlara vardım.

Aşağıda iki durumdan bahsedeceğim ve bu iki durum arasındaki farkı ortaya koyacağım, bu iki durum arasındaki fark sevginin öncülü olacak.
ilk durum; Kendinden olanı sev (bir annenin kendi çocuğu için istediği bir şeyi başka bir çocuk için istememesi, kendi ırkından olanı kollamak), karşılıksız hiç bir şey yapılmaz (hayvanlar kaşılık veremez, gelecek nesiller sana kaşılık veremez, engelli olan insanlar karşılık veremez, psikolojik sorunlar yaşayan kişiler karşılık veremeyebilir. Bazı kişiler şunu der; karşılık beklemeden yapacaksın yapacaklarını; çünkü sana karşılık bulamaz isen üzülmezsin, bu kişinin düşüncesi sırf karşılık bulamadığından korktuğu için böyle düşünür). Ezeceksin ki (sikeçeksin ki) sevileceksin kardeşim diyenler var. Görünüşte iyilik yapmasını çok seven kişiler tanıdım, sırf kendi değerlerini yükseltmek için o ortamda yardımlarının taktir toplaması için ve kendi değerini yükseltmek için yardım edenler var, burada kesinlikle karşı tarafı kendisiyle insan olarak eşit görmez. Sevgi gösterisinde bulunup, karşılığında karşısında ki kişinin özgürlüğünü almak isteyen insanlar gördüm, şöyle ki; üniversiteye öğrenime başlamış bir öğrenci, ve bu öğrenci kalacak yer arayan, maddi durumu iyi olmayan ve kendini güvende hissedecek bir ortam, ona o ortamda yalnız olmadığını hissettirecek kişiler arar, bu ihtiyaçlarına cevap verecek kişiler/kurumlar vardır, bu kişilerden/kurumlardan bazıları bu öğrenciye bu ihtiyaçları verir ama bu yaptıklarının karşılığında kendinde minnet borcu hissettirmesini sağlar ve bu minnet borcu içine giren kişiden isteklerde bulunmazlar ama, minnet borcu hisseden kişi bu kişilerin/kurumların inançlarını benimser.
Bir kişiden sadece kendisini sevmesini isteyen, sadece bir şeyin kendisinin olduğunda, o şeyi seven var. Leyle ile Mecnun şeklinde bağımlı bir şekilde bir birini seven var, bu kişilerde şunu gözlemledim, erkek ve kadın ilişkilerinin kopuk olduğu erkek ve kadının bir birini az tanıdı ortamlarda, yada -bu durumu erkeklerde gözlemledim, kadınlarda tam nasıl olur bilmiyorum- hayatında yolunda gitmeyen bir çok şey vardır kişinin, isteklerini beklentileri gerçekleştirememiştir, kendini yetersiz hissetmektedir, ve bu yetersizliğini , hayatındaki tamamlanmamışlığı karşı cinsin her dediklerine evet diyerek, onun her isteklerine istemeden de olsa onaylar, çünkü burada kişi zaten kendini eksik hissetmekte bir şey yapamadığını düşünmekte -kendine güvenini kaybetmiştir- bu durumda karşı cinsi elde ederek, her ihtiyacını tamamlamak istemektedir. Hiç bir şeyini paylaşmayan, aşırı derecede kıskanç olan kişi var -kıskanç bir insan her şeyin sahibi olmak ister, kıskanç kişi aslında kendini değersiz ve yeteneksiz de görür, ama kendi kendine bile neden kıskandığını açıklayamayan kişiler var.
Hayvanları sevmediğini söyleyen kişiler var, küçücük hayvanlardan korkanlar ve bazı-yılan-hayvanlardan tiksinenler var. Yere sigara izmaritlerini atanlar var... bu gibi düşünceler ve davranışlarda bulunan insanlar tanıdım.
ikinci durum; Seni sevmediği halde sen onu seversin, mesela diyelim bir işverensin, işçiler genelde işverenleri sevmezler, onların onun hakkını yediği düşüncesi vardır kafasında, işveren bu işçilerinin mesleki ilerlemisini korur, onların kendilerinin gelişmesine destek olur, işveren olarak sahip olduğu olanaklara, işçilerinin de sahip olmasına çalışırsa, bu işvereni işçileri sevmese de bu işveren işçilerinin durumunu, anlattığım bu seviyeye getirmek isterse, bu işveren sevmesini biliyor demektir). Karşılık beklemeden seven kişiler vardır; insan ilişkilerinden bir misal vereyim, belli sayıda kişinin alınacağı bir sınav olsun bu sınava hazırlanan sınıfta bulunan kişilerden bir öğrenci derslerini aksatıyor olsun, düzenli not tutamıyor olsun, ama sınavı da kazanmak istiyor olsun, bu sınıfta bulunan kişilerden biri bu kişiye notlarını verdiğinde ve sınava motive etmek için uraşıyorsa, ve bu uraşın sonucunda da bir karşılık beklemiyorsa, ve rakibi olan bir kişiye paylaşımı yapıyorsa, bu paylaşımı yapan kişi sevgi beklediği için bunu yapmıyordur, kendi seviyesine yükseltmek istiyordur, eşit şartları yaratmak istiyordur). Bir tek kendi için değil, çevresinde bulunanlar için değil, tüm insanlar için iyi olduğunu bildiği şeyi isteyen. İstediği, sahip olduğu şeyi sadece kendisi için olmasını istemeyen kişiler tanıdım. Parkta otururken içtiği sigaraları yere atıp, kalkarken içtiği sigara izmaritlerini toplayıp çöpe atan. Hayvanları doğal ortamlarında büyümelerini istediği için, evde bir hayvana bakmak istese de, doğal ortamında, hayvanın yaşamını tamamlaması gerektiği düşündüğü için eve hayvan almayan. Bu paragrafta yazdığım düşüncelere ve davranışlara sahip insanlar tanıdım.

Bu iki durumda olan insanları bir birinden ayıran çok ince bir nokta var, bir insan ilk durumdaki gibi de olabilir, ikinci durumdaki gibi de, bazen ilk durumdaki gibi bazen ikinci durumdaki gibi. İnsan kendi ihtiyaçlarını karşılayabildiğinde, kendini yetkin olarak gördüğünde, bir işe yarıyor olarak gördüğünde, ve kendi kararlarını hiç bir baskı olmadan verebildiğin de, verdiği kararların arkasında durabiliyor olduğunu gördüğünde, kendi doğasına aykırı bi şekilde kendini engellemelere maruz bırakmadan hayatını devam ettire bildiğinde. Kendini değersiz hissetmiyorsa - bir insan kendini değersiz hissettin de, kendini olmadığı gibi göstermeye çalışır, kıskanç olur, büyüklenmeye çalışır, yıkıcı olur, değersizlik hissini yaşayan kişi içinde devamlı bir eksiklik, nedenini bilmediği bir kaygı yaşar. Kişi kendi hakkını bir başkasına indirmediğinde  gerektiğinde gerekli şekilde kendini savuna bildiğinde  İkinci durumdaki gibi bir sevgi anlayışına sahip olur. Burada çıkardığım sonuç, sevginin ön koşuludur, bu tabiki yeterli değildir.
İnsan doğasını ve insan yaşamını tanımaya çalışan bilimsel bilgilerden yararlanmak gerek; şöyle ki, bir elma yetiştiriciliği yapan bir kişinin bahçesinde elmalarda çok nadir görülen bir hastalık baş göstermiş olsun, bu tarlayı hastalandığı için hiç bir ürün almayacaksın, yada bu tarlaya kulaktan dolma bilgilerle veya daha önceki tecrübelerle çözümler bulmaya çalışacaksın, nadir yeni görülen bir hastalık olduğu içinde bu hastalığı iyileştiremeyecekti  Bir yöntemde gözlemler, analizler, çeşitli yöntemler deneyerek, her zaman gelişmekte olan, durağan olmayan, yanlışlanabilir olan, kesin doğruluk iddiasında olmayan bir bilimsel yolla çözüm üretmeye çalışılır. Burada birinci durumda ilgisizlik gösterilmiştir. İkinci durumda iyileştirmeye çalışmak istenmişse de doğru yollar tercih edilmediğinden başarısız olunmuştur. Üçüncü durumda ise başarı olasılığı çok yüksek tutulmuştur. Bu üç durumu sevgiye yaklaşırken de uygulandığını görürüz.
Tabi burada bunları yapmakta yetersiz, cesaret çok önemlidir, cesaret eyleme geçme anında nasıl davrandığıyla ilgilidir. Cesaret nedir, niçin cesaret önemlidir ki. Bildiğin doğruları savunabilmektir, doğruyu sevmek demektir bu. Kendini görünmek istediğin gibi veya kendini maskeler altına gizlemeden açık seçik kendini anlatabilmektir. Yanlışlarını kabul edebilmektir. Bir kıza için ısındığında bu kıza hissettiklerini olduğu gibi anlatabilmektir, kaybetme kaygısı yaş asanda karşı tarafı olduğu gibi görmektir. Yalnızlık çekeceğini bilsen bile edindiğin değerler üzerinde uğraş vermektir – edindiğimiz değerleri iyi oluşturmadan verilecek uğraş boşa gidebilir-. Cesaret düşüncelerimizi ve davranışlarımız arasındaki uyumu sağlar. Cesaretli olmak düşüncelerimiz ve davranışlarımızın tutarlı olmasını sağlar.

Sevgi ve güven arasında ince bir bağ vardır, güven oluştuğunda iletişim ilerleyebiliyor, güvenli ortamda kişi kendini ve olayları iyi düşünebiliyor. Güven çevreni, insanları, olayları, olguları bilmekle alakalı. Güven samimiyet lede alakalı. Tutarlı insanlara karşı güvenim artar, ama onlar tutarsız oldu diyede tutarsızlıklarını yüzlerine vurmam, her tutarsızlığın altında mutlaka bir kaygı, korku veya kendi istekleri ile ilgili bir belirsizlik gizlidir. Kendimle konuşurken her şeyi gerçekçi bir şekilde kendimle konuşabiliyor muyum  bazen evet bazen hayır, kendimizle konuştuğum gibi bir başka kişiyle de konuşa biliyorsam bu kişi ile aramda güven var demektir.

Benim yaşadığım çevrenin, yaşadığım mekanın nasıl olduğuna, ne olduğuna pek bakmıyorum, yaşadığım çevrenin ve mekandaki kişilerle samimi iyi sohbetler kura bilmişsem o mekanın ve çevrenin benim için hiç önemi olmuyor. Bir çevreyi ve mekanı güzelleştiren insanların kendileri ve ilişkileridir bence, benim içinde bir huzursuzluk olduğunda en iyi diye tanımlanan mekanlara gitsem ne olur ki, ve ben iyi bir ruh hali içinde olup ta o mekanda ki kişilerle samimi sohbetler ve güven yoksa aramızda o mekanda bulunmak hoşuma gitmez ki. Kalıcı olan samimi, güvenli, ilişkilerdir, bir insanın en çok aradığı budur bence, yoksa son model araban var diye çevreden ve gittiğin mekanda sana değer vermeleri, çok geçici ve anlık bir doyumdur, ama iki kişinin samimi sohbeti ve aralarındaki güven çok daha doyurucudur – insanlara karşı güvenini kaybetmiş kişiler veya kendinle barışık olmayan, kendinle çelişik yaşayan kişiler daha çok dış gösterişe önem verir ve daha çok mutluğu dışarıdan alacağı beğeniye bağlar- Bir misafirliğe gittiğimde beni memnun eden o ev sahibinin bana porselen tabaklarda emek vermesi veya evinin ihtişamlı olması değildir beni memnun eden o ev sahibinin samimi konuşması, benim kendimi evimde gibi hissettirmesidir.

12 Ağustos 2012 Pazar

Eğitim ve Bilgi üzerine


Bilgi üzerine.

Bu yazıda, kendi hayatımdan yola çıkarak; bilginin algılanışına, bilginin edinme yollarına. Doğru bilgi var ise, doğru bilgiye ulaşma peşinde koşan insanların yapması gerekenlere değineçeğim. Doğru bilgi için nelerden vaz geçilmeli, niçin doğru bilgi.Yanlı bilginin nedenlerine değineçeğim. Bilginin tanımına, bilginin kullanımına değinmeye çalışaçağım.

Aileden, okuldan ve çevremden edindiğim bilgiler ile belli bir yaşa kadar düşüncelerimi ve davranışlarımı oluşturdum.

İlk başta aileden edindim bilgiler ile hayata bakışımı oluşturdum. Bir çok davranışımı oluştururken annemde ve babamda ki davranışları bire bir kendime kopyalamışım, bunu yaparken bilinçli bir şekilde yapmadım, annem kendinde görmekten hoşlanmadığı davranışları bile bana bilinçsiz şekilde öğretmiş.
İlk okula Bulgaristan da başladım, dördüncü sınıfa kadar Bulgaristan da okudum, Bulgaristan da okurken edindiğim bilgiler tam olarak nelerdi bilmiyorum şuan, Bulgaristan da sınıfı zorla geçen bir öğrenciydim, Türkiye ye geldiğimde dördüncü sınıftan başladım, burada da sınıfı zorla geçen bir öğrenci oldum -Bulgaristan da ve Türk iyede sınıfı geçmemde annemin öğretmenler üzerindeki etkisi oldu- (Anneme şimdi soruyorum neden beni sınıfta bırakmalarına izin vermedin, sınıfta kalmalıydım diyorum, annem sınıfta kalan çocukları hepten düşük görüyorlar dedi, bence benim sınıfta kalmamam için uğraş vermesinin nedeni, anne ve babamın saygınlık kaybetme kaygısı idi) Lise birde bile sınıfı geçmemde anne ve babamın etkisi oldu.
Okulda edindiğim bilgiler bana çok boş geliyordu herhalde, veya edindiğim bilgilerin hiç değerini anlamadım, bir çok bilgiyi ezberleyerek aldım. Meslek lisesinde öğrenim görürken, şunu söylerdim, öğrenmeye çalıştığım mesleği yapmayacağım diye diye liseyi bitirdim -şuan o mesleği icra etmiyorum-
Genelde aile çevresinde büyüdüm, dışarı çok açık bir aile yapımız olmadı, enişte, dayı, teyze, hala, ve onları çocuklarının olduğu bir aile çevresi oldu, bu aile çevresi de bana hayata bakışları konusunda bir şeyler anlattılar, herkes kendi yaşadığı hayatı anlatıyordu, ve kendi yaşadığı hayat doğru imiş izlenimi veriyordu.
Ailemin hep şöyle bir isteği vardı; benim iyi bir eğitim almam, bu istek şüphesiz çok güzeldi -şuan edindiğim bilgiler onları rahatsız etse de-. Okuma ve yazma öğreten öğretmenlerimin davranışları çok güzeldi, çevremin bana hayat görüşlerini paylaşmaları güzeldi. Ama burada hep eksik olan bir şeyler vardı.

İnsanlar fiziksel, sosyal, psikolojik ve bilgi/anlama ihtiyacı içinde olan varlıklardır, bunlar bir birine bağlı olan şeylerdir, birinde yaşanan sıkıntılar diğerinde de kendini değişik şekillerde gösterir. İhtiyaçlarımızı tam karşıladığımızda sağlıklı kişiler olabiliyoruz. Bilgi ihtiyacını karşılamak için çoğu zaman kulaktan dolma kalıplaşmış tutumlar ve hurafelerle karşılamaya çalışırız. Diğer ihtiyaçlarda olduğu gibi -fiziksel ihtiyaçlarımızdan yemek ihtiyacını karşılamak için, ya çalışırız ya da çalarız.- Bilgi ihtiyacını da iyi bir şekilde karşılamak gerek, çalmak nasıl bizi kötü sonuçlara götürüyorsa, kulaktan dolma kalıplaşmış tutumlar ve hurafelerde bizi kötü sonuçlara götürür.

Sağlıklı bilginin yollarını düşünmeye çalışalım şimdi.

Ilk başta bilgiyi felsefi açıdan biraz kurçalayalım.

Kendimizi, insanları ve hayatı gördüklerimiz kadarıyla mı bilebiliyoruz, tecrübe ettiğimiz deneyimlerimiz kadarıylamı, hayatı ve insanları algılıyoruz. Yoksa bazı kişilerin dedikleri gibi sezgilerimizlemi olayları anlayabiliyoruz, ben kendimde böyle birşey görmüyorum, sezgiler daha önce tecrübelerimiz sonucu yaptığımız keskin çıkarımlar gibi. Bazıları ise kalb, gönül gibi şeylerle olayları algılayabiliriz diyorlar. Bilginin sınırını çizmekte nasıl bir kriter alaçağız. Doğru bilginin kaynağı varmıdır yokmuduru bilmiyorum, doğru bilginin kaynağını bir çok kişi farklı kriterlere göre değerlendirme yaparak açıklıyor; bazıları tutarlılık diyor, bazıları yararlı olmayı diyor... bu sorulara herkezin bir cevabı var elbette, ve bu verdikleri cevaplara göre de hayata bakışları oluşuyor. Ben bu sorulara net cevaplarım yok.

Okullar kişilerin benliklerini oluşturmaları için rahat, baskından uzak, en iyi karar alabilmeleri için ortamlar yaratmalı, düşünmeyi öğretmeleri gerek. Bunlar yaratıldığında bilgi alımı sağlıklı olabiliyor, kişilikler iyi gelişebiliyor. Mesela okulda şu durum bana öğretilmedi; hatalar yaptığımda bu hataların farkına varmak ve hatamı kabul etmek, bu hatayı düzeltmek için uğraş vermeyi öğretmeliydi, çünkü her geçen zaman hataları ve yanlışları kabullenmeyi zorlaştırır. - Kendi kişiliğini sorgulama, gençlikte veya orta yaşlarda daha rahat olabiliyor, orta yaştan sonra kendi kişiliği üzerine sorgulama yapmak ve bu sorgulama sonucunda, gerekirse değişimde bulunmak çok zordur, çünkü; orta yaşa kadar edindiğimiz bilgiler sonucunda oluşturduğumuz hayatın yanlış olduğunu kabul etmek kişiye acı verir, edindiği hayat görüşü çerçevesinde oluşturduğu çevreninde değiştirilmesi gerekebilir, ve önünde yeni bir hayata bakış oluşturacak kadar süre kalmadığını düşünen kişi, kendini değişime kapatır, ve olduğu durumu kabul eder.- Hatalarımı kabul etmeye başladığımda, ve bunları düzeltmeye başladığımda benim kendime güvenimi getirmeye başladı. Hataların olması doğaldı - ailemde benim hatasız olmam gerektiği öğretilmişti- okullarda hata yaptığımda ve yanlış yaptığımda, hatamı kabullenecek ve yanlışımı anlayacak cesaret verilmemişti. İki ortamda da hemen olumsuz eleştiriler, kınamalar geliyordu. Birde değerlendirmeleri neye göre yaptıklarını söylemeden yargılamalar oluyordu, bu ortamda hatalarımı ve yanlışlarımı örtmek için çeşitli oyunlar -savunma mekanizmaları/korunma mekanizmaları geliştiriyordum. Okullar ve aile bu şekilde davranmamalı.
Çevre ise kendi değerini benim üzerinden yükseltmek için, beni hiç düşünmeden, beni küçük düşürerek kendilerini yükseltmeye çalışıyordu.


Ailede edindiğim bilgiler; Çevrenin genel doğrularıydı, bu genel doğrular/ortak duyu/sağduyu genelde çok sorgulanmadan oluşturulmuş, iyi bir doğrulamadan geçemeden oluşmuş, çok tutarlı olmayan, genelde duygulara hitap eden bilgilerdir. Bunun böyle olduğunu fark etmem 24 yaş civarlarında oldu herhalde, bunu fark etmemde çeşitli bilim adamlarının bilimsel bilgiyle edindi bilgileri okumamla oldu, ama bu bilimsel bilgileri alma aşamasına nasıl geldim, nasıl değişime karar verdim, nasıl yeni bir bilgi alma ihtiyacı hissettim, edindiğim eski bilgiler neden bana yeterli gelmedi. Yeni bilgiler almama hayatımda yaşadığım tutarsızlıklar, kaygılar ve belirsizlikler neden olmuştu.
Ben kendi inandığım doğruları sorgulamaya, ailemin inandığı doğruları, çevremin inandığı doğruları sorgulamaya başladığımda, bu sorgulamadan ailem ve çevrem rahatsız olmaya başladı, ben kendim de edindiğim yeni bilgiler ile eski edindiğim bilgiler arasında kalmaya başladım, yeni edindiğim bilgileri hayata geçirmeye başladığımda yeni sıkıntılar ortaya çıkmaya başladı, bu yeni düşüncelerimi söylemeye başladığımda yalnız kalmaya başladım, tepkiler almaya başladım, ama bu bilgi alışını ya durduracaktım ya da yeni bilgi aldığımda yaşadığım kaygıya katlanacak ve yeni sorgulamalara devam edecektim, iyide ne içindi bunca sorgulama, ve her kendi inandığım doğruların aslında doğru olmadığını anladığımda, beni var eden bu eski bilgiler, benim hayatımı oluşturmuştu; arkadaşlarımı, çevremi bu bilgiler sonucunda oluşturduğum hayat anlayışına göre oluşturmuştum, bu bilgiler beni var eden şeylerdi, bu beni var eden bilgileri sorgulamaya başladığımda, edindiğim bilgilerin çok ta gerçekçi olmadığını gördüğümde kendimi çok kötü hissediyordum ve bu durum bende bir gerilim yaratıyordu, sinirli oluyordum... Niye kendimi bu kadar kaygıya ve yalnızlığa itiyordum -eskiden çevremden ve ailemden daha çok saygı görüyordum, kendimi yalnız hissetmiyordum- bunun nedeni, beni tutarsızlıkların rahatsız etmiş olması idi, çelişkilerle yaşamak beni rahatsız ediyordu, katılaşmış tutumlar insanlara sıkıntılar yaratıyordu. kendi içimde çeşitli kaygılar yaşıyordum ve bu yaşadığım kaygılar sonucunda kendi benliğimi korumak için çeşitli sahte benlikler yaratmıştım. Bu sahte benlikler uzun sürede kişiyi daha da sıkıntılara sokmakta olduğunu gördüğümde bunlardan vaz geçmeliyim dedim.

Her telden bilgiler almaya başladığımda, bazı sıkıntılar yaşadım, çeşitli kitaplar okumaya başladığımda, her okuduğum kitabı doğru olarak anlıyor ve hiç bir eleştirel ve sistematik bilgi alışına tabi tutmuyordum, okuduğum bilgileri okulda öğrendiğim gibi öğreniyordum – hiç bir bilgiyi işleme tabi tutmuyordum, ezberliyordum sadece, veya yazarların düşünceleri sanki benim düşüncelerim imiş gibi konuşuyordum, bu durum davranışlarımda bir değişme getirmiyordu. Bilgi alımını -okulda edindiğim bilgileri öğrenmiyordum, sadece belli bir süre için alıyordum, bir bilgiyi almak öğrenmek değil ya, öğrenme aşamalarından hiç geçirmiyordum bilgileri- dağınık bir şekilde alıyordum, bir bilgi alımına nerden başlanmalı onu da bilmiyordum.

Belli düşünce faaliyeti gelişmeden, zihinsel faaliyet aktif olmadan bazı eğitim sistemlerinde kişilere bilgiler aktarılmakta. Düşünceler hiç sorgulanmadan aktarılmakta, soru sorma belli bir ahlak çerçevesinde olmakta, sorgulama sadece edinilmesi gereken bilgi yönünde olmakta, yanıtlar bu yönde olmakta, zaten her sorunun yanıtı önceden hazırdır, hiç zihinsel faaliyete bulunmaya gerek duyulmaz. Bazı ailelerde de belli kavramları anlama yaşına gelmeyen çocuklara bu kavaramlar öğretilmeye çalışılıyor bu yanlış bir şeydir.
Bir eğitim sistemi özgürlüğün tadını vermeli kişilere, insanlık onuru öğretilmeli, soruların tüm yanıtlara açık olduğunu ve tartışmanın alabildiğine gidebilmesini, ve yanıtların ne sonuç verirse versin sürdürülmesi sağlanmalı.

Ailemde bana bazı inançları benimsemem gerektiği öğretildi, hiç bir sorgulama yapmadan bilgileri ediniyordum, bu bilgiler çeşitli hayat görüşleri ile ilgiliydi, okulda da bana bilgilerin doğruluğu yanlışlığı konusunda nasıl bir eleştirel bakış açısı getirileceği öğretilmemişti. Okulda bana sorgulama cesareti de verilmemişti, koşulsuz bilgiye itat etmem öğretilmişti-.

Bilgi alımında nelere dikkat edilmeliydi, çok okumak gerçekçi bir bilgi alımını sağlamıyordu şüphesiz.

Bilgiyi hiç bir işleme tutmayan kişiler (birinci ve ikinci el kaynakları ayırt etmeden, varsayımları, fikirleri , yorum ile gerçek bilgiyi, ve iddiaları ayır etmeden, okuduğu konunun o bilim dalının neresinde yer aldığına bakmadan, çok kitap okuyan insanları gözlemledim), okuyarak, sorgulamadan edindikleri bilgileri destekleyici yeni bilgiler alıyorlardı, sadece kendi inançlarını destekliyeçek bilgileri alıyorlardı.

Bunlar bu bilgi alımını yaparken bunu bilinçli mi yapıyordu yoksa bilimsel bir bilgi alış aşamalarını bilmediğinden dolayımı yapıyordu.

Bilinçli yapanlar;
Gerçekliğe saygısı olmayan kişilerdir. -gerçek gerçektir, bu gerçek beni sıkıntılara düşürse bile bunu kabul etmesini bilmeli insan, şöyle bir durum var ki bunu açıklamalıyım, kişilik zayıflaması olan bir kişi, hayır demesini bilmez, kişilik zayıflamasının nedenleri kaygılar sonucunda oluşan sıkıntılara karşı bireyin geliştirmiş olduğu bir savunma düzeneğidir, kişi sevilmek için karşısındaki insanların isteklerine ve görüşlerine göre davranır, gerçekler bazen söylendiğinde kişinin sevilmemesine neden olur, bu kişilik zayıflaması olan kişiler gerçekliğe saygı ile sevilmek arasında kalır-.
Bir yere bağımlı olup, çıkar peşinde koşan, yaranma peşinde koşan insanlar -bir keresinde 47 yaşlarında tanıdığım biri bana şöyle bir şey demişti: paran oldun mu insanlar senin söylediklerini dinlerler, yalan yanlış konuşsan bile, bu çevrede para güçtür, bir başka çevrede bir başka şey güçtür, seyyidler, şeyhler de bu parası olan kişi gibi dinlenir, burada dinleyenlerin ortak noktası, bu kişilerin yanında olduklarında kendilerininde değerli olacakları, saygınlık görecekleri, güçlü görünmek istemeleri, bir fayda görecekleri beklentisi içinde olmalarıdır-.
Ün ve makam peşinde olan insanlardır.

Bilinçli yapmayanların, yanlışa düştükleri noktalar ise şunlar olabilir;
Katılaşmış bir şekilde bir fikre inanmaları.
Bir mezhebe bağımlı olmaları.
Bilgi kaynaklarını birinci elden edinmemeleri -rivayetlere ve nakil şeklinde sözlü anlatımlara inanmaları-.
Arzularına göre hareket etmeleri.

Doğru bilginin peşinde olanlar da şunu bilir,

Bilimsel bilgi alımının her şeyden önce bir kafa disiplini gerektirdiğinin bilinçindedir.Kaygı ve korkuları ağır basan kişilerden bu disiplini göstermelerini beklemek zordur (kaygı ve korku, karar verme ... ile ilgili yazıma bakabilirsiniz).
Gerçeğe saygılıdır -edindiğin yeni bilgiler eski bilgilerine ters düşse de, yeni edindiği bilgi doğru ise bunu kabul etmesini bilir-.
Değer ve saygı kaybetmekten kaygılanmaz, değer ve saygı kaybederim düşüncesiyle fikirlerini oluşturmaz. Yalnız kalmaktan kaygılansada ve çevresine aykırı düşeçeğini bilse bile edindiği bilgiyi tarafsız bir şekilde değerlendirmeye tutar.
Yargılarında tutarlı ve ihtiyatlı davranmasını bilir -düşüncelerini bir güç altında kalarak oluşturmaz ve değiştirmezde. kolay çıkarımlarda bulunmaktan, ve genellemelerden kaçınır- düşüncelerine sorumluluk anlayışını getirmesini bilir –.
Bilgi edindiği konu hakkında bilinç oluşturur -Bir konu hakkında bilinç oluşturmaya çalışan kişi, o konuya farklı noktalardan yaklaşır, o konu hakkında yazılmış metinleri okur, o konu hakkında kendi konumunu belirler, o konuyu detaylıca inceler ve o konu hakkında fikirler yürütmeye başlar-
Düşüncelerine karşı sorumlu olan kişi yanlış bir bilgiden söz ettiğinde ve sonucunda hatalı durumlar ortaya çıktığında bu durumu düzeltmek için çalışan kişidir, kendi benliğini ön planda tutmaz, düşüncelerinden ötürü bir başkasını sorumlu tutmaz.




Duran Aydoğmuş